Yıllar öncesi. Çocukluk yıllarımın soğuk bir sabahı… Sabahın erken saatlerinde başlıyor onun bendeki hikâyesi. Köyümüzden ilçeye giden eski bir dolmuştayım. İçi yaşlı insanlarla dolu. Dışarıda zemheri soğuğu var. Camlardan sızan soğuk hava içimize işliyor. Arkada tespih çeken yolcular, yola çıktığımızdan beri hiç durmadan Allah’a dert yanıyor, geçmeyen ağrılarından bahsediyorlar. Doktora gitmek için çıkmışlar yola. Daha doğrusu Doktor Erdem’e gitmek için. Erdem denildi mi akan sular duruyor. Hepsinin dilinde başka bir Erdem var. Hem herkes gibi olan hem de kimseye benzemeyen. Ön tarafta oturan yolcular da katılıyor sohbete. Arkada oturanları destekliyorlar.
Yollar bozuk. Bir yanımız uçurum, diğer yanımız dağ. Dolmuş, taşlı topraklı yollarda zar zor ilerliyor. Arabanın içinde her şey sağa sola savruluyor. Bir tek Doktor Erdem’e bir şey olmuyor. Yolcuların içi dışına geçiyor, yine de onu ağızlarından düşürmüyorlar. Neymiş efendim; hastalarına pek alakadarmış, hastalarıyla aralarında kan bağından öte bir akrabalık varmış, yeni tanıdığı hastalarına bile çok yakın davranırmış, çok hizmet eder, hiç de para almazmış. Bu da bir şey mi! Üstüne para verdiği bile olurmuş. Acının derinleştirdiği manalı yüzler ve ümit eden kalpler… Hepsinin yolu onda kesişirmiş. Çocuk aklımla anlayamıyorum yolcuların ne demek istediğini.
Akıl almaz bir hikayeydi bu. Üzerinden yıllar geçti, hiçbir zaman değişmedi. Hikâyesi dur durak bilmeden dilden dile yayıldı, bugüne kadar geldi. Kadın, erkek, dağ, taş ve denizin birbirleriyle anlaşmışçasına anlattığı bir hikâye. Onun iyiliği, onun şefkati, onun merhameti. Diğer hikâyeler gibi günün birinde diye başlamıyordu üstelik. Sadece düne ait değilmiş, gelecekte de hep var olacakmış gibiydi. Onu anlatırken kelimeleri seçmek için uğraşmazdı kimse, kendilerini yormazlardı. İtinasız, olduğu gibi anlatırlardı.
Bu zamanda bu kadar iyi olmak. Mümkün mü acaba? Bu kadar kötülüğün olduğu dünyada, bu kadar iyi olunamayacağını düşündüm bir an. “Dünyaya bir bak!” dedim, kendi kendime. “Uzağa gitmene gerek yok, etrafına bir bak. İnsanların ulaşamadığı bir yer göster bana. Şehirler göster, ormanlar göster. Köy olur, kasaba da olur. İstila etmedikleri bir yer göster. Gittikleri yerlere ne götürdüler kötülükten başka? Akıllarınca bana hikâye anlatmaya çalışıyorlar. Kendilerini kandırıyorlar, güya beni de.” İyi olan bir şey yoktu etrafımda. İnanamadım onun bu kadar iyi olmasına.Hızır mı oldu başımıza? Hiç inandırıcı gelmiyordu bu insanların anlattıkları.
Onu bir de başkalarına sormak istedim. O sırada başucumda duran kum saati ilişti gözüme. Yavaşça uzandım, elime aldım. İçindeki kum tanelerine seslendim: “Bu insanlardan hayır yok. Siz anlatın, gördünüz mü onu? Bu anlatılanlar doğru mu?” dedim. “Hayır, görmedim.” dedi, küçük bir kum tanesi; saatin dibine doğru yuvarlanırken. “Onun zamanından çok sonra geldim dünyaya. Kendisini hiç görmedim. Onun bu kahramanlıklarına şahit olmadım. Ben de senin gibi sadece duydum. Ninemden duydum onu; anlata anlata bitiremezdi. Bir Erdem vardı ki ağzından hiç düşmezdi.”
Daha lafını bitiremeden, peşi sıra gelen hemen araya girdi. “O geride kaldı.” dedi, hiç düşünmeden. “Çok uzaklarda şimdi. Eşiği çoktan geçti. Eşikten ötede şimdi. Ne yapacaksınız geçmişi? Niye merak ediyorsunuz?”
Fanusun üst tarafında, düşmek için sırasını bekleyen bir diğeri hemen ileri atıldı. Kendinden çok emindi. Onun adını duyunca heyecanlanmış olmalıydı ki elleri titriyordu. “Geride kaldıysa kaldı, ne yapalım şimdi? Onun ardından duyduğumuz hüzün, yerinin dolmayacak olmasındandır. Ayrıca adı hâlâ yaşıyor, yetmez mi?” dedi. Önceki kum tanesi cevap vermekte gecikmedi. “Güldürme beni ne olur. O artık burada yok. Ve daha ötesi hiçbir yerde yok. Yaşadı ve gitti.” dedi.
Onlar atışırken “Evet, gördüm.” dedi başka biri. “Şu gözlerim görmeseydi, yalnızca kulaklarım duysaydı inanmazdım onun kahramanlığına. O, herkes gibiydi ilk bakışta. Sonra ne olduysa oldu. Birden büyüdü gözümde, hiç kimse oldu. Her şeyin üstüne çıktı. İşte o zaman ondaki hakikati gördüm.”
Elleri kafasında düşünen başka bir kum tanesi söz hakkı istedi. Sanki hatırladığı bir şey vardı. Birden düşünmeyi bırakıp anlatmaya başladı. “Olanca kargaşanın ortasında durmadan dönen bu dünyada, koşuşturan gölgesini gördüm. Sessizce koşuyordu. Bir hastası onu çağırıyordu besbelli. Sessizlik her yanını kuşatmıştı. Acının ve imdat çığlıklarının etrafında dönüyordu. Böylelikle beynini tırmalayan, uyumasına izin vermeyen çığlıkları susturacaktı. Öyle koşuyordu ki arkasına bile bakmıyordu. Attığı her adım, çığlıkları azaltıyordu. Çığlıklar azaldıkça adımları daha da hızlanıyordu. Çılgınlık bu diye düşündüm. Gecenin bu saatinde çıldırmış olmalıydı.” dedi. Anlatırken bile hâlâ şaşkındı. Doktor Erdem’in gölgesi hâlâ gözünün önündeydi.
“Gariban hastaların, bütün yolları ona varıyordu.” dedi, yorgun olanı. Sonra derin bir nefes aldı. “Eşiği geçerken yanındaydım. Aklında imdadına koştuğu çığlıklar vardı hep. Onu bu dünyadan koparan çığlıklar bunlardı, kurtaramadığı hastaların çığlıkları. O, bu çağrıya uydu, kendisini çağıran çığlığa doğru uçtu gitti.” dedi, hüzünle.
“Durun!” diye bağırdı cüsseli bir kum tanesi. Sanki söz hakkı ister gibi. “O yıllardır muayenehanesinde dert dinliyordu. Resmen, bu ağrılar evine bağlanmıştı. İnsanlardan acıları öğrenmişti, zamandan ise çareleri. Hastaların yumuşak bir bakıştan bile medet umduğunu çıkarmadı aklından. Bütün hastalarını olabildiğince yumuşak ağırlardı. Üstelik çekilmiş acıların sırrını da iyi tutardı. Bu yüzden dertler, hastalıklar ve ağrılar en çok onun kapısını aşındırırdı.”
Sessiz sedasız arkadaşlarını dinleyen yaşlı kum tanesi, sessizliğini bozdu. Ağlayarak başladı anlatmaya: “O, bu dünyanın adamı değildi. Daha doğrusu bu dünyaya ait değildi. Kaldıramadı aklı, hastalarının çaresiz çığlıklarını. Elinden gelenin fazlasını yaptı. Ama gücü bir yere kadar yetti. Çünkü hiçbir çaresizlik yoktur ki garibanın çığlığı kadar yıkıcı olmasın. Onu, garibanın çığlığı yıktı. Eşiği geçerken de yalnızca çaresiz çığlıklardaydı aklı.” dedi.
Fanusun içindeki minik taneler, söyleyeceğini söyledi ve sözler kesildi. Anlattıklarını şaşkınlıkla dinledim. O sırada, elimde tuttuğum kum saati elimden kayıverdi. “Düşüyoruz!” diye bağırdı içlerinden biri. Gözlerimin içine bakarak, “Bizi kurtar.” dedi. Geç kalmıştım. Onun çığlığını fark edene kadar fanus elimden çoktan yere düşmüştü. Kurtaramadım hiç birini.
O an anladım ki, kahramanlık herkese göre değilmiş meğer!