Modern ve Postmodernde Görelilik Üzerine Düşünceler
Hiç kimse şu anki kimliğimizin düşünsel nosyonunun coğrafi ve zamansal kesişmelerin realistik dayatmalarla temellendirilerek işlenmiş olmadığını iddia edemez. Bulunduğumuz konumun perspektifi dahilinde bilincimizin alt tabanına ahlaki bir yargıç rolü kesen bir mutlak değer (algısı) ekeriz. Neyin doğru olup olmadığına o karar verir. Psikoloji pusulasını elinden ayırmaz ve her gittiği yönde perspektif değişebilir hatta farklı da yorumlanabilir.
Gezdiği yerlerde adapte olduğu koşullar onun organlarının besini haline gelmiş, besinlerden bir sindirim sistemi oluşturmuştur. Üstüne üstlük bütün bunları bir açlık mekanizması haline getirmiştir. Mekanizmasından kaynaklanan besinleri oluşturmadaki tekniği ise şudur:
“Gördüğü şeyler, hakkındaki göreliliği, ona sunduğu şeyin yarar ölçümüne göre sağduyu ögesi haline getirilir. Yol açtığı sonuçlara göre de bu göreliliğin niteliği değişir.’’
İnsanoğlunun hayatta kalma ve soyunu devam ettirebilme güdüsüne olan direnç spesifikleşerek kategorize hale gelmiştir.
Bence bu kadar üstü kapalı benzetmeler yeterli. Bunları bir kenara bırakıp asıl konuya gelmeye başlayalım.
Raslantısal olasılık kesişmelerinin bir sonucu olan insanoğlu, bulunduğu zaman- mekan algısına göre elbette ki karşılaştığı şeylere karşı belirli bir perspektif oluşturacak, perspektiften ilerlediği yolda ise içerikselleştirdiği yorumlamaları ile kendi varoluşuna hizmet eden ögelerden beslenecektir.
Olaya daha güncel kalmamız gerekirse yerel zamanın sistematikleştirilmesi ile birlikte toplumsal dinamiklerin yıkım ve değişkenliğe uğraması kaçınılmazdır.
İnsan popülasyonun sınıfsal ilişkilendirme ve yerel inançlar doğrultusunda her kitlenin kendine özgü öğretileri mevcuttur.
Geleneksel yaşam ve düzen bireyin sınıfsal pozisyonunu, etnik grubunu ve dinini belirlemektedir. Dinin (tanrının) dokunulmazlığı sayesinde sabit, nihai ve normatif kurallarla iç içe olmuş kesim kendi rölativist düşüncesinde; sonlu, kaderin iplikleriyle iradesizce örülüp, kurgulanıldıkları olgusal varlıklardır. Tanrı saf, özdek bir sonsuz varoluş ögesidir. Onun tercihleri sonucunda insanlar, belirli bir coğrafyanın, belirli bir konumun, tarihin, kültürün ve belirli bir zaman algısının ürünü olan organizmalardır. İdealleştirilmiş, sembolik bir etik algısının temel ilkelerini amaçları ( araçları) haline getirmişlerdir.
Ben bu sınırlandırılmış olgusallık profilinin kör noktasının (gerçekliğe dışsal hakikatın) görülememe sebebini, devinime uğrayamayan, “sorgulanamaz” tanrı motifinde saklı olduğunu düşünüyorum. Özselleştirilmiş tanrı ve bunun sonucunda tökezletilmiş ilineksel toplum üzerinde gerçekleşen, bilgi ve görüşteki sınırlar, gelişmedeki eksiklik ve köreltilmiş sınırlı algıların esiri olan çoğu topluluk yaklaşık 17. yüzyıl ve sonrasında dünyaya yayılan toplumsal değerler sistemi ve organizasyonu olan modernizmle tanışmasını gerçekleştirmiştir.
Bu kör noktayı “görelilik’’ ve “numen” olarak ikiye ayıralım.
numen: [ding an sich] Kant felsefesince “gözlemden bağımsız, yani gözlemlediğimiz haliyle değil, kendi olduğu hali ile var olan şey”
Görelilik ;
Sosyolojik hakikat arayışı devinimseldir. Aktif bir şekilde değişime yönelik olduğundan toplumlar arası adaptasyon zemini kaygan olabilir.
Modernizm
18. yüzyıldan günümüze Fransız ve Sanayi Devrimleri ile kurumsallaşan toplumsal, bireysel ve kültürel yönlerde işlevselliğini koruyan sistemsel, nüfuz edilmiş benlik senkronizatörü olan modernite, rasyonel ve ampirik girişimleri ile sosyolojik bir etkinlik alanı oluşturmuştur.
Çağımız; rasyonaliteyi akılsal bir araç haline getirerek devrimci eylemlerin vaat ettiği dünyasal çerçevede zihni küreselleştiren modern üretim imkanlarını gelişime açık ve ütopik bir şekilde önümüze sunulmakta.
Peki gerçeklik ile verimli ilişki ideasıyla sistemselleştirilen katı öğretide “gerçeklik” ile kurduğumuz tatmin alış-verişindeki kazancımız nedir?
Sistemdeki kalitatif etkileşimciliğin katı dinamikler ile kategorizasyona girmesi ve damgalanması onun mikro analizdeki spesifik değer ve oluşumlarını görmemizi engellemiyor mu?
Sosyolojik yapıyı mikro ifadeler ile ele alan sembolik etkileşimcilikte anlamlar yorumsal bir süreçte değişime uğrar, eylem ve reaksiyonlar aracılığıyla da toplumsal yapı günden güne değişir. Benim için göstergebilim yalnızca bunun bir parçasıdır. Fikir ve nesne arasındaki tatminsel etkileşim; ölçüde, herhangi bir olgunun kendi koordinasyonunun bulunduğu konumdan öte bir niteliğe kapı araladığını görüldüğü kadarıyla normlaştırılır. Bu norm ürünü, kişinin [Freud’un da dediği gibi] Id, ego ve süperegonun bilinç ögelerinin perspektifine göre görelilik değiştirir. Bu göreliliğin ardında saklanan töz bilişsel bir amaca esir olarak işlevini yitirir ve ardında toplumsal bir besin kaynağı olan tabuları bırakır.
Sembolik ifade ile fikir ve nesne arasındaki örtüşme rölativist bir biçimde kişiye bağlı olarak netlik kazanır. Dogmatik unsurların yerini alan bilişsel edim, ne kadar da yargılarımız herhalükarda sebep oldukları eylemlerle gelecek gerçekliğin niteliğini değiştiriyor olsa bile makro-toplumsal düzlemde fazlasıyla baskın senkronize bir rol oynar.
Yapısal fonksiyonalist teori bu olayın bağlantılı bir şekilde uyum içerisinde olduğunu düşünür. Sistemin parçaları arasında iç bağlılık ve düzen olduğunu öne sürerler.
Peki bu uyumun hizmet ettiğini düşündüğümüz idealize edilmiş ütopik gerçeklik ürünü nasıl bir hakikat anlayışına dayanıyor olabilir?
Bence bu bahsettiğim kör nokta asıl burada başlıyor. Akıl nedir? Doğru nedir? Gerçek nedir? Anlam nedir?
Numen
Burada kendi teorime yönelik konuşuyorum ki; Alıcı kişi ortaya konulan “şey’in” (yerine konulabilecek her şeyi kapsayan boşluk) yalnızca oradaki bağlamında tekil haliyle bilincinde yapılandırarak, kendi zihinsel gnostik alanında mutlak bir değer sunacak ve her şeyin yüzeysel kurallar bütününce tekil bir boyutta var olduğunu düşünecektir. Bu yüzden dış uzamsal etkenler ile oluşmuş benliğini “gerçeklik” adı verilen çerçeve içerisinde sınıflandırarak yüzeyselliğin yemi haline gelecektir. Neyin doğru olduğuna karar vermeden önce doğrunun ne olduğuna karar vermemiz gerekir.
Ben doğrunun en saf halini döngüsel bir ölçek olarak tanımlıyorum.
Var olmayı yok eden, Yok etmeyi var eden zıt yörüngelerde dolaşan anlamın tökezletilerek durdurulduğu (sonsuz yüklemine bir ek parantez açılarak daraltıldığı) konumunda yer kapladığı alanın kendisini kanıtlamasına ve bunu çoklu bir düzeyde yapmasına “doğru” diyorum. En derinine inildiğinde “doğru” denkleminin yalnıza analitik bir çözümleme aracı olduğunu görüyorum. O halde bunu ham hale getirerek daralttığımızda yalnızca biyomekanizmik güdüsel doğrultularımıza göre ilerliyoruz ve normlaştırılmış saptamalarla anlam kurgusu üretiyoruz.
Bu içerikselleşmiş ham kurgunun “gerçeklik” üzerine simülatif tekil bir katı öğretide var olmasına kör nokta diyorum. Bunun da arkasında plüralist bir hakikat yatıyor olabilir fakat orası ise ayrı bir konu.
Bu numuneye belki post modernizm kapı aralıyor olabilir.
Post Modernizm
Post Modernizme gelecek olursak, 20. yüzyılın son çeyreğinde ortaya çıkan bir akımdır. Özellikle felsefede postmodernizmin tanımı 1979’da J. F. Lyotard’ın yazdığı “ la condition postmoderne” adlı eserde kendisini göstermektedir. Lyotard burada “ üst anlatıların sonu” olarak postmodernizmi tanımlar.
Modernizmin Ötesi\Sonrası olarak bilinmiştir.
Postmodernizme göre sabit tekil bir kural yoktur, yalnızca yorumlama yoluyla haz alımı için bir kanıya varılabilir. Onlara göre sabit katı öğretiler çarpıtılabilir, uyumsuz, gizli ve bulanıklaştırma aracıdır. Düşünsel disiplin söz konusu olamaz, akla danışmadan önce akılı sorgular, biçimlendirmeden önce ise biçimi. Postmodern sosyologlar hayatlarını yasa koyucular olarak değil, yorumcular olarak değerlendirirler. Rasyonalite ile belirginleştirilmiş yapay nihai gerçekliklere ihtiyaç duymazlar. Uygun anlamı aramak yerine düşünsel olarak anlamı çoklu bir boyuta eriştirerek iletişimi kolaylaştırırlar. Postmodernizm temsil düzeninin yıkıcısıdır.
Modernizm ve temsil simulakrumun bir aracıdır.
Dünya karmaşık, bulanık ve kaotiktir ve postmodernizme göre hiçbir şey kanıtlanamaz. Bugün kanat çırpan bir kelebek, gelecek ay ABD’deki rüzgâr sistemini değiştirebilir.
Bu neden ile Post Modernizmde “kör noktayı” fark edebileceğimiz kadar pürüzlü bir algı dayatımı yoktur. Benim düşüncem ile bu kör noktaya güzel bir yıkım darbesi verme durumu olanaklı olacak, katı öğretiyi ortadan kaldırabilme yetisi formalist düzende elverişli hale gelecektir.