MİNE DEMİR BALTA/TAZE GELİN

TAZE GELİN

Sonunda hazırlanabildik. Terlik, pijama, havlu gibi ilk anda gerekecek eşyalarımız topluca bir valize, küçük büyük herkese alınan çeşitli hediyeler ayrı bir çantaya kondu. Şahsımıza ait ufak valizlerimizi de kapattık. Annem, babam, bir erkek üç kız olmak üzere dört kardeş, küçücük bir arabaya doluşup gideceğiz. Neyse ki bizler de küçüğüz, daha doğrusu çelimsiziz hepimiz, çok yer kaplamıyoruz. Babam eşyaları arabaya yerleştirirken evi genel olarak gözden geçirip, kapı-pencereyi kilitledik. Yola çıkmaya hazırız artık. Yılda bir kez, genellikle yaz ortasında, illaki gideriz memleketimize. Özel bir durum olursa bu sayı artar elbette. Dedelerimiz ve ninelerimiz olmadığından büyük halalarda kalırız. Halamın yaşları birbirine çok yakın üç oğlu var, hepsi bizden büyük.

Bizim gideceğimiz zamana denk getirip bekâr iki küçük hala da -yaşları oldukça büyük olmasına rağmen aile içinde böyle bahsederdik- bir arada olalım diye oraya gelirler mutlaka. Çok kalabalık olsak da keyifli vakit geçiriyoruz. Ev sahipleri de mutlu oluyor varlığımızdan. Küçük bir kasabada monoton bir yaşantı içindeyken kısa süreliğine de olsa hayatlarına renk kattığımızı söylerler. Fazla kalamıyoruz ama on beş günde bile hepimiz için hatırlanası günler yaşıyoruz. Olanakları ölçüsünde bizi mutlu etmek için çırpınır durur tüm aile. Yazlık sinema, piknikler, çevre gezileri, komşularla geçirilen güzel saatler… Her seferinde güzel anılar biriktirip döneriz evlerimize.

Okula başladığım yılın yaz tatilinde tanışıp arkadaş olmuştum Aynur’la. Halamların karşısındaki evde oturuyorlardı. Birbirimizi çok sevmiş, tatil süresince hiç ayrılmamıştık. Benden iki yaş büyük olmasına rağmen çok iyi anlaşmış, çok güzel vakit geçirmiştik. Sonraki seneler arkadaşımı göreceğim için daha bir sevinçle gider olmuştum memlekete. Aynur’la birlikte geçirdiğimiz vakitlerde çok eğlenirdik. Sokaklarda akla hayale gelmeyecek muzırlıklar yapar, vara yoğa gülerdik. Seksek oynar, ip atlardık saatlerce. Yakan top, dalya, saklambaç derken oynamadığımız oyun kalmazdı. Bir keresinde de Aynur’un ağabeyinin bisikletini kaçırıp saatlerce gezmiştik. Aileleri telaşlandırmıştık biraz ama biz çok eğlenmiştik.

Çok zor izin aldığımız bazı geceler Aynur’la birlikte yatardık. İnanılmaz bir mutluluktu o geceler bizim için. Geç saatlere kadar konuşur, kıkırdardık yataklarımızda. Böyle gecelerden birinde şiddetli bir fırtına çıkmıştı. Aslında hafiften başlayan rüzgâr evin içinde çıkarttığı seslerle ilk başta bizi çok eğlendirmişti. Uğultusuna anlamlar yükleyip kelimelere dönüştürmeye çalışmıştık. Ancak, rüzgâr zamanla şiddetlenip fırtınaya dönüşünce bize komik gelen sesler tuhaflaşmış, hatta ürkünç hale gelmişti. Öyle çok korkmuştuk ki birbirimize sokulup kulaklarımızı tıkayarak zor bela uyuyabilmiştik. 

Her yaz yeniden buluştuğumuzda sanki hiç ayrılmamışız gibi hisseder, bıraktığımız yerden yeniden başlardık oyunlara, muzırlıklara.

Ancak yıllar geçtikçe ve yaşımız ilerledikçe birlikte yaptığımız şeyler değişmeye başlamıştı. Oyunlarımız, muzırlıklarımız azalmış, sohbetlerimiz artmıştı. Zamanla evlerde daha çok vakit geçirir olmuştuk. Aslında bu Aynur’un tercihiydi. “Kız kısmı bu yaşta çok sokağa çıkmaz.” demişti bir gün bana. O yaz on dört yaşındaydı. Göğüsleri çıkmış, biraz da serpilmişti.  Bir genç kız adayıydı artık.

Bir sonraki yaz tatilinde okulu bırakmış olduğunu öğrenmiş ve çok üzülmüştüm. Nedenini sorduğumda artık okulu sevmediğini, oğlanların kendisini çok rahatsız ettiğini söylemiş ve ardından “Zaten okuyup da ne olacak, nasılsa evleneceğim.” demişti. Çok şaşırmış, neden böyle düşündüğünü anlayamamıştım. Henüz on beş yaşındaydı ve evlilik lafları ediyordu. Ben büyük şehirde oturuyordum ve babam yüksek tahsilli bir bürokrattı. Bu nedenle miydi bilmiyorum ama kafamda okumaktan başka bir düşünce hiç oluşmamıştı o zamanlar.

O yazdan sonraki buluşmamızda Aynur’u oldukça durulmuş hatta biraz da içine kapanmış buldum. Sokağa çok ender çıkıyorduk artık. Çıkınca da evlerden birinin bahçe duvarına oturuyor, çekirdek eşliğinde sohbet ediyorduk. Aslında çok fazla ortak sohbet konumuz da olamıyordu. Oysa ben, daha önceleri yaptığımız gibi, Aynur’la beraber bütün gün sokakta oynamak, uzaklara kaçamak gezintiler yapmak, olmadık muzırlıklar yapıp katıla katıla gülmek istiyordum. Zaman içinde gülmelerimiz gibi buluşmalarımız da azalmıştı. Aynur’un hep işi vardı çünkü. Çok evcimen bir kız olmuştu. Ev işlerinden artakalan zamanlarında çeyizini düzmesi gerekiyordu. Tül işinden çok güzel sehpa örtüleri, kanaviçe yastık örtüleri, tığla yazma oyaları yapmayı öğrenmişti. Sırf arkadaşımla vakit geçirebilmek için ben de heveslenip bir şeyler işlemeyi denemiştim.

Aynur’un on yedi yaşına bastığı yaz tatilinde arkadaşımı çok farklı buldum. Gözlerinin içi gülüyordu sürekli. Çok mutluydu ve onun mutluluğu bana da yansıyordu. Sevdiğini, evlenmeyi düşündüğünü söyledi hemen ilk günlerde. O kadar mutluydu ki “Erken değil mi?” diye soramadım bile. Tatil süresince bana çeyizlerini, nelerin eksik, nelerin hazır olduğunu, annesinden öğrendiği yemek tariflerini, az biraz da sevdiği gencin kendisine olan aşkını, kaçamaklarını, güzel anlarını anlattı. Merakla dinledim bana yabancı gelen tüm bu anlatıları. Tatilimiz bitip yola çıkacağımız gün vedalaşmak üzere yanımıza geldiğinde beni bir köşeye çekti. Önce hoşça kal diyerek öptü; sonra kulağıma, sevdiğinin halamın büyük oğlu olduğunu söyledi ve koşarak uzaklaştı.

Yol boyu aklım Aynur’da kalmıştı. Duyduğum ilk anda çok şaşırıp doğru tepkimi verememiştim belki ama çok sevinmiştim. Çok sevdiğim, birlikte büyüdüğüm can arkadaşım ailemize giriyordu. Ama neden ilk günden söylemediğini, bunun ne gibi sakıncası olabileceğini anlayamamıştım.

Büyük halaoğlum en çok sevdiğimdi. Aslında ağır, beyefendi duruşluydu ama çokça da çılgın, şımarık davranışları vardı. Bir ânı bir anına benzemezdi ve bizi çok eğlendirirdi. Halamın şiddetle karşı çıkmasına rağmen ortaokul ikinci sınıftayken okulu bırakmış, bir tamircinin yanında çıraklığa başlamıştı. Seçtiği, bana göre, çok yanlış olan bu yolla kardeşlerine de kötü örnek olmuştu. Onlar da ağabeylerinin peşinden gitmiş, küçük yaşta okulu bırakıp bir an önce para kazanmak için değişik iş kollarında çıraklık etmeye başlamışlardı. Sonuçta halamın hiçbir oğlu okumamıştı. Halam okuma yazma bilmezdi ve okuyanlara karşı farklı bir düşkünlüğü vardı. Bana olan davranışlarında hissettiğim o gizli saygı da muhtemelen okuma aşkımdan geliyordu. Diğer kız kardeşlerime de elbette yoğun bir sevgi gösterirdi ama ben başkaydım onun gözünde. Hatırlayamasam da bir ara çocuk doktoru olacağımı söylemişim sanırım. Bana doktor kızım diye seslenir, sık sık dizine yatırıp sevgiyle saçlarımı okşar; hatta bazen sanki akranıymışım gibi benimle dertleşirdi. Çok özel bir bağ vardı aramızda.

O kış evlendiler. Çok istememize rağmen mevsim koşulları nedeniyle düğüne gidemedik. Arkadaşım ve halaoğlumu evlerinde ziyaret edeceğim için yazı iple çeker olmuştum. Yıllardır emek emek işlediği çeyiziyle kurduğu mutlu yuvasında ne hoş günler-geceler geçirecek, ne sohbetler edecektik kim bilir.

Nihayet yola çıkabildik. Bu defa daha farklı bir heyecan vardı içimde. Arkadaşım Aynur artık ailemizin bir ferdiydi. Kasabaya varıp halamın evine ulaştık. Herkes kapıdaydı bizi karşılamak üzere. Hatta küçük halalar da bizden birkaç gün önce gelmiş karşılama komitesinde yerlerini almışlardı. Sevinç ve hasretle teker teker kucaklaştık hepsiyle; ancak can arkadaşımı göremiyordum. Bizi, hele de beni karşılamaya çıkmaması olacak iş değildi. Karşılama merasimi bittikten sonra eve girdik. Kocaman bir yer sofrası hazırlanmış bizi bekliyordu. Yol yorgunluğu ve açlıkla herkes sofraya çöktü, benim ise gözlerim hâlâ Aynur’u arıyordu. O sırada elinde ekmek sepetiyle başı önde mutfaktan çıktı Aynur. Henüz oturmak üzere olduğum sofradan fırlamak üzereydim ki küçük halalardan biri çekiştirerek oturttu beni yerime. Elleriyle otur, sus işareti yaptı. Neler olduğunu anlamamakla birlikte itaat ettim gözüm Aynur’da. Ekmek sepetini bırakıp, kafasını kaldırmadan yıldırım hızıyla mutfağa geri döndü. Yemek boyunca mutfağın köşesinde durup sofradakilerin isteklerini getirdi-götürdü kimselere bakmadan. Göz göze bile gelemedim, gözlerimle bile gülemedim can arkadaşıma. Sadece biraz kilo almış olduğunu fark ettim giriş çıkışlarında. Gürültülü sohbetler eşliğinde yendi yemekler, ben dahil herkes sofradan kalktı. Tam mutfağa yönelecektim ki bu defa diğer küçük hala tutup oturttu beni. Şaşkınlığımı ve sorgulamamı anlamış olacak ki “Otur, o gelinlik yapıyor, gitme yanına!” dedi. Gelinlik mi yapıyor? Ne demek ki o? Kafamda cevapsız sorularla bir ona bir buna arada bir de sessizce, adeta bir hayalet gibi sofrayı toplayan Aynur’a bakıyordum. Sofra toplanmış odada koyu bir sohbet başlamıştı ki Aynur yeniden geldi. Başı önde kimsenin yüzüne bakmadan teker teker herkese bir şey sordu. Nihayet benim yanıma geldiğinde ise yine başını kaldırmadan “Kahvenizi nasıl alırsınız?” diye fısıldadı. Zaten boğazıma dizilen yemeğin üstüne bu söz ve üslup bardağı taşırdı. Fırladım yerimden ve “Neler oluyor hala?” diye büyük halamın karşısına dikildim. Halam dahil herkes bir anda şaşkın şaşkın bana bakarken iki küçük hala beni yaka paça dip odaya götürdüler. Ben ağlamaklı ve yüksek bir ses tonuyla konuşmaya başladıysam da susturup oturttular divana. Kapıyı kapatıp sakin olmamı işaret ederek iki yanıma da onlar oturdu.

Âdetmiş meğer! Kaynanası “Gelinliğin bitti.” diyene kadar gelin kız sofraya oturmazmış. Sadece sofraya değil ev halkının yanındayken hiçbir yere oturamazmış. Emre amade beklermiş kapıda, sofada, mutfakta, her neresi gerekiyorsa. Konuşamazmış. Konuşması gerekirse de fısıldamak zorundaymış. Ne zaman ki “Tamam!” dermiş kaynanası ve özel bir takı alıp verirmiş gelinine, o zaman bitermiş gelinliği.

Büyük tek katlı bir evdi halamların evi. Büyüktü ama konforlu değildi açıkçası. Tuvaleti dışarıdaydı mesela. Banyosu ise odalardan birinin bir köşesinde etrafı taş örülerek biraz yükseltilmiş yaklaşık bir metrekarelik bir alandı. Yıkanılan yer anlamında cağ deniyordu oraya. Bu büyük evin arka tarafındaki iki odasını ayırmış, bahçeye açılan bir de kapı koymuşlar. Bir cağ, bir de açılan yeni kapının yakınına tuvalet yapıp yeni evlileri oraya oturtmuşlar. Mutfak gereksinimi yokmuş çünkü gelin tüm gün kocasının ailesiyle olacak, orada yenilecek içilecekmiş. Evin tüm işleri zaten onun göreviymiş. Akşamları kocasıyla iki göz odasına çekilebilirmiş. Ayrı ev kurmuşlar daha ne istermiş.

Duyduklarıma inanamıyordum. Günlerce dinlemiştim Aynur’un sevdiği genci, evlilik düşlerini, çeyizleriyle süsleyeceği evinde mutlu mesut yaşayacağı hayallerini. Hatta kocasına yapmak üzere öğrendiği yemekleri bile anlatmıştı saatlerce. Ne düşüneceğimi ne yapacağımı bilemiyordum. Sakinleşemedim uzunca bir süre. Çıkamadım odadan. Hiç kimseyi görmek istemiyordum. Halam Aynur’u çok severdi bildiğim kadarıyla. Birlikte geçirdiğimiz onca sene boyunca halamın Aynur’a karşı hiçbir kötü davranışı olmamıştı. Daima övgüyle bahseder; hamaratlığını, terbiyesini över dururdu. Aynur aynıydı; ama artık halamın geliniydi ve oğlunu mesut etsin diye alınmış bir elkızıydı. Birden babam geldi aklıma. O nasıl müsaade ediyordu ki böyle bir muameleye. Ablasının aile düzenine karışamayacağı için mi acaba? Yoksa kopamadığı gelenekleri taze gelinin bu yaşadıklarının doğal olduğunu mu söylüyordu ona da. Kayıtsız kalarak kolay yolu mu seçmişti? Ya annem! O da mı yaşamıştı aynı şeyleri? Kafam karmakarışık olmuştu.

Ertesi sabah mis gibi taze çay kokusuyla uyandım. Yaşadığım gerginlik ve yol yorgunluğuyla yatar yatmaz adeta sızmıştım. Kalabalık olduğumuz için ayrı odalarda iki büyük sini hazırlamıştı Aynur. Gözlerimle onu takip ediyordum sürekli. Yine boğazıma dizildi lokmalar. Nihayet sofra toplandı herkes bir yere dağıldı. Aynur robot misali dönüyor ortalıkta, bitemedi bir türlü işleri. Öğleden sonra topluca bir aile ziyaretine gidilecekti. Ben, sırf Aynur’la rahat rahat konuşabilmek için, gitmeyi reddettim. Ve sonunda yalnız kalabildik. Önce sarıldık doyasıya. Çekingendi bana karşı bile. Hatta fısıltıyla başladı konuşmasına. Alışmış dört aydır fısıldamaya, sesli konuşmayı unutmuş neredeyse. Biraz konuştukça açıldı neyse ki. Benim nasıl davranacağımı da bilemediğinden çekingen durmuş başlangıçta. “Biz önce arkadaşız.” dedim, rahatladı. İşleri elverdiğince konuştuk. Yardım etmemi istemedi. Gelinliğinin kalkması için kaynanasına ve ev halkına kendini ispatlaması gerekiyormuş. Mutlu olduğunu, bunun geçici olduğunu, zaten yakında kocasının kendi dükkânını açacağını, dolayısıyla başka yere taşınabileceklerini anlattı. Samimiydi söylediklerinde. Kabullenişle gelen bir mutluluk bile vardı. Biraz rahatlamıştım, ama böyle bir geleneği kabullenmem mümkün değildi.

Sonraki günlerde de fırsat buldukça baş başa sohbetler yaptık. Ama o tatil benim için öncekilerden çok farklıydı. Artık herkese farklı bir gözle bakıyor, her şeyi sürekli sorguluyordum. Bunca yıl ne kadar kör olduğumun, tatil amaçlı geldiğim memleketimin gerçeklerinden ne kadar uzak olduğumun ayırdına varmıştım.

Tatilimiz bitmek üzereydi ve dönmemize sadece iki gün kalmıştı. O gece bir ara bağırma sesleriyle uyandım. Aynı odada yattığımız küçük halalar ve kardeşlerim de uyanmışlardı. Sesler arkadaki iki göz odadan geliyordu. Neler olduğunu anlamak için yatağımdan fırladığımda halalar yine tuttu kollarımdan. “Yat, uyu! Yeni evliler kavga ediyordur, olur böyle şeyler.” dediler. Ama sadece erkek sesi duyuyordum ben. Kavga dediğin iki kişi arasında olur. Demek ki bu kavga değil diye düşünüp halalara rağmen fırladım yataktan. O sırada sesler değişti, patırtı kütürtü başladı ve arkasından tiz bir çığlık duyuldu. Ev halkının tümü de uyanmış homurdanıyor ama ne olduğunu merak dahi etmiyordu. Sanki çok doğal bir olay yaşanıyordu ve bir tek ben abartıyordum. Beni durdurmak isteyenlere aldırmadan arka taraftaki iki göz eve koştum. Gürültüler artmış, bir de haykırarak ağlama sesi eklenmişti. Kapıyı nasıl yumrukladığımı, kapıyı açan halaoğlumu hangi güçle ittirip yere düşürmeyi başardığımı hatırlamıyorum. Darp edilmiş halde odanın bir köşesinde büzülmüştü Aynur. Halaoğluma baktım gözlerimle dövercesine, sonra koşup sarıldım arkadaşıma. Birlikte ağladık yorgun düşene dek. Ayıramadı ev halkı bizi birbirimizden.

O gece beraber kaldık. Uyandığımda adeta hiçbir şey olmamış gibi sakin ve sessizdi ortalık. Ev halkı gece yaşananlar sanki çok doğal şeylermiş gibi günlük meşgalelerine devam ettiler. Hatta Aynur bile. Ben ise bütün gün sersem tavuk gibi dolandım durdum evin içinde. Ertesi sabah yola çıkacaktık. Kimseyi görmek istemeyen ruh halimle erkenden yatağıma çekildim. Kafamda yığınla düşünceyle yorgun düşüp uykuya daldım.

Gecenin bir vakti duyduğum rüzgâr sesiyle uyandım. O koca ev rüzgârın girmeye çalıştığı boşluklardan çıkan uğultuyla inliyordu. Aslında bol rüzgârlı o mahallede çoğu geceler duymuştum benzer sesleri. Ama bu defa farklıydı. Şiddetli rüzgâr evin çevresindeki toprak yoldan cephane toplayıp saldırıya geçmiş, duvarları camları dövüyordu. Arada bir duyduğum yaprak hışırtıları bu darbelerin yanında çok hafif kalıyordu. Ancak, sadece ben uyanmıştım bu yoğun bombardımana. Ev halkı ya alışkın olduğundan duymuyordu ya da aslında yoktu bu sesler.

Islıklar çalarak evi döven rüzgâr bir süre sonra iyice şiddetlenmiş çığlık çığlığa haykıran fırtınaya dönüşmüştü. Evin içindeki sesler de çemberi daraltmış, etrafımda yoğunlaşarak sarmala almıştı beni. Yağmuru hatta belki de boranı çağıran bulutlar küçücük beynimin içinde kümelenmiş, bir o yana bir bu yana çarpıp duruyor, benimle oyun oynuyordu. O kümelerin içinden bir ara “Rezil ettin beni!” sözleri süzüldü sanki kulağıma. Anlamak istercesine nefesimi tutup kulaklarımı diktim. “Sus, sus artık!” dedi sanki cılız bir ses veya bana öyle gelmiş rüzgârın kulağımdaki çınlaması anlamsız kelimelere dönüşmüştü. Korkmaya başlamıştım. Birden geçmişten bir kare belirdi gözümün önünde. “Keşke Aynur yanımda olsaydı, gene birbirimize sarılır uyurduk” diye geçirdim içimden. Ama yoktu yanımda!

Tüm dikkatimle uzunca bir süre daha rüzgârın konuşmasını bekledim. Yok! Devamı gelmedi. Fırtınanın yarattığı ürkünç sesler vardı sadece. Korkudan titriyordum. Yastığımı Aynur yapıp kulaklarımı tıkadım ve kendimi yeniden uyumaya zorladım.

 Sabah geceki havaya inat güneş dolmuştu odaya. Yatağımdan fırlarken içimde tuhaf bir sıkıntı hissettim. Evde olağandışı bir durum vardı. İki küçük hala ve biz kardeşler dışında etrafta kimse yoktu. “Herkes nerede?” diye sordum. Hastanede olduklarını söylediler. “Kim hasta, ne oldu?” derken yine beni apar topar dip odaya götürüp kapıyı kapattı halalar.

Gece nefessiz kalmış Aynur. Nasıl olmuşsa nefes alamamış. Meğer kalp problemi varmış zaten. Kalbi durmuş. Sonra beynine kan gitmemiş. Felç gibi bir şey olmuş. Kocası uyuyormuş, fark etmemiş. Sabah hastaneye yetiştirmişler ama bitkisel hayata mı girmiş neymiş, uyanamaz demişler. Üzülmemeliymişim. Zaten marazlıymış. Kaderi buymuş. Bugün olmasa yarın bir gün nasılsa olacakmış. İyi ki erken olmuş. Hiç olmazsa çocuğu yokmuş.

Evden nasıl çıktığımı hastaneye nasıl koştuğumu hatırlamıyorum. Nefes nefese yoğun bakım kapısına geldiğimde “Aynuuur” diye öyle bir bağırmışım ki kendimi birkaç görevlinin kucağında bahçeye çıkartılırken buldum. Daha sonrasını hatırlamıyorum. Gözümü açtığımda hastanedeki bir yatakta buldum kendimi. Boş boş bakıyorum yatağımın çevresinde toplaşanlara. Sakinleştirici yapmışlar.

Olayın üzerinden kaç gün geçmişti bilmiyorum. Sürekli sakinleştirici vererek beni uyutmuşlardı ve kimseye söylemeye fırsat bulamadığım, belki de cesaret edemediğim kuşkularımla birlikte eve dönüyordum.

Aynur bir hafta kadar bitkisel hayatta kaldıktan sonra vefat etmiş. Ailesi çok çok üzülmüş, çok yanmış gencecik kızlarına ama kader demişler. Hatta tüm kasaba çok acımış, günlerce konuşmuş genç yaşta zamansız ölen taze gelini. Halamlar da çok üzülmüş ama için için “İyi ki oğlumuzun başını yakmadan, çokça çocukları olmadan hakkın rahmetine kavuştu, kaderi kötüymüş, doğuştan marazlıymış zaten.” diye düşünüp kendilerini avutmuşlar.

Günlerce kendime gelemedim. O meşum gecede duyduğum, hatta belki de duyamadığım şeyleri düşündüm durdum. Beni ikirciklendiren rüzgârı, korkutan fırtınayı, hatta kendimi suçladım. Aynur’un yanımda olmasını istemiştim ama ben bir duvar ötemdeki Aynur’un yanında olamadım. Kafamda onlarca senaryo yazdım. Kime ne diyeceğimi ne anlatacağımı bilemedim. Bir yanda en sevdiğim halaoğlum, bir yanda yaşamdan koparılmış olduğunu düşündüğüm can arkadaşım. Ne yapmam gerektiğini bilmeden kendimle hesaplaştım, kuşkularla boğuştum. Hafızamı ne kadar zorlasam da o geceden net bir şey çıkmadı. Sadece şüphe üzerine sevdiklerimi suçlamamsa ne kadar adil olurdu, bilemiyordum. Ama bildiğim; her şeyi bu kadar kolay kabullenip sineye çeken babam dahil tüm aile efradına, gencecik bir kızın zamansız ve nedensiz ölümünü araştırmayan adli makamlara, en basit bir konuyu bile sündürüp günlerce konuşmalarına rağmen sanki bir suskunluk yasası varmışçasına bu konuda susan kasaba halkına, daha da fazlası hemcinslerine gerçekte ne olduğunu merak bile etmeyen hatta belki de tahmin edip inadına üzerini örten analar, bacılar, tüm kadınlara çok kızgın olduğumdu. Hatta kızgınlığın da ötesine geçen isyan duygularımdı.

Yıllar geçti. Sonraki yıllarda bir daha gidemedim memlekete. Gitmeyi reddettim daha doğrusu. Kimden kaçtım bilmiyorum. Kendimden mi yoksa gerçeklerden mi? Belki de kendi çaresizliğimden kaçtım. Bilemiyorum.

Bu en sevdiğim halaoğlum marazsız bir kızla evlendi. Çocukları oldu. O gece hiçbir şey yaşanmamışçasına hayat devam etti. Herkes her şeyi unuttu. Ben hariç,,,

Ve çığlığında hakikati gizleyen rüzgâr.