NEVİN AKTEKİN GÜLFIRAT/ ZÜHRE’SİNİ ARAYAN TAHİR

ZÜHRE’SİNİ ARAYAN BİR TAHİR

Yazarın sevdiği kadına yazıp gönderdiği ve ondan gelen mektuplardan oluşturduğu, “tutkulu bir aşk hikâyesinin” anlatıldığı “Zühre’sini arayan bir Tahir” adlı kitabın imza günüydü…

Herkes merak etmişti öncelikle bu kitabın yazarını ve hikâyenin kahramanlarını. Kitabın kahramanlarından olan Zühre kimdi? Tahir kimdi? Gerçekten var mıydılar?..

Aralarındaki “bilinmezliklerle ve gizemlerle” dolu bu aşk öyküsü, tutmuştu. Aşkın kutsallığı ile dopdolu bu hikâye tekrar aşkı en derininden yüreklerde hissettirmiş, kitap yoğun talep nedeniyle dördüncü baskıya girmişti. Ne de olsa aşk romanları her zaman prim yapardı.

İnsanlar kitaptan çok yazarını merak ettiklerinden de gelmişlerdi bugün buraya. Çünkü bugüne kadar kimse tanımıyordu kitabı yazan bu “gizemli” adamı.

Kitabın yazarı hiç kimseye röportaj vermemiş, ne bloğunda ne de başka bir yerde herhangi bir fotoğrafını yayınlamamıştı. Zaten kullanıcı adı da kitabının ismi olan “Zühre’sini arayan bir Tahir’di.” Bu yüzden yazılarını okuyanlar yazarın özel hayatıyla ilgili bilgi sahibi değildi.

Kimdi bu Tahir? Bilen yoktu ancak yazarın birçok kadın hayranı; “Zühre” olmak, onun gibi sevilmek, onun gibi tutkuyla sahiplenilmek istedikleri için “hayaller üstü” bir aşkı yazan bu “derin ruhlu” adamı görmek için merakla buraya gelmişlerdi.

Ortada bir masa, bir kalem, bir sandalye bulunuyor, satın aldıkları kitabı imzalatmak için sıraya giren meraklı kalabalık “Zühre’sini arayan Tahir’i” bekliyordu. Kırk beş yaşında, şakakları kırlaşmış, orta boylu, hafif yapılı bir adam alkışlarla geldiği salonda, nazikçe bir selam vererek sandalyeye oturdu.

Gazetecilerden biri sordu:

– Merhaba Tahir Bey, niçin bugün bir gizemi bozarak aşikâr ettiniz kendinizi?

Gülümsedi kitabın yazarı:

– Her şeyin bir zamanı vardır. O hikâyesini okuduğunuz kişi olan Zühre ile yıllarca mektuplaştık. Satırlar arasında oluşan “saf” ve bir o kadar da “ruha değen” gerçek bir aşk yaşadık. Bedenlerin “hükmünü” yitirdiği, ruhların “kördüğüm” olup birbirine sarıldığı, sarıldıkça kaynaşıp kaybolduğu, “mekândan ve zamandan münezzeh” bir şeydi bizim hikâyemiz.

– O, benim Zühre yıldızımdı, ben ise onun Tahir’i idim. Yoğun bir talep üzerine kitabımı çıkardıktan sonra uzun bir süre yazmadı. Küsmüştü Zühre’m bana sırrımızı aşikâr ettiğim için. Geçenlerde bir mektup yazdım yine ona ve dedim ki:

– Zühre’m, “çoban yıldızım” nasıl olur da herkesleşir bu aşk? Sen, bende bir devrimsin bilmez misin? Hem de öyle bir devrim ki “bir devir kapatıp bir devir açan” türden… Ya anla be Zühre’m, ışığımsın. Sensiz hep karanlık bir yarım. Nasıl olur da insan karanlığı seçer, “sen” varken. Gel etme, koyma beni zindanlarda; burası karanlık, sensizlikten üşüyorum, gel çıkar beni zindanlardan “çoban yıldızım” gel artık!

“Zühre’nin Tahir’i” diyerek o da aylar sonra ilk defa geçenlerde yazdı bana:

– Tahir’im! Kalbim sana çok kızdı önceleri, “iki kişilik sırrı aşikâr edip aşkımızı herkesleştirdiğin” için. Sonra anladım ki ben senin Zühre yıldızınım. Senin gökyüzünde bir “ben” vardım, sen ışığını benden alıyordun, onun için böylesine saftın. Sen kalma zindanlarda bensiz! Geldim Tahir’im. Artık ayrı ayrı yerlerde durmak yerine aynı yerde durup aynı gökyüzüne bakmak istiyorum seninle. Artık “vuslat vakti” yakın.

– Tahir’in Zühre’si bugün ilk defa buraya gelecek. İlk defa Zühre yıldızım “güneş” gibi doğarken haneme hissedecek ellerim sıcaklığını. Çok ama çok heyecanlıyım!

Yazarın sözleri bitince herkes “sus pus” olmuştu. Bu “gizemli” insanı tanımak isterken böyle bir hikâye beklemiyorlardı.

Ellerindeki kitapları imzalattıktan sonra gitmiyorlar, karşı köşede bekliyorlardı “ya gerçekten bugün Zühre gelirse” diye.

Saatler geçti. Yazar da umudunu kesmişti. Anlaşılan Zühre utanmış, vazgeçmişti gelmekten.

Sonra bir kitap daha konuldu yazarın önüne imzalaması için. Yazarın içini nedensiz bir heyecan kaplamıştı. Başında bekleyen kişinin yüzüne bakmadan açtı kitabın kapağını ve şu yazıları gördü:

Geldim.

Her şiirde nefesin,

Her şarkıda seslenişin benli gökyüzünün,

Tek yıldızı olmaya geldim.

Tahir’in Zühre’si,

Zühre’nin Tahir’i olmaya geldim.

Geldim Tahir’im!

Geldim!

Sen’in Zühre’n… 

Kalakaldı öylece Tahir. Sanki etrafında uçuşan yıldızlar içindeki kelebeklerle senfonik bir orkestra kurmuşlardı.

Gözlerini kaldırdığında Zühre’sinin “yıldız gözlerinde” kayboldu.

Kalabalığın içinde yok olup başka bir âlemde vücut bulmuşlardı sanki.

Sustular. Sanki yıllar sığmıştı saniyelere. Ayağa kalktı Zühre’nin Tahir’i:

– ”Sen” dedi.

– Ben Zühre’n…  Şaşırdın biliyorum. Evet ben işe giderken her gün yan yana durup otobüs sırası beklediğin, aynı otobüste yolculuk ettiğin kızım… Yani Tahir’in Zühre’si…

Bir alkış, kıyamet onları bu rüyadan uyandırıp gerçeklere döndürdü. Herkes avuç içleri parçalanırcasına alkışlıyordu. “Aşk yok artık” denilen bu devirde, nadir rastlanılan bu aşk masalı kahramanlarının kavuşma sahnesini izleyenlerin içine umut dolmuştu.

– Hoş geldin “Tahir’in Zühre’si” dedi Tahir.

– Hoş buldum “Zühre’nin Tahir’i” dedi Zühre.

Ve “aşkın saflığı” hiç olmadığı kadar ışıldarken ikisinin gözlerinde “yıldız yıldız…” Herkese, her şeye inat söz verdiler birbirlerine “iki âlemde ölümsüz bir aşk yaşamaya…”