YAZICI
Deniz’in sabah uyandığında ilk aklına gelen bugün öyküsünü bitirmesi gerektiğiydi. Çok uzun zamandır uzadıkça uzamış, sümük gibi eline yapışmış, ne yaparsa yapsın hiçbir yere atamamıştı. Bu düşüncesi gülümsetti. Sabah için metaforik espri olmuştu. Kimsesi olmadığı için iç sesi ile konuşuyordu. Yıllardır bir derginin peşinde koşturup şiir-öykü yazarı diye anılmak ve biraz da olsa telif almak istiyordu. Yaptığı getir-götür işleri ile geçimini sağlamaya çalışıyordu. Cumartesi geceleri takıldığı cafe-barda pandemiden dolayı kapanınca evde yalnız içiyordu artık. İki dubleden sonra tadı kaçıyor, huzursuz oluyor, yıllar önce kaybettiği sevgilisi ile kalan birkaç fotoğrafa bakarken sızıyordu. Pazar tüm gün kendisinindi. Genelde yataktan geç kalkıyor, ev temizliğini yapıyor, çamaşırlarını ve biriken bulaşıkları yıkıyor, az da olsa merak ettiği dostlarını arıyordu. Sosyal medya kullanmıyor, bunun zamanını çaldığını hissediyordu. O yüzden akılsız telefon (!) kullanıyordu. Pazartesi sabahı yeterli bir gerginlik yarattığından tüm yazı işlerini salı gününden başlayarak yapıyordu. Bugün elektrik, su, telefon ve doğal gaz faturalarını yatırıp çalıştığı yere gidecek getir-götür işlerine başlayacaktı. Canı sıkılıyordu hem de çok. Gülümsedi.
“Devam etmelisin!” dedi içindeki. Sordu:
“Şart mı? Olmasam olmaz mı? Nedir bu diretme hezeyanı? Neden yaşamak zorunda olayım ki? Kimim var?”
“Hadi işine bak! Geç kalma!” dedi içindeki.
Bir artı sıfır olan evde kalabilmesi için aylık on bin lira vermesi gerekiyordu. Elektrik, su, telefon, doğal gaz, market alışverişi, sigara, içki, ayda bir gittiği randevu evindeki dilberi de sayarsa, aylık kazancı 28.320 lira olduğunu düşündüğünde, iyi ki şair-öykü yazarı diye anılıyorum diye sevindi! Böyle olduğunu hissetmese de hafif ruhu okşanıyordu. Dergi beş aydır kapalıydı. Pandemi, yüz yüze görüşmeleri ‘zoomlu’ ortamlara evirmişti. Artık birbirini izleyen gözler ordusu halinde olmuştu toplum. Hiçbir temas bu kadar acıtıcı olmamıştır, kimse artık diğerine zaman ayırmıyor, yalnızca görüntülü konuşup meramını anlatıyordu. Varsa yoksa tükenmek zorunda olan zamanlara yetişme telaşı. Önce aylık başlamıştı derginin serüveni, sonra iki aylık hale gelmiş, şimdi de üç aylık olmuştu. Genel yayın yönetmeni soğuk suratı ile zoom toplantısında aynen şöyle demişti:
“Böyle giderse gelecek yıldan itibaren internet ortamına geçip basılı dergi çıkaramayacağız!”
Bir bu eksikti!
“Sayfa kokusu olmayan eser mi olur kaltak!” diyememişti.
Ne yapsın zoraki gülümsemiş, bunu da sineye çekmişti. Nereye gidiyor bu edebiyat? İşimiz yazıcıdan çıkaracağımız, sonra bembeyaz sayfanın üzerinde okuyacağımız kağıtlara mı kalacak? Neyse şimdi bunları düşünmemeliyim, işime konsantre olmalıyım. Bugün dört adet teslimat beni bekliyor. Kargo şirketinin kapısından girdiğinde yine o iğneleyici tarzı ile şef:
“Hoş geldiniz Deniz Bey!” dediğinde gerçek dünyaya döndü. Rüya bitti!
Akşam olmak bilmedi. Çok yorgun hissediyordu kendini. Eve geldiğinde dünden kalan makarnayı ısıttı, yedi ve yattı. Yatak gibisi yok. Uyumalı, dinlenmeli…
Salı sabahına gözünü açtığında öykü bugün bitecek, yazıcıdan çıktısı alınacak ve dergiye teslim edilecek, dedi ve yine gülümsedi. Dün de böyle söylediğini anımsamıştı. Devam etmek için gülümsemekten başka çaresi yoktu! Tembelliğini ve isteksizliğini umutsuzluğu ile beslemesine kızdı içindeki. Yok yok, bu akşam bu öykü bitecek. Kadıköy iskeleden simit alıp yiyerek iş yerine gitti. Sıcak çay vardı orada, içti. Üzerine de sigarayı tellendirince keyfi biraz yerine geldi. Üç teslimatı vardı başlamalıydı ki bitirsin! Üç ayrı semtte üç ayrı sosyal düzeyi farklı insanın paketlerini teslim etti. Sosyal sınıf değiştikçe yaklaşım değişmiyordu. İnsanlar yüzüne bakmadan, göz teması kurmadan varsa yoksa paketi teslim alarak giderilen konuları ile ilgileniyordu. Eni konu bir kuryeydi işte, getir- götür. Hayata ne kadar da benziyordu! Biraz getiriyor, çokça götürüyordu.
Akşam oturdu bilgisayarın başına son sözcükleri büyük bir özenle yazdı, yazdı, sildi; sildi tekrar yazdı, yazdı… Gözleri kapanıyordu. Son bir gayret ile yazdıklarını okudu:
” Kazandığım ve harcadığım nereden belli olacak, biliyorsunuz gösteremediğim hiçbir şey benim değildir!”
Günler geçip gitmiş, saçlar kırlaşmış, dünya çapında bir şöhreti oluştuğundan artık sekreter ve web sitesi ile çalışmaya başlamıştı. Orta halli mahallelerde yaşadıktan sonra İstanbul’un rezidansları ile ünlü semtine taşınmış çevresindeki arkadaş grubu da daralmıştı. İçinden hep şöyle geçiyordu:
” Başarımı sindiremedi ibneler! Ne olacak? Varsa yoksa ezikleri, mağdur edebiyatını seven mazoşistler! Dişimle tırnağımla, kazıya kazıya geldim bu günlere, saygı gösterecekler!” Akşam yorgunluk çökünce eve geldi, bir iki kadeh bir şeyler içtikten sonra uyuyakaldı.
Kapıyı çalıyorum, açmıyor rezidans efendisi! Paket kişiye özel, kesinlikle kendisine teslim etmem gerekli. En iyisi görevliye danışayım.
“Pardon Selim Özbek için bir paket teslim edecektim. Kapıyı çaldım fakat yanıt alamadım.”
“Bırakın ben vereyim.”
“Olmaz! Paket kişiye özel mutlaka ona teslim etmeliyim.”
Telefonu uzun uzun çaldırdı fakat yanıt alamadı. Güvenlik kameralarına baktı, arabasını otoparkta gördü. Allah Allah! Çıkış yapmamış. Acep ne ola ki? Rezidans görevlisi huzursuzlanmıştı, birkaç yere telefon açtı fakat huzursuzluğu daha da artmıştı. Şef konumundaki birini aradı, birkaç dakika sonra yanlarında ellerinde yedek anahtarları sallayarak biraz da suratsız biri belirdi. Üçü beraber B/20’ye çıktı, kapı iki kez daha çalındı. Yanıt alamayınca Şef, yedek anahtar ile kapıyı açtı. İçeriden bozuk et kokusu gibi bir koku geldi, kesif ve çok rahatsız edici demeye kalmadan, kusmuğunun içinde boğulmuş suratı morarmış bir adam cesedi gördü. Şef ve görevli telaşla 112’yi aradı. Ömründe ilk kez böyle bir ceset görüyordu. Paket elinde yere çöktü. 112 ekiplerinin ifadelerini alması akşama kadar sürdü. İki paket elinde kalmıştı. İş yapma isteği kalmamıştı. Kargo şirketini aradı, durumu kısaca özetledi, eve geçip banyo yaptı ve uyudu.
Yazıcının başına geçti, kısa öykünün çıktısını almak için tuşa bastı. Yalnızca bir sayfalık bir öyküydü. Okuyayım öyle teslim edeyim, dedi. Okumaya başladı ve hayretler içinde kaldı!
“Selim, sinema televizyon bölümünü bitirmiş, kendisinin söylediğine göre çok çalışarak yaptığı tüm işlerde başarılı olan bir reklamcıydı. Sunduğu tüm ürünler kısa sürede toplum tarafından kapış kapış alınıyor, o da bu tanıtımlar sonucu kazandıklarının kendi geçimini sağlayacak kısmını ayırıp geri kalanını sivil toplum kuruluşlarında, sosyal sorumluluk projelerine harcıyordu. Az ya da çok demeden yetiştirebildiği kadar işleri başarı ile tanıtıyordu. Çevresi genişledikçe işler de artmıştı. Telefonlara çıkamıyor diye yardımcı almıştı yanına. İş hacmi genişledikçe beslenmesini iyi yapamadığından zayıflamıştı. Dostları uyarı yaptığında kendisini düşündükleri için teşekkür ediyor, daha dikkatli besleneceğinin sözünü veriyor, beri yandan takılıyordu:
“Evli arkadaşlar bir tabak yemek getirseler büroya, o iş tamamdır.”
Beraberce gülümsüyorlar; o, her zamanki utangaçlığı ile yanıt veriyordu:
“Kazandığımız ve harcadığımız güzel anlamlı bir gelecek yaratsın, biliyorsunuz iyilik sessizdir, göstermeden yapılmalıdır.”
Günler akıp gidiyor, saçları kırlaşıyor, dünya çapında bir şöhreti oluştuğundan röportajlar ardı ardına yapılıyor, o da dünya ve Türkiye sorunlarına küçük de olsa, çözümün parçası olma adına, çabamız deyip yaptıklarını özetliyordu. Orta halli bir mahallede yaşıyordu, çevresi neden İstanbul’un rezidansları ile ünlü semtine taşınmıyorsun diye sorduğunda inanarak:
“İnsan nasıl yaşarsa öyle düşünürmüş!” diyordu.
Çevresindeki arkadaş grubu da gitgide artıyordu. Aynı mahalleden daha geniş bir eve taşındı. İçinden hep şöyle geçiyordu:
“Başarımı bu insanlara borçluyum! Ne olacak? Varsa yoksa ezikler, mağdurlar ve ötekileşmiş müttefikler! Dişimle tırnağımla kazıya kazıya geldim bu günlere; onlarla yapacağımız çok iş var!”
Akşam yorgunluk çökünce eve geldi, bir iki kadeh bir şeyler içtikten sonra uyuyakaldı.
Kapıyı çalıyor, Selim Özbek kapıyı açıyor! Özür diliyorum uyandırdığım için; paket kişiye özel, kesinlikle kendisine teslim etmem gerektiğinden, demesine gerek kalmadan elindeki kargo çıkışını imzalıyor. Gözünün içine bakarak:
“Çok teşekkür ediyorum kardeşim, sıkıntı yok. Çoktan beri beklediğim yurtdışı projem ile ilgili müjde gibi bir paket getirdin. Sağ ol, var ol. Lütfen şunu kabul et!”
Eline bahşiş sıkıştırıyor. Güvenlik hararetle birisiyle konuşuyor. Başıyla selam vererek geçiyor. Daha dağıtacak iki paketim var ve evde yemek yok!
Deniz afallamış, öyle boş bakıyordu ki Yazıcı’ya…