ERDAL ÇAKICIOĞLU/BENİM TATLI,GİRİŞİMCİ KARDEŞİM

BENİM TATLI, GİRİŞİMCİ KARDEŞİM

İkimiz de kendimizi bildik bileli çalışıyorduk ama bu kez durum farklıydı. O zamana dek, hep ailemize yük olmamak ve ucundan kulağından katkıda bulunmak için çalışıyorduk. Ama şimdi, babamız memurluktan istifa etmiş, Emekli Sandığı’nda biriken parasını son kuruşuna kadar çekmiş ve bizi terk edip gitmişti. Evin bütün sorumluluğu ikimizin omuzlarındaydı artık.

Bir tanıdık aracılığıyla bulduğum ilaçlama işinde zehirlenince o işi bırakmak zorunda kalmıştım. Ama içim içimi yiyordu. Daha lise birinci sınıftaydım ve ciddi ciddi okulu bırakıp ailenin bütün sorumluluğunu üstlenmeyi düşünüyordum. Daha kalıcı, hepimizi doyurabilecek bir iş bulmalıydım. Bulmalıydım ama Iğdır’da böyle bir iş bulabilme olanağı var mıydı o zaman? Ya pastane veya lokantalarda bulaşıkçılık yapacaktım, ya gazoz ya da Iğdır’da o sıralar müşterisi pek bol olan halka tatlılardan satacaktım.

Öncekilerin hepsini denedik kardeşimle birlikte; meyve bahçelerinde işçilik de yaptık ama hepsi geçici oldu. Geriye, tatlı satmak kalmıştı. Ama tatlı satmak da öyle kolay iş değildi ki… İlçede, bu tatlıyı üreten tek yer vardı ve tatlıyı da onun camlı el arabalarıyla satmak zorundaydınız. Bunun için de ya adama güvencelik para bırakmanız gerekiyordu ya da güvenini kazanmış bir tanıdığınızın olması.

Eh, verecek paramız olmadığına göre, ikinci yolu seçmeliydik. Seçmeliydik ama nasıl? Kara kara düşünürken, aklıma sınıf arkadaşlarım Abbas’la İsmail geldi. Özellikle de İsmail…  Ağabeyinin pastanesi vardı ve ben orada bulaşıkçılık yapmıştım. İlla ki tanırdı tatlıcıyı. Kendisi tanımasa bile ağabeyi kesinkes tanırdı.

Geceyi sabah ettim. Daha gün atarken de pastanenin kapısında nöbet tutmaya başladım. Nöbet tutarken pastanenin kapısında, uyuyakalmışım. Dürtülerek uyandığımda    -İsmail’in ağabeyi- İbrahim Ağabey meraklı bakışlarını üzerime dikmişti. Gözlerimi iyice açınca endişeyle bana baktığını gördüm:

— Oğlum, bu ne hâl? Bu saatte ne işin var burada? Bir şey mi oldu evdekilere?

Ardı ardına gelen bu kadar soruya bir anda yanıt veremezdim elbette. Uykudan dürtülerek uyandırılmıştım ve şaşkındım, paniklemiştim. Ben kendimi toparlayana kadar sorular da tepeme biriken insan sayısı da arttı. Neden sonra:

— İsmail’le konuşmam gerek, diyebildim.

İbrahim ağabey, endişeli bir gülüşle yüzüme baktı, elini omzuma koyarak:

— İsmail’le mi konuşacaksın? Bu saatte mi, diye sordu.

Onun yüzündeki endişeyi, bakışlarındaki acımayı görünce ben de kendime acıdım. Gözlerim doldu. Yanıt veremedim. Başımı önüme eğip ayağımdaki naylon ayakkabının –pilaj derdik o ayakkabılara- ucuyla yeri eşelemeye başladım.

— Hele gel içeri, diyip pastaneye aldı beni, İbrahim ağabey. Karnın aç mı?

Nemli gözlerimi gözlerine dikip baktım öylece. Yanıt veremedim yine.

Bu soruyu sorduğu için, kendine kızdı:

— Benimki de soru mu? Elbette açsın… Burada uyuyakaldığına göre, kim bilir kaçta geldin buraya? (O sırada mutfağa geçen ustabaşına döndü.) Usta! Şu bizim delikanlıya bir bardak süt kaynat hele!  Birkaç da poğaça getir. Ben de kahvaltı yapmadım, birlikte yaparız.

Beni bir masaya oturttu; kendisi de karşıma geçti. Biraz önceki acıyan bakışların yerini, şimdi koruyucu, sevecen bakışlar almıştı. Ben önüme konulan poğaça tabağından bir tane alıp zoraki ısırırken, yumuşak, sıcacık bir sesle sordu:

— Eee? Ne konuşacaksın İsmail’le? Bu saatte geldiğine göre, çok önemli olmalı… Eğer sır değilse, bana da söyleyebilirsin ona söyleyeceğini.

— Yok, sır değil, diye yutkunarak fısıldadım, hâlâ dolan gözlerimi gözlerinden kaçırarak.

— Öyleyse söyle bana, dedi, elini uzatıp çenemi okşayarak. Burada az emeğin geçmedi. Belki böylece, benim de sana bir katkım olur da ödeşmiş oluruz.

Zordu ona söylemem, çok zordu. İsmail’le olduğu kadar rahat konuşamazdım onunla. Yanında çalışırken de hep çekinmiştim ondan.  Hem de bir kerecik bile sesini yükseltip beni azarlamamasına karşın çekinmiştim. Nedenini bilmiyordum ama onun karşısında, elim ayağım birbirine dolanıyordu. Şimdi karşısında oturmuş poğaçayı ısırıyor ama bir türlü yutamıyorken nasıl konuşabilir, nasıl anlatabilirdim derdimi?

— Şey, diye kekeleyip sustum.

— Eee, diyerek üsteledi o da.

Anlaşılan, beni konuşturmaya kararlıydı. Daha önce de böyle yapardı. Pastanede ondan habersiz yaşanan her olumsuzluğu, böyle karşısına alıp bana sorardı. Ben de bir iki bocaladıktan sonra, onun üstelemesine dayanamaz bülbül gibi şakırdım. Yine öyle oldu. Bir soruyla çözdü suskunluğumu:

— Evde kimseye bir şey olmadı, değil mi?

— Cık…

— Ama önemli bir durum var?

— Hı hı…

— Peki, neymiş bu önemli durum?

Hıçkırarak yanıt verdim:

— Babam… Bizi terk edip gitti!

Elini uzatıp başımda karmakarışık duran saçlarımı okşadı, düzeltmeye çalıştı:

— Biliyorum. İsmail söylemişti. Bak!  İstersen, yine burada çalışabilirsin, ha?

Bu okşamayla iyice rahatladım; çözülüverdim hemen:

— Şey… Ben, tatlı satmak istiyorum. Eve başka türlü yetemem.

Anlayışla gülümsedi:

— Haklısın. Buradan alacağın üç kuruş haftalık, nasıl döndürür ki koca evi?

— Ama… Ama…

— Ama ne, koçum? Bir sorun mu var?

Ikına sıkıla baklayı ağzımdan çıkarıverdim:

— Tatlıcıya güvencelik istiyormuş ya da kefil.

O ana dek benimle birlikte gözleri dolan İbrahim Ağabey, ağız dolusu kahkahalar atarak gülmeye başladı:

— Koçuma bak be! Hah ha ha! Sorun dediğin bu mu yani? Düşünme bunu, koçum! Güvencelikse güvencelik, kefillikse kefillik… Hah ha ha! Ülen, İsmail’in Ağabeyi olduğum kadar senin de ağabeyin değil miyim, kerata? Hadi, kahvaltını yap da gidelim şu tatlıcıya.

— Şey… Kardeşim için de kefil olur musun, ağabey?

— Olurum olmasına da o daha küçük değil mi? Becerebilir mi dersin?

— Ohoo… O benden daha iyi becerir, ağabey! Benden daha girişkendir. Kafası da zehir gibi çalışır onun.

— İyi, tamam… Kahvaltını yap şimdi.

O kahvaltı, o birkaç bayat poğaçayla bir bardak süt, kahvaltı olmaktan çıktı benim için; görkemli bir şölene dönüştü. Omuzlarımdan kalkan yükün verdiği rahatlıkla, biraz önce zoraki ısırdığım poğaçayı, bu kez iki ısırıkta bitirdim. Tabağımdaki tüm poğaçalarla sütü mideme indirmem, sadece on beş dakikamı aldı.

Bitirir bitirmez kalktım; oturduğu yerden gülümseyerek beni izleyen İbrahim Ağabey’in yanına sokulup “Ben hazırım,” anlamında gözlerinin içine baktım.

Anladı, kalktı o da. Cebinden kasanın anahtarını çıkarıp ortalığa çekidüzen vermeye çalışan şef garsona uzattı:

— Al şunu! Ben birazdan gelirim, dedi.

Anahtarı verdikten sonra, elini uzattı bana. Hemen tuttum elinden ben de. Hem de büyük bir coşkuyla, büyük bir güven duygusuyla.

Tatlı fırınına girdiğimizde tatlıcı, önceden hazırladığı halka hamurları yağ dolu kazana atarak kızartıyor; kızaranları da şerbet dolu kazana aktarıyordu. Sonra, hızla onları şerbet kazanından aynı delikli kepçeyle çıkarıyor, süzüyor, tepsilere yerleştiriyordu. Bizi görünce, işi bırakıp elini önlüğüne sildi. Beni umursamadı elbette ama İbrahim Ağabey’e hızla elini uzatarak gülümsedi. Koştu, bir taburenin üzerine gazete örtüp İbrahim Ağabey’i buyur etti:

— Vay! İbrahim Bey? Sen, buralar? Bizim fakirhanemize onur vermeni neye borçluyuz? Hoş geldin, sefalar getirdin. Ne ikram edeyim sana?

— Eyvallah, Yaşar Usta! Hiç zahmet etme, bir şey istemem. (Elini omzuma koyarak) Geliş nedenim, bu delikanlı.

O ana dek benimle hiç ilgilenmeyen Yaşar Usta, dönüp alıcı gözle beni süzdü:

— Kardeşin mi, İbrahim Bey?

— Kardeşim sayılır. Şimdi, Yaşar Usta; bu delikanlıyla kardeşi, tatlı satmak, sana hizmette bulunmak isterler.

— Evet?

— Duyduk ki, sen kefil istermişsin.

Yaşar Usta, karşısında ezilip büzüldüğü İbrahim ağabeye karşı kendini savunma gereği duydu:

— İbrahim Bey’im, çok darbe yedim bu işte! Tatlı benim, araba benim… Veriyorum birine, gidiş o gidiş; ne tatlı parası dönüyor geri, ne de araba. Ertesi gün çıkıp arıyorum. Bir de bakıyorum ki araba sokağın birinde, hurdaya dönmüş. Adamı da aradıysan bul! Eh, ben de ne yapayım? Baktım ki olacak gibi değil, bu çareye başvurdum.

— İyi… Bunlar, senin arabanı ve tatlını teslim edip sokağa saldığın kopuklardan değiller. Bu delikanlı, bizim İsmail’in sınıf arkadaşı. Başarılı bir öğrenci. Benim yanımda da çalıştı. Dükkânı emanet edip arkama bakmadan  gidebileceğim biri.

— E, niye senin yanında çalışmıyor öyleyse?

— Benim vereceğim üç kuruş haftalık yetmez ona. Bütün evin sorumluluğu onun sırtında.

Yaşar Usta, yeniden beni süzdü. Pek güvenmemiş olmalı ki, nazlandı:

— Valla bilmem ki… Hani biraz büyük olsaydı…

O ana dek yumuşak tonda ve gülümseyerek konuşan İbrahim Ağabey’in alnı birden gerildi. Kıvır kıvır saçları geriye çekildi. Bakışları sertleşti. Hızla oturduğu yerden kalkıp Yaşar Usta’nın gözlerinin içine dik dik baktı. Bağırdı:

— Yuh yani Yaşar, yuh sana! Ayağına geldim diye mi bu cakan? Bak, kafamı bozma! Ant olsun, hemen şimdi gider bir araba filosu kurar, seni de piyasadan silerim! Yaparım da bilirsin. Bu işi kimden öğrendiğini de unutma!

İbrahim Ağabey’in bu öfkesi karşısında, Yaşar Usta bir anda süt dökmüş kediye döndü. Yaltaklanarak omuzlarına bastırıp onu yeniden tabureye oturmaya zorladı:

— Dur be, hemen celallenme! Biz olmaz mı dedik? Tamam, sen kefil olduktan sonra, bu çocuğa gündelikli bir araba veririm. Ama hem ona hem kardeşine veremem; inan kurtarmaz.

— Tamam, ülen! Onun için de güvencelik veririz, anasını satayım!  Kaç para?

— Aslında araba parasıyla birlikte, yüz tatlı parası alıyorum.

— Çüş! Bir de dükkân parası iste bari!

— Yahu, dur da sözümü bitireyim, gözünü seveyim… Madem sen gelmişsin, yüz tatlı parası bıraksınlar, yeter.

— Yüz tatlı parası, ha? Peki, kaç para?

— Yirmi beş lira.

İbrahim Ağabey, hızla oturduğu yerden kalktı. Elini cebine atıp bir tomar para çıkardı. İçinden yirmi beş lirayı ayırıp vuracakmış gibi ona uzattı:

— Al! Yarın sabah, çocuklar için iki tane sağlam araba hazırla. Bunu da bir kıyıya yaz, unutma! Gün ola, harman ola!

İbrahim Ağabey, para tomarını cebine koyduktan sonra, elini uzatıp elimden tuttu. Biz kapıya doğru yürürken Yaşar Usta arkamızdan pişkince seslendi:

— Yarın, en geç beşte burada olun, yeğen.

Ona yanıt vermeden çıktık. Çıkar çıkmaz da İbrahim Ağabey’in öfkesinden eser kalmadı. Yüzüme bakarak gülümsedi:

— Bunlar, bu dilden anlarlar. Nasıl tırstı ama!

— İbrahim ağabey, o para…

— Hangi para?

— Hani, güvencelik verdin ya? En kısa zamanda…

Durdu birden. Yaşar Usta’ya baktığı gibi baktı bana da:

— Bunu bir daha duyarsam, döverim seni! Seni İsmail’den ayırdığımı mı sanıyorsun da bana bunu söylüyorsun, ha?

— Hayır… Ama…

Bana daha yakından bakmak için eğildi. Boyu boyuma denk gelince, alnını alnıma dokundurdu. Sonra diğer elini enseme götürüp kendine doğru çekti. Şakağıma bir öpücük kondurup dikeldi. Gözleri nemlenmişti:

— Babam öldüğünde, ben de senin yaptığını yapmıştım… Aferin!

Elini cebine attı, yeniden para tomarını çıkardı. İçinden birkaç tane çıkarıp benim cebime sokuşturdu:

— Al, bunu da annene verirsin. Siz para kazanana kadar, evin idaresini görür.

— Ama ağabey…

— Sus, ülen! Hadi bakalım… Hâlâ İsmail’le görüşmek istiyorsan, gel dükkâna gidelim. Ama bana sorarsan, uykusuzsun. Evine git dinlen, yarın gündoğumunda kalkacaksın. İsmail’e söylerim, yarın gelir seni bulur, konuşursunuz. Haa… Arabanı da bizim pastanenin köşesine çekersin. Orası işlektir. Ne dersin?

— Tamam ağabey, diyerek minnetle eline sarılıp dudaklarıma götürdüm.

Hem öptüm, hem gözyaşımla ıslattım elini. O, başımı okşayan diğer elini çekene kadar da öpmeyi sürdürdüm. Sonra saygıyla alnıma koyup gözlerinin içine baktım. Ve o yanımdan uzaklaşana kadar da olduğum yerde durup sevgiyle arkasından baktım.

Onun dediğini yaptım. Eve gittim. O gün, kardeşimle doyasıya oyun oynadık. Sonrasında buna fırsat bulamayacağımızı ikimiz de biliyorduk. Gece, yataklarımıza erken girmemize karşın uzun bir zaman uyuyamadık. Kardeşim, işe ilişkin durmaksızın yeni projeler geliştiriyor, ballandıra ballandıra anlatıyordu. Ona kalsa, bir yıla kalmadan zengin bile olacaktık. Öyle tatlı anlatıyordu ki… Onun tatlı sesini dinleyerek uykuya dalmışım.

Ertesi sabah, gün doğmadan fırladım yataktan. Zorlukla da olsa kardeşimi de uyandırdım; evden çıktığımızda, cırcırböceklerinin ve arada yükselen köpek ulumalarının dışında ses yoktu dışarıda.

Sabahın serinliği uykumuzu açmakla kalmamış, üşütmüştü ikimizi de. Ben alışıktım ama kardeşimin omuzlarını kaldırıp titremesi, içime bir yangın düşürmüştü. Ne yapmalıydım? Nasıl çözüm bulabilir, onun üşümesini nasıl önleyebilirdim?

Ben bunları düşünüp üzüntülü bakışlarımla kardeşimi izlerken, bir sokak arasında, köpeklerce kuşatıldık. İkimiz de üşüdüğümüzü unuttuk o anda. Gözüme ilişen irice bir taşı hızla bir elime alıp diğer elimle de kardeşimin elini yakaladım. Korkudan bütün tüylerim dikelmesine karşın, ona:

— Sakın korkma! Korkup kaçmazsak bir şey yapmazlar, diyerek onu sakinleştirmeye çalıştım.

Dediğimi yaptı. El ele, sık sık arkamıza dönüp bakarak bizimle ilgilenmeyen, kendi aralarında oynaşan köpek sürüsünden uzaklaşmaya çalıştık. Biraz arayı açınca da o sırada bizi fark edip hırlamaya çalışan irice köpeği görüp tabanları yağladık.

— Hadi! Durma, kaç! Elimi bırakma!

Dönüp arkamıza bakma cesareti gösteremediğimiz için, bizi izleyip izlemediklerini bilmiyorduk. Yorgunluktan bitmemize karşın, bizi izliyorlardır endişesiyle, tatlıcı fırınının önüne kadar durmaksızın koştuk. Soluk soluğa kendimizi fırının içinde yer aldığı küçük bahçeye atıp kapısını sıkıca kapattık. Soluksuzluktan ve korkudan, neredeyse ikimiz de bayılmak üzereydik.

Tam kendimi salıyordum ki fırının önündeki birkaç insan karaltısını görüp toparlandım. Belli ki bize bakıyorlardı. Onların önünde kendimi salıp gülünç duruma düşemezdim. Kendimi zorlayarak güldüm, kardeşimin omzuna vurarak:

— Ne habeeer? Kim daha iyi koşuyormuş?

Daha önce de belirttiğim gibi, kardeşimin pratik zekâsının üstüne yoktur. Anında durumu kavrayıp bana karşılık verdi:

— Ama sen hile yaptın. Saymam bunu!

Zorlama gülüşmelerle karaltılara yaklaştık. Bu saatte burada bekleştiklerine göre bunlar da bizim gibi tatlı satıcıları olmalıydılar. On kişilik –bizimle birlikte- bu öbeğin içinde, her yaştan insan vardı ve aralarında yaşça en küçükleri bizdik; yani kardeşimdi. Bizden sonra da gelen olabileceğini düşünerek sıramızı belirleyip çoğunluğun yaptığını yaptık; geçip bahçe duvarının dibine tünedik.

Çok geçmeden de kapı açıldı. Tatlılar hazır olmalıydı. Herkes sırası geldikçe içeri giriyor, içi tatlı dolu camlı el arabalarıyla dışarı çıkıyor; hızla bahçeden süzülüp sokakta yitiyordu.

Sıra, sonunda bize de geldi. Doğrulmak istedim ama o da ne? Kardeşim, başını omzuma dayamış, mışıl mışıl uyuyor. İçim sızladı yine. Canım benim, geç uyumuştu, bugünün heyecanıyla. Sabah da uykusunu alamamış, yola düzülmüştü benimle. Köpeklerin korkusundan buraya dek koşmak da cabası… Yorgunluk ve uykusuzluktan hâlsiz düşmüş, uyuyakalmıştı yavrucak!

Seve okşaya uyandırdım. Yarı mahmur, arkamdan içeri girdi o da. Ama Yaşar Usta’nın sinirli sesiyle, kapı ağzında kalakaldı:

— Hop! Teker teker! Hadi, bas dışarı!

— O benim kardeşim usta, diye araya girecek oldum.

Beni de tersledi:

— Olur, generalim… Buyruğunuz üzere, ikinizin karşısında da selama geçeyim mi? Bana ne, ulan? Kardeşinse kardeşin… Tek tek gireceksiniz, o kadar! Elli tane elim yok benim!

— Öyleyse, önce o alsın arabasını, diyerek kapıya doğru yürüdüm.

— Dur, diye ünledi.

Komutuyla olduğum yerde çakılıp kaldım. Yanıma yaklaşıp omzumdan tuttu. Eliyle çenemden tutup yüzümü yüzüne çevirdi. Çeneme tatlının yapışkanlığı bulaşınca, irkildim. Endişeyle gözlerinin içine baktım.

— Sen, dün İbrahim’le gelen çocuk değil misin?

Yanındayken “bey” diye ağırladığı, karşısında yaltaklandığı adamın adını söylerken, öfke kusuyordu sanki.

— Evet, dedim cılız bir sesle.

Ürkmüştüm.

— Hanginiz gündelikçisiniz?

— Ben…

— İyi… Sen az bekle. (Kardeşime döndü.) Sen gel bakayım…

Kardeşim, bir bana, bir ona baktı. Bendeki ürküntü, onu epeyce korkutmuştu anlaşılan. Bize doğru yürürken o incecik bacaklarının titrediğini görüyordum. Geldi, benimle Yaşar Usta’nın arasında durdu. Korku dolu bakışlarını ona dikti.

Yaşar Usta, kardeşimi yukarıdan aşağıya süzdükten sonra, bana döndü:

— Bu, daha çok küçük, oğlum. Çok da sıska! Yüz tane tatlının olduğu arabayı nasıl itecek bu?

Kardeşim, işi kaybetme korkusuyla fırlayıp arabalardan birine yapıştı. Ve büyük bir ustalıkla iterek yanımıza getirdi:

— Sıskalığıma bakma, usta! Güçlüyüm ben! Ağabeyimle meyve bahçelerinde az meyve sandığı taşımadım… Bu ne ki!

Yaşar Usta, “Doğru mu?” der gibi yüzüme baktı. “Evet!” anlamında başımı salladım. O ana dek öfkeyle soluyan adamın yüzüne bir rahatlık, bir gülümseme yayıldı. Şekerli elini uzatıp kardeşimin saçını okşadı. Dokunduğu yerde, kardeşimin saçı topak gibi yapışıp kaldı.

— Aferin sana! Gözü açık birine benziyorsun sen. Sevdim seni! Ama tatlı da yüklenince, çok ağırlaşır araban. İstersen, şimdilik elli tane koyalım. Onu sat gel, ellisini de sonra al; olur mu?

— Hayır, sen yüzünü de koy. Onları öğleye varmaz satar, gelir yüz tane daha alırım.

Kardeşimin dediği oldu. Arabasına tatlıları yerleştirdikten –hem de seçerek- sonra, beni beklemek üzere dışarı çıktı. Ben de işimi bitirdikten sonra, bahçeden çıkıp yola düzüldük. Aklım ondaydı; ta ayrıldığımız yere kadar gözümü ondan ayıramadım. Arabayı iterken zorlandığını görerek:

— Çok uzaklaşma, diye tembih ettim, ayrılmadan önce.

Arabamı, İbrahim ağabeyin istediği yere, pastanenin köşesine yerleştirip bekledim. Öğlene doğru İsmail yanıma geldiğinde tatlıların neredeyse hepsini satmıştım. Bir tane ona ikram ettim; kırıklardan bir tane de kendime alarak söyleşiye koyulduk.

Tam öğlende, kardeşim geldi. Acıkmıştı belli ki… Arabası ise hâlâ doluydu.

— Ne o? Satamamışsın, diye takıldım.

Öfkeyle söylenirken, yanaklarına al yürüdü:

— Sattırmıyorlar ki!

Benden önce, İsmail atıldı:

— Nasıl yani? Kim sattırmıyormuş?

Kardeşim, eliyle geldiği caddeyi gösterdi:

— Hiçbiri! Dükkânlarının önünü kapatıyormuşum… Şu ilerideki dükkânın sahibi de tatlıyı aldı, parasını vermedi!

— Nasıl vermez, diye atıldım. İstemedin mi?

— İstemez olur muyum, istedim elbette! Ama işgaliye parası diyip vermedi domuz!

İsmail, o caddenin girişine doğru yürüyüp kardeşime döndü:

— Hangi dükkân? Göster bana…

— Soldan beşinci… Zahireci…

İsmail, başka hiçbir şey söylemeden, hışımla o yana yürüdü. Beş dakika sonra da elinde tatlı parasıyla geri döndü:

— Al!  Sahipli olduğunu anlayınca nasıl da kuzu kesildi deyyus!

Sonra da aynı hızla pastaneye daldı. Vitrinden, ağabeyinin yanına gidip eliyle bizi işaret ederek bir şeyler anlattığını gördük ikimiz de. Merakla bakıştık. İkisinin de dostlarımız olduklarını bildiğimiz hâlde, endişelendik de.

Biz endişeyle birbirimizin yüzüne bakarken, az sonra, ellerinde börek dolu tabaklarla, ikisi birlikte çıktılar. İbrahim ağabey, börek dolu tabağı kardeşimin eline tutuşturduktan sonra, onun arabasını itip pastanenin öteki köşesine yerleştirdi.

— Eveeet… Senin tezgâhı da buraya kurduk, delikanlı. Artık sen de burada satarsın… Ama fazla bağırıp ağabeyinin müşterisini çalmak yok, tamam mı?

— Tamam… Söz! Sağ ol, ağabey…

Ama kardeşim, müşteri çalmaktan daha fazlasını yaptı…

Daha o gün, benim arabadaki tatlıların erken bittiğini görünce, kendi arabasındaki kalan tatlıları benim arabama aktardı, parasını da alarak. Dolayısıyla o satmış, ben satamamış oldum.

Akşam arabaları teslim etmeye gittiğimizde de tatlıcı, kardeşimi örnek almamı söyleyerek epey bağırıp çağırdı bana.

Bu değiş tokuş, benim tatlı, girişimci kardeşimin aklına yeni bir fikir getirdi. Ve tatlı diliyle, beni de inandırdı fikrinin doğruluğuna. Ve hemen ertesi gün de uygulamaya koyduk.

Böylece, her gün öğlene kadar satabildiğini satıyor, satamadığını bana devrederek gidip arabasına yeniden tatlı doldurarak yanıma dönüyordu. Akşam da yine kalan tatlılarını benim arabama aktarıyor; ben yarısı satılmamış tatlılarla dönerken o, iki araba tatlıyı satmış olarak övünçle tatlıcının karşısına dikiliyor; eve de benim iki katım kadar para kazanmış olarak dönüyordu. Doğal olarak tatlıcı da onu çok seviyor, tembel bulduğu beni de işten kovmak için bahaneler arıyordu.

Aradığı bahaneyi de sonunda buldu. İşe başladığımızın ikinci haftasında, kardeşim ikinci arabasını doldurmuş getirirken koşturma sevdasından devirmiş. Tatlılarının bir kısmı yere dökülüp toza toprağa belenmiş. Yanıma geldiğinde alı al moru mordu. Durumu anlatınca, güldüm. Toprağa belenmiş tatlıları ayırıp yememizi önerdim ama kabul etmedi. İş bilir bir tüccar havasıyla:

— Olur mu ağabey, dedi. Bunların hepsi para… Nasıl yeriz onları?

— Peki, ne yapacağız? Kim alır bu toza toprağa belenmiş tatlıları?

— Kimse almaz elbette…

— Eee?

Girişimci kardeşimde çözüm mü istersiniz? Dedim ya, ticari konularda, daha o yaşta kafası tıkır tıkır çalışır, anında çözüm üretirdi. Ama o günkü çözümü, belli ki yolda gelirken düşünmüştü.

İlk, onları bendeki temiz tatlılarla değiştirmek istedi. Karşı çıkacak olduysam da her zamanki ağlamaklı bakışlarını gözlerime dikince dayanamayıp razı oldum.

Ve o günün akşamı, o boş arabasıyla, ben de içinde tozlu topraklı tatlıların da olduğu kısmen dolu arabamla geri döndük. Bu, benim tatlıcıya son dönüşüm oldu. Hemen o akşam kovuldum.

Ben yeniden İbrahim ağabeyin pastanesinde bulaşıkçılığa dönerken kardeşim, bir süre daha sürdürdü tatlıcılığı. Ama elbette eskisi gibi tatlı satamayınca foyası ortaya çıktı ve çok geçmeden o da kovuldu.

Yıldı mı girişimcilikten? Hayır! Tatlıcıdan kopardığı yirmi beş lira güvencelikle un, kıyma vb. alıp anneme börek yaptırdı ve elinde tepsi, köşe bucak dolaşarak onları sattı. Hem de iyi sattı; benim haftalığımdan iki kat fazlasını kazandı.

O gün bugündür girişimciliğini sürdürüyor, benim tatlı kardeşim. Hem de başarıyla!