MEHMET EMİN TURGUT/ DERMAN BABA’NIN KANARYASI

DERMAN BABA’NIN KANARYASI

İnsanlar yaşadıklarından ne kadar ders alıyor veya alıyorlar mı? Konulu bir tartışma başlatmıştık ki kendisini misafir ettiğimiz eğitimci, yazar Mehmet Ali Köşkeroğlu arkadaşımızın insanlara yaşadıklarından bazı dersler çıkarmaları gerektiğini belirterek konuya ilişkin günümüzden iki yüz elli yıl önce kendisine de başkasının naklettiği bir hikâyeyi bize anlattı. Hikâyenin gerçek mi, efsane mi olduğuna dair elbette bir yorum yapmamız söz konusu olamaz.  Ancak hikâyenin geçtiği yıllara bakıldığında bunun bir efsane olma ihtimalinin daha yüksek olduğu düşünülebilir. İster efsane ister gerçek olsun sonuç olarak bize gösterdiği yol bakımından son derece kıymetli.  Bugün benden istediğiniz ve bana ait olan bir öyküyü değil de arkadaşımın naklettiği bir öyküyü, onun aktardığı şekilde sizlere aktarmaya çalışacağım. Öykünün bitiminde gerçek mi, ütopya mı, efsane mi olduğuna siz karar vereceksiniz. 

On yedinci yüz yılın başlarında Horasan’dan gelip Harput’un Hazar Dağı eteklerinde yerleşen Türkmen kökenli Düzgün Baba ve ailesinin kurucusu olduğu Salı Baba Köyü’nün beyi olan Kalender Ağa’nın terk derdi vardı. O da iki evliliğe rağmen erkek evladının olmamasıydı. Bundan dört yıl evvel vefat eden ilk karısı Fazilet Hanım’la evliliklerinden iki kızı olmuştu. Daha sonraki zamanlarda birkaç düşük olmuş, son düşük esnasında da aşırı kanamadan hanımı vefat etmişti. Bu elim olaydan sonra Kalender Bey kendine gelememiş, dört yıl boyunca dul yaşamıştı. Araya aile büyüklerinin ve köyün ileri gelenlerinin girip ısrarlı bir biçimde evlenmesi ve soyunu sürdürecek bir erkek evladının olmasının şart olduğunu öne sürmeleri üzerine, Hıdır Efendilerin kızı olan Yazgülü’yle evlenmişti. Yeni eşte iki doğum yapmasına rağmen soyunu sürdürecek bir erkek çocuğu verememişti. Hali vakti yerinde olan, çevresince çok sevilip sayılan ve kendisine ‘’ Bey’’ unvanı verilen, dağları taşları inleten güç ve kuvvete sahip olan Düzgün oğlu Kalender’in soyunu sürdürecek bir varisi olmaması kabul edilemezdi. Kendisi kaderine boyun eğse bile ahalisi bunu kabul edemez, en azından içlerine sindiremezlerdi. Ahaliden bilgelikleriyle öne çıkanlar araştırdıktan sonra çevreye şifacılığıyla nam salmış Cafer Baba’ya ulaşmayı başardılar. Gidip durumu anlattılar.  Şifacı da beyin mutlaka yanına gelmesi gerektiğini söyleyip gelenleri uğurladı. Köye döner dönmez konuyu beye açtılarsa da Kalender Bey, böyle bir şeye yanaşmadı. Evet, şifacı olabilir, hastalıklara derman olabilirdi. Lakin çocuk sadece Rabb’in işiydi. Çevrenin baskısına rağmen yeni bir eşte istemedi. İki yıl sonra Yazgülü Hatun yeniden hamile kaldı. Bu defa sonuç Kalender Bey’in gönlüne göre oldu. Hani deyim yerindeyse nur topu gibi bir oğlu oldu. Zeynel koydular adını. Ebe Karakız Bacı ricacı oldu, Abidin’i de ilave ettiler. Artık Kalender Bey’in ilk ve tek oğlu olan çocuğun adı Zeynel Abidin oldu. Üstüne titrenen, el bebek gül bebek büyütülen her isteği yerine getirilen Horasanlı Düzgün Oğlu Kalender Bey’in oğlu tüm köyün çocuğu olmuş el üstünde tutulmuştu. Allahı var her geçen gün büyüyen, gelişen, gürbüzleşen biri olarak siyah saçları, kara gözleri, kartal bakışlarıyla da etrafını büyülemeyi başarmış, kendisine gösterilen özen, sevgi, saygıyı fazlasıyla hak etmişti. Ta çocukluğundan başlayarak çevredeki en iyi âlimlerden ders aldırılmış, tam bir şehzade gibi yetiştirilmişti. Bir kere çok terbiyeliydi. Küçük büyük ayırmaz sevgi ve saygıda kusur etmez, ihtiyacı olan herkese yardıma koşar, âlimlerden öğrendiklerini kendinden küçüklere naklederdi. İyi saz çalar, türkü çığırırdı. Ata biner, iyi güreş tutardı. On yedi yaşına gelmiş olmasına rağmen daha sırtını yere getirecek bir babayiğit ortaya çıkmamıştı. En büyük özelliği hayvansever olmasıydı. Babasının yardımıyla bir çiftlik kurmuş, bütün evcil hayvanlardan birkaç tane edinmişti.  Evcil hayvanların yanı sıra kuşlara da çok büyük bir tutkusu vardı. Öyle ki yerli halkın, bora hane dedikleri içinde yüzlerce güvercinin bulunduğu bir kuş evi yaptırmıştı. Bunlar yetmezmiş gibi her birinde en az bir düzine kanarya, keklik, bülbül, muhabbetkuşu, papağan bulunan çok sayıda kafes kurdurmuştu. Bütün zamanını hayvanlarla geçiyordu. Bunların yanı sıra bir de Mürteza Ağa’nın kızı Nurbanu’yla birbirlerine tutulmuşlardı.. Lakin ikisi de çok genç oldukları için bu tutkularını kendilerine saklamış, sevdalarını gizli gizli yaşamaya çalışmışlardı. Gündüzleri hiç görüşmeyen aşıklar gece herkesin uyuduğu zamanda Hazar Gölü’nün kıyısında buluşup, mehtabı seyreder, ufak ufak sevişirlerdi. Zeynel Abidin için hayat dört dörtlük olarak devam ediyordu. Her zaman sevecen, her zaman sevgi dolu etrafına karşı saygılı olmayı sürdürüyordu. Her ne olduysa o yıl ki Nevruz’dan sonra oldu. Eski Zeynel gitti, yerine yepyeni ama olumsuz bir delikanlı geldi. Önce topluma karşı tuhaf davranmaya; itici, kırıcı olmaya daha sonra da günden güne erimeye başladı. Toplumun içine çıkmayarak gününü tamamen kuşlarla geçirmeye başladı. Kuşlarla vakit geçirmesinde elbette bir sakınca yoktu. Öyle bir an geldi ki dağ, bayır, ova, yayla her ne varsa bir başına dolaşır oldu. Bitmeyen hırçınlığı ve giderek bozulan sağlığı önce aileyi sonra da ahaliyi tedirgin etmeye başladı. Bu durumu düzeltmek için dökülmeyen kurşunlar, yazılmayan muskalar, yapılmayan büyüler, kullanılmayan ilaçlar kalmamasına rağmen durum giderek daha da kötüleşti. Bir akşam Kalender Bey, onu karşısına alarak derdinin ne olduğunu sordu. Saatlerce konuşmalarına rağmen Zeynel’den tatmin edici bir açıklama gelmedi. Baba, en sonunda oğluna şöyle dedi: Sen, bir beyin oğlusun ve ileride benim yerime bey olacak kişisin. Bu halinle ne bey olabilirsin ne de hayatta kalabilirsin. Eğer kendi aramızda sana bir çare bulamazsak seni Harput’taki şifacılara götürmek zorunda kalırım. Abidin, Harput’taki şifacıların ne anlama geldiğini bilmese de babasının anlatış tarzından kötü kişiler olduğunu varsaymış, babasına; ben derdimi anlatsam çare bulacak mısın ki diye yanıt vermişti. Baba, ipin ucunu yakaladığını anlayarak elbette bulurum. Senin için dağları, çölleri, denizleri aşarım diye cevap verdi. Çocuk, baba bütün bunlara gerek yok. Bana konuşan bir kanarya bul yeter, diye sözlerini tamamladı. Böyle bir isteğin olacağını aklının ucundan geçirmeyen baba, ne konuşan kanarya mı dedin, diye oğlunu yanıtladı. Oğulun yanıtı evet, baba oldu. Harput yöresinin en güçlü, kuvvetli ve varlıklı olan beyi kısa bir şaşkınlıktan sonra merak etme bulacağım sana o kanaryayı diye yanıtladı. Yalnız senden isteğim bir şey var. Çocuğun, buyur baba demesi üzerine, bu akşamdan başlayarak eski haline dönecek, bana da kanaryayı bulmam için makul bir zaman tanıyacaksın. Bu konuşma üzerine baba, çocuk anlaşarak geceyi noktaladılar. O günden sonra oğul, babasının verdiği sözü tutmasını, babaysa verdiği sözü tutmanın yollarını arayıp durdular. Ne baba istediğine erişebildi ne de oğulda bekleyecek sabır kaldı. Ancak oğul verdiği sözü tuttu, hırçınlığından, avare avare gezip tozmalarından vazgeçip, yeterli olmasa da davranışlarını düzeltti. Bunları gören baba, ne yapıp edip çocuğuna verdiği sözü tutacaktı. Ama nasıl? Bülbülün öttüğünü, papağanın konuştuğunu duymuştu, hatta görmüştü ama konuşan kanaryayı ne görmüş ne de duymuştu. Ama oğluna bir sözü vardı.  Konuşan bir kanarya bulacaktı ya da oğlunu tatmin edecek bir yol bulacaktı.  Aradan bir süre geçtikten sonra köyün bilgeleriyle bir araya gelip soruna çözüm aradılar. Bilgelerden Bektaş Efendi, Dersim’de Munzur yöresinde Derman Baba diye bir bilgenin yaşadığını, duyduğuna göre onun konuşan kanaryaları olduğunu, Munzur’a giderek onlardan bir tane getirmeleriyle sorunun çözüleceğini söyleyip sözlerine şu şekilde devam etti: Böylece siz sözünüzü yerine getirmiş olacaksınız, oğlunuz da muradına erecek. Bu konuşma üzerine toplanan heyet er zaman da beş kişilik bir atlı grubunun yola çıkmasını kararlaştırdı. Zeynel Abidin’in de grubun içinde olması alınan kararların içinde yer aldı. Sonbahara doğru altı kişilik bir atlı grubu çeşitli hediyelerle ve yolda yemek üzere hazırladıkları azıklarıyla Hazar Gölü kıyısındaki Salı Baba Köyü’nden Dersim’e gitmek üzere yola koyuldular. Uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra Munzur Çayı kıyısından dünyanın belki de sekizinci harikası olacak muhteşem bir doğanın içinden geçerek Munzur Dağı’nın tepesindeki Derman Baba’nın Dergâhına ulaşırlar. Kendilerini karşılayanlar tarafından istirahatleri sağlanır, karınları doyurulur. Belli bir süre dinlendikten sonra Derman Baba’nın karşısına çıkarılırlar. Derman Baba oturduğu postnişten kalkarak onları karşılar. Burada ikram edilen çaydan sonra Bilge Derman Baba sebebi ziyaretlerini sorar. Zeynel Abidin, konuşan bir kanarya aradığını, bu kuşun burada bulunduğunu, onu almak için geldiklerini anlatır. Derman Baba, pürdikkat delikanlıyı dinledikten sonra gülümseyerek delikanlıya, kendisini takip etmesini ister. İç içe yapılmış üç odadan geçerek dördüncü kapının önüne geldiklerinde bilge, gence haydi bakalım kapıyı aç. İstediğin bu kapının ardındadır der. Çok büyük bir sevince kapılan Zeynel, büyük bir heyecanla kapıyı açar ve bir çubuk üzerinde yan yana duran iki kanaryayı görür. Bilge kişi işte istediğin varlık burada. Beyaz olanı al ve git. Beye de selamımı söyle diyerek kafileyi uğurlar. Büyük bir sevinç, tanımsız bir mutluluk duyan Zeynel kanaryasıyla birlikte yola koyulur. Geldikleri süreden daha kısa bir sürede Harput’a geri döner. Artık bahtiyardır. Çünkü muradına ermiş, konuşan kanaryasına kavuşmuştur. Bu mutluluğunu ahaliyle paylaşmış ve onlara ziyafet çekmişti. Altından bir kafes yapıp kanaryasını içine koyup konuşmasını beklemiş. Kanarya bulunduğu kafeste büyük bir ahenk içinde ötüp durmakta adeta şarkı söylemektedir. Kanaryanın bu ötüşünden ilk zamanlar büyük bir keyif alan Zeynel bir hafta, on gün sonra konuşması için kanaryaya sorular sorar. Lakin bir yanıt alamaz. Bu duruma çok öfkelenir ve kanaryaya konuş, konuşş, konuşşşş diye bağırmaya başlar. Bir hafta boyunca şarkı söylercesine öten kanarya bu kez ötmeyi de bırakıp sus pus olur. Oldukça ürkmüş bir şekilde Zeynel’in yüzüne bakıp durur. Öfkesinden deliye dönenen Zeynel, kanaryayı kaptığı gibi yanına bu defa iki atlı alarak yeniden Munzur’a doğru yola koyulur. Bilgenin huzuruna çıkıp olup biteni anlatır. Bilge Derman Baba, kanaryanın gagasına dokunur, kanaryadan ses çıkmaz. Aynı dokunuşu birkaç kez daha dener yine kanaryadan çıt çıkmaz. Büyük bir merakla kendisine bakan Abidin’e; Dil kilitlenmesi hastalığına tutulmuş der. Aslına bakılırsa sana çok şey anlatmış ama sen anlamayınca o da hastalanmış der. Peki ne olacak bilge baba diye sorunca da merak etme çaresiz bir dert değil. Dışarı çık, az ileride bir incir ağacı göreceksin. İncir ağacı küçük ve nazik meyve verir. O ağaçtan bir incir kopar ve ezmeden getir. Meyveyi kanaryaya yedirirsek dili açılır. Her şey yoluna girer, kuşun hem öter hem de konuşur.  Derman Baba’nın bu sözü üzerine dışarı fırlar. Gerçekten de bahçede bir incir ağacı vardır. En hızlı bir şekilde ağacın yanına varır. Ağacı tepeden tırnağa kadar süzer. Ağaçta sadece bir incir olduğunu görür. Güçlü kuvvetli kollarıyla ağaca asılır. O incirin bulunduğu dal kırılır ve metrelerce uzağa düşer. Zeynel, dalın yanına vardığında incirin yere düşen dalın altında kalıp ezildiğini görür. Delikanlı, şaşkınlık ve hüzün dolu bir durumda geri gelerek olanları bilgeye anlatır. Delikanlıyı ilgiyle dinleyen bilge ona şu öğütleri verir: Bak oğul, yaşadığın olaylardan bazı dersler çıkarmayı öğrenmelisin. Hz. Süleyman’dan bu yana hiçbir insanoğlu hayvanlarla konuşmayı başaramamıştır. Hiçbir hayvan Hz. Süleyman’dan başka bir insanla konuşmamıştır. Kalubeladan beri papağan dışında hiçbir hayvanın konuştuğuna kimse tanıklık etmemiştir ki papağan da sadece kendine öğretileni tekrarlar. Unutma ki kanarya ötücü bir kuştur asla konuşmayı öğrenemez. İçinde ateş olmayandan güneş olup etrafı aydınlatmasını bekleme. Karşındakine sadece kendini anlatmaya çalışma, onu dinle ve anlamaya çalış. Kontrolsüz güç her zaman yarar sağlayamayacağı gibi zarar da verir. Az önce sen gücünü gereğinden fazla kullanarak dalın kırılmasına meyvenin ziyan olmasına neden oldun. Unutma ki dalda kopsa, kolda kopsa incir yere düşer. Marifet inciri sağlam koparabilmektir. Her canlı ancak kendi özelliklerini ortaya koyabilir. Ondan sahip olmadığı bir özelliği yansıtmasını beklemek cahilliktir. Şimdi var git memleketine bu öğütleri unutmadan yaşamaya çalış. Bilgenin bu öğütleri üzerine Zeynel Abidin, değil beyin oğlu olmak, feriştahın oğlu bile olsa bazı şeylere erişemeyeceğini öğrenerek Hazar’a geri dönmek için yola koyuldu. O ve arkadaşları yola koyulduklarında Munzur Dağı’nın tepesinde kar tane tane atıştırmaya başlamıştı.