MURAT BOĞURCU/YARIM KALMIŞ HİKAYE

YARIM KALMIŞ HİKÂYE

Ciğerlerine çektiği her soluk, derinlerinde havayı daha da bulanıklaştırıyordu. İçindeki haritasını bilmediği labirentte oksijen, hırıltılı bir ıslık gibi aşağıya iniyor ve dışarı çıkarken çığlığa dönüşüyordu. Başını göğe doğru kaldırdığında, tavanındaki sınırsız boşluk daha da büyüyordu. Maviye bandırılmış gözleri, boşluğun içinde rengini gökyüzüne boşaltıyordu.

Kalbindeki koyu karanlık, bütün aydınlığını yutacak gibiydi; başı ağırlaşmış, midesi alkolle doldurulmuş gibiydi. Kahrından içi kırışıyor, kusmamak için bütün iç organlarını sıkıyordu. Mantığının içinde oluşan bütün imkânsız ihtimalleri, kafatasının içinde her birini bir köşeye sıralayıp sonra onları uzaktaymış gibi gözlerini kısarak sessizce izliyordu. Ağır bir darbenin şoku karşısında büyük bir tepki göstermeyip sakin kalmayı başardığına kendisi bile inanamıyordu.

Daha önce hiç görmediği, adını bile duymadığı bir kadın, gelip karşısına oturmuştu. Önce şaşırmış gibi yaparak kadının söylediklerini ilginç bir hikâye gibi dinlemiş, kadın konuştukça, duydukları karşısında aklı dağılarak yerinden oynamıştı. Şaşırması, kadının kalbini acıtacak güzelliğindendi; kafasında oluşan ağrıların sebebi ise kadının büyük bir ciddiyetle söyledikleriydi. Peki, kimdi bu kadın? Rojwan hakkında bu kadar bilgiyi nasıl öğrenmiş, bu bilgileri nereden elde etmişti?

         Rojwan, boyu Roza’nın boyunu geçmeyecek kadar kısa ve minyon yapısıyla, gerçek yaşını herkesten ustalıkla saklayabiliyordu. Mavi gözleri, siyah saçlarıyla yüzünde ölçüsüz bir uyum yaratıyordu. Elmacık kemikleri neredeyse dışarı fırlayacakmış gibi belirgindi. İnce yüzü, hafif uzun saçları ve her gün aynı düzeyde olan kirli sakalıyla doğallığında kibardı. Ses tonu gürdü ve siyah giymeyi gelenek haline getirmişti. Orta halli bir memur, matematik öğretmeniydi. Okulda gününü sorunsuz geçirecek kadar sorumluluk sahibiydi. Vicdanı orta düzeydeydi; devlet ona ne kadar maaş verirse, o da o kadar çalışıyordu. Ancak neredeyse her gece edebiyatla iç içeydi. Cemal Süreya’nın yazdığı bütün şiirleri bir gecede büyük bir iştahla okuyor, başka bir gün Dostoyevski’nin kitabını eline alıp soluksuz okuyordu. Hem yazıyor hem de seslendiriyordu. Birçok dergide şiirleri yayımlanıyordu ve öykü yazmakta da maharetliydi. Şiirlerini ortalığa her yerde saçıyordu ama çoğu zaman öykülerini sadece kendisi için okuyup özenle rafa kaldırıyordu. Bu öykülerini özel ajandalarda tükenmeyen kalemlerle yazıyordu.

        Son bir ay içerisinde yaşadıkları ve okudukları aklını bulandırıyordu. Gördüğü rüyalar ve onu uykusundan eden kâbuslar bu olaylara birer işaret miydi? Gerçek ve hayalin böyle iç içe geçmesi, kendisini gerçekliğinden alıkoyuyor ve normal bir insan gibi görünmesine izin vermiyordu.

Rüyasında bu kadının güzelliğine yakın bir varlıkla bu konuşmayı sanki daha önce gerçekleştirmişti. Sanki yaşadığı hayatı tekrar başa sararak yaşıyordu. Çoğu zaman bu hissi yaşıyor ama hiç bu kadar belirgin bir şekilde yaşadığını hatırlamıyordu.

        Bir pazar sabahıydı, eline kitabı alıp sıklıkla gittiği, iki sokak ötede olan loş ışıklı barına doğru yürümeye başladı. Saat on buçuktu. Pazar günleri en sevdiği saatlerdi. Her hafta, çok önemli ve acil bir işi olmazsa, özenle seçtiği kitabı alır, tam on buçukta yola çıkar, her zaman oturduğu köşesine yerleşir, bir şeyler sipariş eder ve kitabı okumaya başlardı. Kitabın ilk sayfasını açtığı gibi sayfalarındaki derin sulara dalması çok zaman almazdı. Yine her zamanki gibi, kitabın uzun paragraflarında yüzmek için dikkatini bütün gücüyle toplayıp köşesine oturdu. En sevdiği buğday birasını sipariş edip, kitabın ilk sayfasını çevirerek gözlerini harflere dağıttı. Kısa bir süre sonra, hayatını alt üst edecek, onunla daha önce birlikte yaşadığı ama yaşadığını daha erken keşfeden hayatının aşkının içeri gireceğinden habersizdi.

Kapıdan uzun boylu, zarif hali kilometrelerce öteden fark edilecek alımlı bir kadın içeri girdi. Roza, tanınmış bir avukattı; işini layıkıyla yapıyor ve güzelliğiyle gittiği her yerde dikkatleri üzerine çekiyordu. Çevresindeki kadınlardan daha uzun, kumral kıvırcık saçları, kıvrımlı vücudu ve gülümsediğinde resmen dışarıya saçılacak gibi olan gamzeleriyle güzelliğini daha da perçinliyordu. Dolgun dudaklarını, çekici hafif çekik gözlerini ve ortayı tam tutturmuş bir ağırlığını çok güzel taşıyordu. Özgüveni tavana değebilirdi ve konuşmalarında bu özelliğini insanlara çok hissettiriyordu.

Yürürken yere sert adımlarla basması, kibirli olduğunu birazcık ortaya çıkarsa da Roza’nın güzelliğinden hiçbir şey eksiltmiyordu. Zaten karşısında kim olursa olsun, sadece Roza’nın normal olmayan güzelliğine odaklanıyor ve davranışlarındaki pürüzlü halleri umursamıyorlardı. Roza gelip karşısına oturdu.

“Merhaba, ben Roza!”

Rojwan kafasını kaldırıp karşısına baktı. Önce afalladı, ne diyeceğini bilmiyordu, sadece Roza’ya bakıyordu. Çünkü okuduğu kitapta da kadın kahramanın adı Roza idi. Geçenlerde gördüğü bir rüyadan etkilenmişti. Normalde gördüğü rüyaları çoğu zaman hatırlamazdı ama her nedense o rüya kalıcı bir iz bırakmıştı zihninde. Karşısında oturan kadın, rüyasına misafir olan kadının güzelliğini andırıyordu. Bir an için, tesadüflerin ortasında olduğunu hissetti. Kadının fiziksel tasviri ve okuduğu kitaptaki öykünün olay kurgusu, bulunduğu gün içerisinde yaşadığı anlarla benzerlik gösteriyordu.

“Merhaba, benim adım da Rojwan.”

Roza, alımlı yüzüyle gülümseyerek:

“Biliyorum kim olduğunu. Senin hakkında her şeyi biliyorum, kendini bana özet geçmene gerek yok. Ben senin uzun metrajını erken kazanmaya geldim.”

“Ne demek istiyorsunuz, anlayamadım gerçekten. Kimsiniz ve benden ne istiyorsunuz?”

Rojwan, bu cümleleri ardı ardına sıralarken ne olduğunu anlayamıyordu. Olabilecek bütün ihtimalleri aklında sıraladı ama gerçekten ne olduğunu anlamamıştı. Birileri ciddi tavırlarından bunalmış olmalı ki, hayatına tatsız bir renk katmak istemiş olabilirlerdi. Bu şaşırtıcı durumu kafası karışık bir halde, herhalde densiz bir arkadaşının şakası diye düşündü.

“Ben sizi çok iyi tanıyorum, anlatmanıza gerek yok. Adınızı, yaşamınızı, çocukluğunuzu, evinizi kısacası her şeyinizi biliyorum.”

Rojwan, Roza’nın sözünü kesip aklına gelen ihtimalle:

“Gerçekten anlayamadım, bu ne peki? Bir şaka mı? Hangi arkadaşımın arkadaşısınız ve gelip bana bu şakayı yapacak kadar zamanımı ve zamanınızı boşa harcıyorsunuz?”

Roza, istifini bozmadan, sakince durumu en açık şekilde anlatmak için garsondan bir çay istedi, arkasına yaslandı ve durumu en sade haliyle Rojwan’a anlatmak için izin istedi.

“Ben İstanbul Barosu’na kayıtlı bir avukatım. Adım Roza. Diyarbakırlıyım. Aslında annem Mardinli, babam Diyarbakırlı. Otuz üç yaşındayım, yani senden bir yaş büyüğüm. Şimdi anlatacaklarım seni çok şaşırtabilir. İnanmayacaksın, hatta imkânsız olduğunu bütün gücünle savunacaksın. Benim varlık mekanizmamı alt üst eden bu yolculuk, senin de ruhunu kemirecek ve kalbinde hasar bırakacak. Ama konuştuklarımın gerçek olduğunu anlayacaksın. Çırpınsan da bu gerçekleşmeyecek kadar imkânsız zaman oyununu anlayacağına bütün gücümle inanıyorum, çünkü kalbime dokunduğun gözlerini tanıyorum. Ben de uzun bir süre bu duruma alışmak için çabaladım, ama inkâr edilemeyecek kadar bize bahşedilen bu durumu sorgulamaktan vazgeçip yarım kalmış hikâyemizi tamamlamak için karşındayım. Senin de kabullenmen uzun zaman alabilir, ama lütfen çabuk kabullen. Sensiz geçen her saniye için sonraki zamanlarda farkına vardığında benim gibi sen de çok üzüleceksin. Senin nasıl tepki vereceğini bilmiyorum. Ama anlatmak zorundayım, çünkü kaderimizin on sene sonra bir terminalde kesişeceğini anlatmak gerçekten zor. Nasıl anlatırsam anlatayım, bildiğimiz gerçeklik olgusu doğal olarak bu durumu reddediyor. Bunu şimdilik bilemezsin, ama karşında oturduğum andan itibaren bunu başaracağımıza inanıyorum. Bize bir hediye sunulduysa, bunu hak etmenin bedeli seni ikna etmek olduğunu biliyorum. Zaman kaybetmeden sana varmanın hesabı, içinden çıkılması zor bir cehenneme yol almanın ilk adımı gibi. Ben kestirmeden gitmek istiyorum, on yıl daha beklemeden ömrümü ömrüne katmak istiyorum. Seninle on yıl fazla yaşamak istiyorum.

Matematik biliyorsun, sana zor gelmeyecek zaman denklemini sunmak istiyorum. Beni anlayacağına inanıyorum. Senin hakkında çok şey biliyorum çünkü sen, benimle on yıl sonra yirmi beş yıl geçirdin. Ben şu an altmış sekiz yaşındayım ve bu yaşımı otuz üç yaşımdaki bedenimin içinde taşıyorum. Beni şu an için anlamadığını biliyorum, ama anlattıkça bir şeylerin yerine oturacağına inanıyorum.”

Rojwan, boş gözlerle Roza’ya bakıyordu. Kafası çoktan karışmaya başlamıştı, anlamadığı birçok soru zihninde çoğalıyor, beyninde bir baskı hissederek bunları taşımakta zorlanıyordu.

“Roza Hanım, gerçekten hiçbir şey anlamadım. Size yardımcı olamayacağım çünkü ne istediğinizi bilmiyorum. Okuduğunuz bir kitaptan mı etkilendiniz anlamadım. Ben de çok kitap okuyorum ama tanımadığım insanların karşısına çıkıp okuduklarımı yaşayacak kadar bir ruh haline bürünmüyorum. Bu oyuna bir son mu versek? İyi olmaz mı? Sinema oyuncusuysanız, karşımda oturup oynayacağınız sahneleri benimle prova yapmak için buradaysanız ve bunun için beni seçtiyseniz, yanlış bir tercih olmuş. Ben pek anlamam, ama anlamadan bile söylemek gerekirse rolünüzü iyi oynadığınızı söylemek isterim.”

“Hâlâ inatçısın Rojwan, seni tanıdığım gün gibisin. Yani otuz iki yaşındayken de, kırk iki yaşındayken de, altmış yedi yaşında öldüğünde de…”

Rojwan afalladı, sanki bütün kanı vücudundan çekildi. Roza, karşısına oturduğu ilk andan beri yer çekiminin baskısı bir mıknatıs gibi etkisini artırmıştı. Bu sözü duyduktan sonra, bunu en ağır şekilde hissetmeye başladı.

“Öldüğümde mi? Ne demek istiyorsunuz, anlayamadım. Hanımefendi, gelip masama oturdunuz, zamanımdan çaldınız. Sizi gerçekten anlayamıyorum. Ne demek istediğinizi, ne yapmaya çalıştığınızı, amacınızın ne olduğunu bilmiyorum, beni zorluyorsunuz! Kabalaşmak istemiyorum ama siz bu sınırları çok zorluyorsunuz.”

“Anlayacaksın, anlamak zorundasın. Önce seni nasıl tanıdığımı, yani ne kadar tanıdığımı tek tek anlatayım; kimsenin bilmediği huylarını, zevklerini, isteklerini, fantezilerini sana anlatayım, bana inanma ihtimalin artsın. Sonrasında tam olarak kim olduğumu, nereden geldiğimi, ne yapmaya çalıştığımı anlatırsam, nasıl anlatacağımı hâlâ tam bilmiyorum ama beni daha iyi anlamanı umuyorum. Bunu birlikte sırtlamamız gerekiyor. Tek başına taşımam beni tüketmeye başladı. İzin verirsen anlatmaya başlamak istiyorum, daha fazla taşıyacak gücüm kalmadı.”

Rojwan, bıkkın ama nazik bir sesle: 

“Buyurun, sizi dinliyorum.”

“Her zamanki gibi nezaketin için teşekkür ederim. Başlıyorum o zaman! Aileni ne kadar tanıdığımdan başlamak istiyorum. Konuya doğrudan girersem beni anlaman zorlaşır. Annenin adı Nurten, babanın adı Zahit. Bunu herkes bilir tabii. Bunu etrafında tanıyan her insan doğal olarak bilir. Tek kız kardeşinin adı Melike. Tabi, bunu da herkes gibi ben de bilebilirdim başkasından duyarak. Ama evinde aynı siyah gömlekten en az beş tane olduğundan adım gibi eminim. Kaldırımın yola yakın kenarında yürümeyi seviyorsun. Her sabah ilk işin pencereye bir parça ıslanmış ekmek bırakmak. Bana anlattığına göre bu yaşlarında olmalı. İki sokak ötedeki bakkaldan alışveriş yapıyorsun ve bakkalın küçük çırağına her seferinde sevinsin diye bahşiş bırakıyorsun. Yazdığın şiirleri ilk haliyle bırakıyorsun, şiirlerin sana benziyor, şiirlerin senin gibi değişime kapalı. Hiç geri dönüp düzeltmiyorsun, geçmişe bakıp kendini düzeltmediğin gibi. Karşındaki seni dinlemezse, çok uzatmadan hemen oradan ayrılıyorsun, yani dinlemeyi bilmeyen insanla tartışmıyorsun. En sevmediğin insan karakterinin sana bir şey katmayıp senden bir şey almayan insan tipi olduğunu gayet iyi biliyorum. Karanlıktan çok korkuyorsun, aslında bana çok sonradan senin kendi karanlığından korktuğunu söylemiştin. Tek başına mezarlıkların yanından bile geçmiyorsun. Hatta son nefesinde bana ne söylediğini biliyor musun? Bana şöyle demiştin: ‘Toprağın altına yapayalnız yatmak istemiyorum, orası çok karanlık, ne olur beni yalnız bırakma.’ El ele tutuşup ağlamıştık. Tabi bu en son anlattığım, otuz beş sene sonra yaşanacak bir olay. Her şeyi kopuk kopuk anlatıyorum. Ama bunun nasıl anlatılacağını, nereden başlanılması gerektiğini ben de çok bilmiyorum. Çok heyecanlıyım, her şeyi tamamıyla anlatmak istiyorum, ama bu o kadar kolay değilmiş. Bu kadar zor olacağını tahmin etmemiştim.”

Rojwan şaşkındı. Bu güzel kadın, onu nerede görmüş, hangi ara onun hakkında bu kadar bilgiyi öğrenip karşısına dikilip de rahat bir şekilde anlatabiliyordu? Bir şeyler olmuş olmalı. Bir an yüreğinde bir şey hissetti ama tam olarak ne olduğunu bilmiyordu. Kafası ve yüreği büyük bir baskının arasında sıkışmıştı. Ne olduğunu hiç bilmiyordu; bu anlaşılmaz durumun ortasında verdiği kavrama mücadelesinin boş bir çaba olduğunun farkına vardı.

Roza, Rojwan’dan ne istiyordu? Rojwan etkilenmişti, hatta beyni buz tutmuştu bu sıcak havada. Kalbi çok hızlı atıyordu. Bugüne kadar okuduğu bütün kitaplar, bütün şiirler, çözdüğü bütün matematik problemleri bu tam ortasında bulunduğu duruma bir çözüm oluşturmuyordu. Şu an, tam da okuduğu kitabın hikâyesine benzer bir durumu yaşadığının izlerini taşıyordu. Cümleye nasıl başlayacağına karar vermekte zorlanıyordu. Uzun bir an duraksadı. Ne diyeceğini tam bilmeden, kelimeler ağzından kendiliğinden dökülüyordu.

Roza, derin bir nefes alarak konuşmaya devam etti:

“Rojwan, ne kadar karmaşık görünürse görünsün, sana söylediklerim tamamen gerçek. Anlatacaklarımı dinlemen çok önemli. Çünkü burada sadece seni değil, aynı zamanda kendimi de kurtarmaya çalışıyorum. Seni on yıl sonra tanıyacağım ve ondan sonraki yirmi beş yıl boyunca birlikte olacağız. Sana zamanın döngüsünden bahsediyorum. Gelecekteki ben, seni bulmak için geçmişe döndü.”

Rojwan, Roza’nın söylediklerini anlamaya çalışırken başını iki yana salladı.

“Bu imkânsız. Gelecekteki ben ve sen… Bu bir tür bilim kurgu senaryosu gibi geliyor. Zaman yolculuğu mu? Lütfen daha mantıklı bir şey söyle.”

“Anlıyorum” dedi. Roza sakin bir şekilde.

“Ama bilim kurgu değil bu. Zamanın döngüselliği ve bizim bu döngüdeki yerimiz. Sana söylediklerimle seni ikna etmek istiyorum çünkü bu, bizim için çok önemli. Bizim hikâyemiz yeniden başlıyor. Ben, gelecekteki ben, seni burada bulmak için geri döndüm. Seninle geçirdiğim yılları ve yaşadığımız her şeyi yeniden yaşamak için buradayım.”

Rojwan, bir an sessiz kaldı.

“Peki” dedi sonunda.

“Diyelim ki sana inanıyorum. Peki, ne yapmam gerekiyor? Ne yapmalıyım?”

“Sadece bana güven ve sabırlı ol” dedi Roza.

“Bu süreci anlamak için biraz zamana ihtiyacımız var. Ama önce, birbirimizi tanımak için yeniden başlayalım. Seninle on yıl sonrasının getirdiği birlikteliği paylaşmak istiyorum. Bunu birlikte yapabiliriz, Rojwan.”

Rojwan, Roza’nın kararlılığını ve gözlerindeki samimiyeti görerek derin bir nefes aldı. “Peki, deneyeceğim” dedi.

“Ama lütfen, bana her şeyi adım adım anlat. Sana inanmak istiyorum ama bu çok zor.”

Roza, hafifçe gülümseyerek başını salladı.

“Başlangıç olarak, sadece burada ve şimdi olmaya odaklanalım. Geleceğimiz hakkında konuşacağız, ama önce birbirimizi anlamamız gerekiyor. Bu, her şeyin başlangıcı.”

Roza, Rojwan’ın hemen ikna olacağını beklemiyordu. Ama otuz iki yaşındayken bu kadar bıkkın, bu kadar umursamaz ve bu kadar aptal olduğunu bilmiyordu. Bazı insanların yaş ilerledikçe zekâsının güçlendiğini biliyordu, ama Rojwan’ın bu yaşta daha akıllı olmasını bekliyordu. Rojwan’ın söyledikleri karşısında birazcık şaşırmadı değil.

“Rojwan’ım! Öbür dünyamın cennet yüzü! Aslında kafanın karışmasını doğal karşılıyorum. Benim bu duruma alışmam altı ay sürdü. Sen öldükten hemen bir gün sonra evin bomboş olduğunu görünce, gözlerimde bir türlü durduramadığım yaşlar eşliğinde gidip yatağıma uzandım. Gözlerimi tavana diktim. Kalbim acıdan patlayacak gibiydi. Seninle yaşadığım ömrün kısa sürdüğünü, kalbimin en derin kuyusuna Tanrı’ya haykırdım ve gözlerimi kapadım. Tanrı sesimi duymuş olmalı ki ve birbirimize doyamadığımızı kabullenmiş ki…”

Gözümü açtığımda, Kadıköy’de annemle Caferağa Mahallesi’nde yaşadığım evde açtım gözlerimi. Yani otuz üç yaşımın bedeninde olduğumu fark ettim. Önce güzel bir rüyadaymışım gibi geldi bana. Ama nefes alışım, karşımdaki masanın üstünde duran kitaplar hayal olmayacak kadar gerçekti. Önce korktum, çok korktum. İrkildim ve sadece seni düşündüm. ‘Bir rüya bu kadar gerçekçi olabilir mi’ diye aklımı soru yağmuruna tuttum. İki elimi kavuşturdum birbirine, ellerimi hissediyordum. Kırışmış ellerim yoktu, bembeyaz ellerim kollarıma bağlıydı. ‘Gerçekmiş gibi’ diyemiyorum, çünkü gerçeğin kendisiydi. Annem seslendi, bir an duraksadım. Yüreğim burkuldu, mutlu olamayacak kadar kıvranıyordum, daha önce yaşamam bile mümkün olmayan garip bir durumun ortasındaydım. Nasıl olur? Bu gerçek, ama nasıl olabilir, ilk anda korkumdan sevinmeye cesaret edemiyordum. Annem bana sesleniyordu, ama aklıma ‘sen geliyordun’ diyemiyorum, çünkü aklımın kendisi olmuştun zaten, hep olman gereken yerde, sen öldükten hemen sonra bile kalbimle konuşuyordum. Çünkü kalbimin adını Rojwan koymuştum.”

“Nasıl anlatsam, ne söylesem, nereden başlasam hiç bilmiyorum, ama bütün gerçekliğimle karşındayım. Bunun gerçek olduğunu sana ispatlamak için delice davranışlar sergilemeden kanıtlamak istiyorum.”

Son cümlesini derin nefes alarak ağzından havaya döktü.

“Reenkarnasyonu duydun mu hiç?”

Rojwan, az önce Roza’nın söylediklerini düşünüyordu ve bu soruya cevap vermeden önce, büyük bir tuzağın içine çekilmiş gibi hissettiğinden ne söyleyeceğini bilmiyordu. Roza’nın söyledikleri çok etkileyiciydi, ama neye ikna edilmeye çalıştığını bir türlü anlamıyordu. Daha önceki durumundan daha sakin davranmaya çalışıp, elinden geldiğince kabalaşmamaya özen gösteriyordu. Kafasını hafif aşağı indirip cevap verdi.

“Evet, duydum da neden soruyorsunuz, bu söylediklerinizi reenkarnasyona mı bağlayacaksınız, yani buna mı ikna olmalıyım?”

“Tam olarak bilmiyorum, reenkarnasyon bu durumu tam olarak açıklamıyor. İlk önce bu olduğunu düşündüm, ama reenkarnasyon da benim başka bir bedene geçmem gerekiyordu. Ama kendi bedenimin otuz beş sene öncesine geri dönmem, bunun reenkarnasyon olmadığının mantıklı açıklaması.”

“Yani ne, benden cevap vermemi bekliyorsanız, benim devrelerim zaten yandı, kendi düştüğünüz duruma bulamadığınız cevapları benimle ilişkilendirerek bulmaya çalışmanız, aklınızda oluşan sorulara çözüm oluşturmaz. Matematikçiyim, kâhin değilim, benim işim sayılarla, zamanın açtığı bilinmezlik değil. Ama hakkımda bilgi edinerek, bir senaryo yazmaya çalışıyorsanız güzel bir konu bence. Beni bu konunun dışında tutarak senaryonuzu daha da güzelleştirebilirsiniz.”

“Hayır, Rojwan, kendimi yakmam bile gerekiyorsa ikna olmak zorundasın, çünkü bize bahşedilen yaşanmış bir ömrü hem de on sene fazlasıyla yaşayacak bir dileğin gerçekleşmesi bu. Sensiz yaşayacaksam eski yaşlı bedenime dönmeye razıyım. Seni kaybederek bu tekrarlanan hayatı yaşayamam. Çünkü bugün buradan ikna olmadan kalkarsan, on sene sonra bize hediye edilen yirmi beş yılı da yaşayamayacağımızı çok iyi biliyorum. Seni, daha ikna edici bir dil kullanarak seni zorlamadan sana anlatacağım.”

“Eğer bir sinema oyuncusu olmak istiyorsanız Roza Hanım, bu kadar senaryo üretmenize gerek yok, zaten güzelliğiniz yeterli ve aklınızın kurduğu kurgudan dolayı zeki olduğunuz da apaçık ortada. Ayrıca avukatlık mesleğinin getirisi ve mevkiiniz sinemadan daha üst seviyede. Böyle bir niyetiniz varsa size hemen vazgeçin derim ve yoruldum gerçekten. Lütfen salın beni gideyim, kabalaşmak istemiyorum, bugün burada lezzetli bir kitabı bitirmeme engel oldunuz, yeterince zamanımı öldürdünüz, kendi zamanınız hakkında ne düşündüğünüzü bilmiyorum, ama ben zaman kaybım için gerçekten üzüldüm.”

Roza’nın gözleri doldu, kafasını yana çevirdi, ağlamaklı bir sesle:

“Belki de, zamanın çok ilerisinde, geçmiş bütün hayatı izleyen bir teknoloji keşfedildi; yarım kalmış güzel hayatlara bir şans vermek için, acısını hissettikleri insanlara bir fırsat daha tanıyorlardır. Ben bu genç bedenimde yaşlı bir ruh taşıyorum. Bu kapıdan çıkıp dolgun maaşımla istediğim orta düzey bir hayatı yaşayabilirim. Ama seni yaşamak için bana verilen bu ömrü senin dışında yaşama gibi bir ihtimali aklımdan geçiremiyorum. Yaşadığım durumu sindirmek için bekledim. ‘Belki bir rüyadır, uyandığımda geçer’ diye düşündüm. Ama hayır! Beni bu hayata döndüren kişi veya kişiler bana bir açıklama yapmadılar. Seninle ilgili bir rüya görmüş olsam, bu rüya yirmi beş sene sürmezdi. Ne olur beni dinle ve artık ne olduğunu biraz anlamaya çalışarak bana yardım et! Gücüm tükeniyor, kendime ben bile inanmamaya başladım. Hâlbuki buraya gelmeden önce kendimden emin, dünyanın en mutlu ve en şanslı insanı olarak karşına çıkmaya hazırdım. Şimdi bilmiyorum ve hiçbir şeyden emin değilim. Ben deli miyim? Bir akıl hastanesinden mi kaçtım? Şu an annemle yaşıyorum ve aynı evin içinde annemden daha yaşlı olduğumu da biliyorum. Annem elli beş yaşında, ben otuz üç yaşındaki bedenin içinde altmış sekiz yaşındayım. Ya ben bir deliyim ya da zamanın ötesinde birileri sesimi duydu ve sesimi sesine bağlamak için bize yeni bir başlangıç sundular.”

Rojwan, nasıl bir belaya çekildiğini düşünüyordu. Roza’nın güzelliği onu etkilemişti ama söyledikleri daha çok etkilediğini belli etmemeye çalışıyordu. Durumdan kurtulmak için başka yollar denemeye başlamıştı. Çırpınıyordu ama neye karşı mücadele veriyordu? İçinde bir ses onu sürekli frenlemeye çalışıyor, yaşadığı bu ilginç durumu kestirip atmamak için anlayışına sabır pompalıyordu. Bir ihtimal daha denemeye çalıştı. Roza’nın söylediği gibi kendi üzerinden yola çıkıp daha sessiz bir şekilde konuşmaya başladı:

“Eğer hastaysanız, size yardımcı olabilirim. Gerçekten, bunu bütün samimiyetimle söylüyorum. Eğer geldiğiniz yer hastane ise sizi götürebilirim. Niyetim sadece yardımcı olmak, söylediklerinize inanmamı gerçekten beklemeyin.”

“Peki, Rojwan, bu son söylediklerime ikna olmazsan kalkıp gideceğim ve kaderin bizi birleştirmesi için genç bedenimde daha da yaşlanmayı beklemeyeceğim.”

Rojwan, gözleri korkudan kanlanmış bir şekilde, çekingenliğin üst sınırından biriktirip ağzından sadece bir kelime düşürdü:

“Sizi dinliyorum, bu durumda başka çarem yok sanırım.”

“Lise yıllarında sevdiğin kızın adı Eda’ydı. Onunla üniversitede tanıştınız. Benden önce gerçek anlamda iki kız arkadaşın oldu: Meral ve Banu. Meral ve Banu arkadaşlardı. Önce Meral’i sevdin. Sonra Meral’i terk edip, Banu ile çıkmaya başladın ve bunu Meral’e açık bir yürekle söylemiştin. Meral’in ne kadar üzüldüğünün farkına varmayacak kadar da körelmiştin.”

Rojwan’ın yüzü kıpkırmızı kesildi.

“Bunları nereden biliyorsun? Yoksa Meral ile Banu senin arkadaşların mı, daha önce söylediklerini de onlardan mı duydun?”

“Bunları ne Meral’den ne de Banu’dan duydum. Bunları bana sen anlattın. Sen sadece bilmem gerekenleri değil, senin hakkında bilmemem gereken her şeyi anlattın. Çünkü bana karşı hep açık oldun. Ben, sende, benden önce yaşanmış ve benimle yaşadığın her şeyi her şekilde sevdim.”

Rojwan’ın kanı donmuştu. Dili ağzında kilitlenmişti. Bunu Roza nasıl biliyordu ya da nereden duymuştu? Bu kadar zaman geçmesine rağmen bunları ona kim söylemişti?

“Ne diyeceğimi bilemiyorum Roza, bunları sana kim söyledi bilmiyorum ama duydukların gerçek. Saklayamam. Hayatımda yaşamamam ve yaşatmamam gereken kötü ve rezilce bir durumdu. Sana bu durumu yaşattıklarımdan biri söylediyse, üzgün olduğumu bilmelerini isterim. Şimdiki aklımla günahsız yürekleri acıttığımın farkındayım.”

“Tekrar ediyorum, bunu bana sen söyledin. Hatta ailenizin hayatında travmaya sebep olmuş, siz taşındıktan sonra eski tanıdıklarınızın dışında kimsenin bilmediği üzücü bir olayı da sana anlatayım. Bunu sen bana anlatmıştın. Sonra anne ve babandan dinlemiştim. Baban ağlayarak bana hıçkıra hıçkıra anlatmıştı.”

“Sen dört yaşındayken, babanın dikkatsizliği yüzünden kaybolduğunu, seni bir çingene kadının kaçırmaya çalıştığını, parkta baban bir arkadaşıyla sohbet ederken. Sen parktan ara sokağa doğru uzaklaşırken, kadının eliyle ağzını kapatıp seni kucakladığını, sonra kadının parktan hızlı bir şekilde uzaklaşırken, babanın senin orada olmadığını fark edip kadının arkasından dünyanın en hızlı koşusunu koşarak kadına yetişip, kadının boynuna sert bir yumruk attığını ve kadının oracıkta yere yığılıp öldüğünü biliyorum. Kadın yüzüstü yere düşerken, sen kadının kucağındaydın. Kolun kırılmış, bir hafta hastanede çocuk kliniğinde yatmıştın. Hatta bazen koluna anlamsız ağrılar girer, ölen kadının acısını çektiğini söylerdin. Sonrasını anlatmama gerek yok, biliyorsun.”

Rojwan’ın yüzü buruştu, o anı yaşamış kadar içi acıdı, ama ne söyleyeceğini bilmiyordu. Kolunun sızladığını hissetti. Aklı ona oyun oynayamazdı, çünkü Roza gerçekti ve bütün gerçekliği ile karşısındaydı.

“Sonrasını biliyorum bilmesine, ama sen nereden biliyorsun?”

“Bunu da sen bana söyledin, hatta Zahit Baba da gözü yaşlı bir şekilde en az üç kere bana bunu anlatmıştı.”

“Zahit Baba mı?”

“Biz evlendiğimizde, baban doğal olarak benim kayınpederimdi, benim de ona hitap ederken baba demem sanırım gayet normal bir durum.”

Rojwan ne diyeceğini hiç bilmiyordu. Böyle bir şey gerçek hayatta mümkün olabilir miydi? Bir bilimkurgu romanında ancak gerçek olacak bir hikâyenin, gerçek hayatta gerçekleşme oranı yüzde sıfır ihtimalini defalarca köşeye kıstırılmış zihninden geçiriyordu. Çılgına dönmüştü sanki ama içinde patlayan volkanların ateşini kalbinin soğuk suyunda söndürmeye çalışıyordu. Sustu, cevap vermedi.

Roza, çabasının boşa gitmeyeceğini biliyordu, ama acele etmeden bunu sabırla beklemeli ve başarmalıydı. Ama daha fazla anlatacak, diretecek ve dinletecek gücü kalmadığını hissetti. Yorulmuştu, bedeninin içinde taşıdığı yaştan mı yoksa Rojwan’ın bu yaşadığı zor durum karşısında çektiği acıdan dolayı dayanamaması mıydı? İçindeki umudu diri tutarak, son sözü söylemesi gerektiğini bir an hissetti:

“Rojwan, ben senden bize hediye edilen yaşamı fazlasıyla yaşamak istiyorum. Ama şu an seni ikna etmenin güç olduğunu bildiğim için, bu durumu senin de anlayıp içinden çıkmanı sana bırakıyorum ve başaracağından hiç şüphem yok, çünkü öyle olmalı. Şu an yaşananlar ve söylenenler karşısında algıların zorlanıyor. Aslında bu normal olmayan bu acıyı, normal karşılıyorum. Yeniden kavuşmamız için bunların yaşanması şarttı. Üzgünüm, senin bir damla bile üzülmeni istemeyecek kadar sevdiğimi bu olayı çözdüğümüzde anlayacaksın. İkna olmamışsan ve beni dinlemeye devam etmek istersen, adresimi şu kâğıda yazdım. Şayet fikrin değişirse, bir şeye ikna olabilecek güç ve zekâya erişirsen sana daha fazlasını anlatmaya hazırım. Eğer gelmezsen, sonrasında ne olur ben de bilmiyorum! Bilindik bir yaşamın içinde bilinmez bir zamanın ne getireceğini ben de gerçekten bilmiyorum.”

Roza gözünde yaşlarla masadan kalktı, arkasına bakmadan ön kapıdan çıktı ve uzaklaştı. Rojwan, yaşadığı şokun etkisindeydi, ayağa kalkmakta zorlanıyordu. Kendisine anlatılanlar, hayatının bazı kesitlerinde yaşadığı gerçek olaylardı. Hepsini yaşamıştı ve hepsi gerçekti. Bardan kalkmadan önce kitabın dördüncü sayfasında olduğunu fark etti. Aslında yaşadığı bu durum ile benzerlik taşıyan bu kitabın devamını getirmek istiyordu, içinde ağır bir merak vardı. Ama beyninde oluşan soruların hasarı bu okuma merakını parçalıyordu. Ne yapması gerektiğini hiç bilmiyordu. Kalbi sıkışıyor, sanki bu kadını doğduğu andan beri tanıyordu. Ezberlenmiş hareketler sergileyerek gömüldüğü masadan kalktı. Hesabı ödedi ve kapıya yöneldi. Eve kadar yürürken Roza’nın anlattıklarını en baştan zihnini parçalayacak şekilde düşünüyordu. Gerçek olabilir mi anlattıkları? Roza gerçek olabilir mi? Yoksa birileri ona oyun oynamak için hakkında her yerden araştırma yapıp, iyi bir oyuncuyu kiralayıp ona oyun mu oynamışlardı?

Evdeydi, yatağa attı kendini. Bütün ihtimalleri düşünüyordu ama anlatılanları aklı almıyordu. Peki, kendisine Roza adını veren bu kadın, hakkında bu kadar bilgiyi nasıl edinmişti?

Hırıltılı soluğu yavaşladı, diz kapakları yorgun düşmüş, iki kolunu yana açarak,

“Allah’ım, eğer varsan bana yardım et” dedi.

Korkuyla bu cümleyi kalbinden kaç kere geçirdiğini sayamadı. Gözünü sımsıkı yumup uykuya en zor haliyle dalmaya çalıştı, duyduklarını unutmak istiyordu. Karşısına çıkıp varlığını alt üst eden bu kadının gerçek olmadığına inanmak istiyordu. İnanılması güç bu olayı, sanki daha önce tanıdığı bir kadın aniden karşısına çıkıp ruhuna zehri enjekte etmişti.

Aklının bütün şeritlerini tüketti, ama bu kadını geçmişiyle bağdaştıracak ufacık bir kırıntıya rastlamadı. Yoruldu, kalbi ve aklı beyaz bayrağı dalgalandırıyordu. Teslimiyetini neye karşı bildirdiğini bilmiyordu. Güçlü ve karanlık bir yer çekiminin içine çekildiğini hissediyordu. Artık bir ölü gibi kıpırtısızdı. Canı teninden çekilip alınmış gibiydi.

          Rüyasında bir gerçekliğin içinde buluverdi kendisini. Roza ile yirmi beş senelik yaşantısını sanki dev bir ekranın karşısında oturmuş izliyordu. Kulağında bir yankı hissediyordu: hediye, hediye…

Aradan yarım saat geçmemişti ki büyük bir kâbusla uyandı. Olamaz, bu nasıl olabilirdi ki? Bir güç vardı rüyasında, tarif edemediği, kim olduğunu bilmediği, kimin bu müdahaleyi gerçekleştirdiği hakkında ufacık bir fikri bile yoktu. Kutsal bir el sanki hafızasına bir film rulosu yerleştirmişti. Her şeyi yaşamadan hatırlamak nasıl olabilir ki?

“Roza, benim gerçek aşkım mı?” Sorusu ağzından kendiliğinden döküldü.

“Roza doğru söylüyor, söylediği her şey gerçeğin ta kendisi. Onu nasıl bulacağımı ve gördüklerimi nasıl anlatacağımı biliyorum” diyerek yataktan fırladı.

Endişeliydi, korku ve heyecan bedenini tamamıyla ele geçirmişti. En büyük korkusu, gittiği adreste Roza’yı bulamaması, Roza’yı bulamadan kaybetmesiydi. Öyle bir korkuyla titriyordu ki, doğaüstü bir gücün hayatına istediği gibi müdahale edebilmesiydi. Bir saat önce sıradan bir insanken, bu olayla kendini kutsanmış hissediyordu. Özel biri olduğuna kendini çoktan inandırmıştı.

Hemen sokağa fırlayıp, hızlı adımlarla yürümeye başladı. Hava kararmak üzereydi. Saatine baktı ve adımlarını daha da hızlandırarak koşar gibi yürüyordu. Gördüğü ilk taksiyi durdurdu, hemen bindi ve taksiciye Roza’nın evinin bulunduğu Caferağa Mahallesi’ni tarif etti. Roza’nın ona verdiği elindeki kâğıdı taksiciye uzattı. Taksiciye hızlı olmasını söyledi.

Kırk yedi dakikalık mesafe, ömrünün geçmek bilmeyen en uzun mesafesi olacaktı. Bu zaman aralığında, Roza’ya ne diyecekti, ne demeliydi? Gördüğü rüya karşısında hemen teslimiyetini ilan etmesi kendisinin aslında çok güçsüz bir insan olduğunu, bütün varlığının hassas duygulardan yaratıldığını anlaması olmuştu.

Roza’nın karşısına geçip, defalarca özür dileyip af dileyecek, ona inanmanın biraz zor olduğunu kendisinin de söylediğini anımsatacaktı. Roza onu nasıl karşılayacaktı, bu kadar inançsız olan bir kalbi Roza’ya sunduğunda Roza ona nasıl tepki verecekti?

Arabadan indi, üç katlı krem renkli binayı süzdü. Roza, ikinci katın penceresinden hüzünlü bir gülümseyişle Rojwan’ın gözlerine bakıyordu. Perdenin önünden ayrıldı, o da hızlı adımlarla aşağıya koşarak Rojwan’ı karşılamak için aşağıya indi. Kalbi duracak gibi gibiydi, umudun mutluluğa dönüşmesinin somut halini ruhunun en diplerinde yaşadığını hissediyordu.

Rojwan kapının önünde dikilmiş Roza’nın gelmesini bekliyordu. Kapı açıldı, Roza koşarak Rojwan’ı umutla, mutlulukla, şefkatle süzmeye başladı. Rojwan ağzını tamamıyla dolduracak bir gülümsemeyle konuştu:

“Rozam, geldim işte! Sana bütün varlığımla inanıyorum. Ne olduğunu bilmiyorum ama seni tanıyorum, seni biliyorum, seni hissedebiliyorum, seni çok sevdiğimi biliyorum… Beni affet! Hepsini gördüm, anlattıklarının hepsini yaşadık, ama daha güzelini yaşamak için sana geldim, işte buradayım! Bunun nasıl mümkün olduğunu ben de bilmiyorum ama gerçek, hiç bu kadar gerçek gelmemişti bana!”

Rojwan’ın gülümsemesi çenesini kıracak kadar bir baskı oluşturmuştu, yüzü aydınlanmış gibiydi. Roza, büyük kapının merdivenlerinden yavaş bir şekilde inip, Rojwan’ın boynuna atladı. Kokusunu içine bütün var gücüyle çekti ve ağlamaya başladı, hıçkıra hıçkıra…

Kulağına fısıldayarak:

“Seni çok istedim, bu o kadar büyük bir istekti ki, biri veya birileri seni bana bir daha gönderdi. Bu ölümsüzlüğün işareti, bu gerçek aşkın Tanrı’nın en güzel duygusu olduğunun kanıtıdır. Hissediyorum, şu an ne olduğunu bilmiyorum ama bedenim ile ruhumun aynı yaşı taşıdığını hissediyorum. Bana dokunduğun an ruhum gençleşti. Bu bedenin içinde gözümü açtığım ilk anda kulağıma fısıldadığını hissettim. Tek bir dilek dilemiştin, çok mutsuz olmadan ölmek istiyorum. Ben de sana söz veriyorum, bir daha çok mutlu olmadan ölmeyeceğiz.”