HAYALET BABA
Yarın, öğrencilerine anlatacağı ders konusuyla ilgili planını yapmak için oturduğu masada, aynı konuyla ilgili olarak kendi düşüncelerini de sorgulamak gerektiğine inanarak kendi duygularını yokladı. Evet, konu’’ Babalarla’’ ilgiliydi. Sahi kendi babasıyla en son görüşmesinden bu yana kaç ay, kaç yıl geçmişti? Şöyle bir hafızasını yokladı. Tamı tamına dört yıl, dört uzun yıl geçmişti. Sadece babasıyla mı? Elbette ki hayır! Bu sürede iki ağabeyi hariç diğer aile bireyleriyle de görüşmemişti. Ağabeylerini bir yakınlarının düğününde iki yıl önce görmüştü. Bu gidişle de babasını ömür boyu göremeyecek gibiydi. Çünkü birileri öncelik alıp baba oğul arasındaki buzların çözülmesine yardımcı olmadıkça bu şekilde devam edeceği kaçınılmazdı. Peki, ne olmuştu baba oğul arasında? Ya da neler yaşanmıştı? Bu onda saklı bir sırdı. Belki bir gün açıklayabilirdi. Ama henüz buna hazır değildi. Belki de bir desteğe, bir başka fikir ya da görüşe ihtiyacı vardı. Acaba kendisi baba olgusunu abartıyor muydu? Kendisindeki algı yanlış mıydı? Bunu test etmekte yarar vardı. Onun için de en doğru testi öğrencileriyle yapabileceğini düşünerek baba konulu bir kompozisyon düzenleyip 187 öğrencinin duygu ve düşüncelerini alarak kendine bir yol haritası çizecekti. Aslına bakılırsa bu konuyu uzun zamandan beri tasarlıyor ama müfredatın fırsat vermemesi yüzünden erteleyip duruyordu. Ama artık yarın bu düşüncesini hayata geçirecek fırsatı yaratacaktı. Öyle de yaptı.
Türkçe derslerine girdiği 3/A sınıfından başlayarak diğer dört şubeye de aynı soruyu sorup öğrencilerin bir kompozisyon yazmalarını istedi. Yazılı olarak verdiği konu şuydu: ‘’ Sizce bir baba nasıl olmalıdır’’. Aslında fazla derinliği olmayan basit bir konuydu. Bütün şubelerde kâğıtları topladıktan sonra, sözlü olarak da şöyle bir soru yöneltmişti; babasını sevmeyen var mı? Kalkan parmaklardan, babasını sevmeyen yok gibiydi. Baba takıntısını fazla mı abartmıştı ne? Çünkü bu sözlü sorunun yanıtını aldıktan sonra. Tahtaya ödev olarak da şunu yazmıştı: Bir babadan beklentiler neler olabilir? İyi bir baba nasıl olmalıdır? Cuma günü derste bu konuları tartışacaklardı, bu nedenle herkes hazırlıklı olmalıydı. Aynı zamanda bu soruların cevabını yazılı olarak istiyordu. Aynı soruyu kendisine sorsalardı, nasıl bir yanıt verirdi acaba? Tabii, yanıtını sadece kendisinin bildiği o yanıtı ilkokul üçüncü sınıftan itibaren vermişti. Çocukların duygu ve düşüncelerini almadan çoktan verdiği yanıtı açıklamayacaktı. Neden mi? Belki de çocukların çizdiği baba portresinden etkilenip yeni bir baba imajı geliştirecekti. Onun için çelişkili bir duruma meydan vermemek adına bekleyecekti. Topu topu iki gün sonra bu cevapları alacaktı. Bunca yıl beklemiş, iki gün daha mı beklemeyecekti? Okumuş, devletin okulunda öğretmen, deyim yerindeyse büyüyüp koca adam olmuştu. Ömrünün geçen süresi içinde, veli toplantılarında, çarşıda, pazarda öğrencilerinin babalarıyla haşır neşir olmuş, baba olan öğretmen arkadaşlarının davranışlarını hatta köyde yaşarken etrafındaki arkadaşlarının babalarının çocuklarına yaklaşımlarını gözlemlemiş, gördüğü, tanıdığı diğer babalarla kendi babasını bir türlü özdeşleştirememişti. Gerek çocukluğunda gerek delikanlılığında gerekse gençliğinde kendi kafasında oluşturduğu dünyada kendi babasını hiçbir yere koyamamış, hiçbir kalıba sığdıramamıştı. Deyim yerindeyse baba, oğul ilişkileri kuramamışlardı. Belki de kurmuşlardı da o mu farkına varamamıştı? Yoksa çocukluğunda düşlediği tipte bir babaya mı sahip olamamıştı? Kafasındaki bu sorulara bir türlü yanıt bulamamış, babasına karşı bir his oluşturamamıştı. Aslında biçimsel değil, diyalektik bir mantığa sahipti. Objektif ve subjektif koşulları göz ardı ederek hareket etmeyen biriydi. Hayatında mektep, medrese görmeyen, okuma yazması olmayan çok genç yaşta iki evlilik yapıp bunlardan dokuz çocuğu olan Abbas Efendi’yi her şeye rağmen yargısız bir infaza tabi tutmak, ona haksızlık etmek istemiyordu.
Tüm bu düşüncelerini kompozisyon yazan öğrencilerin kâğıtlarını toplamadan önce geçirmişti akıl süzgecinden. Sözlü sorularının yanıtlarını aldıktan sonra da sınıftan çıkarak öğretmenler odasına yönelmişti. Öğretmenler odası boştu. Öğretmenler zilin çalmasıyla evlerinin yolunu tutmuştu. Kendisi de elindeki plan defterini dolabına yerleştirerek, odadan çıktı.
Okulun çıkış kapısına geldiğinde iki arkadaşının, arabanın önünde sohbet ettiklerini gördü. Onlara takılmamak için yolunu değiştirmek istediyse de Osman Öğretmen’in Nevzat Bey, diye seslendiğini duydu. Sesin geldiği yöne dönüp efendim dediğinde yahu seni, bekliyoruz diye yanıt alınca arabanın olduğu yere doğru yürüdü. Arkadaşları da olsa başkalarının arabalarına binmek onu rahatsız ediyordu. Otobüs vardı ve üstelik indirimliydi. Başkalarına yük olmak onun tarzı değildi. Çünkü o yedi yaşından itibaren başkalarının yükünü üstlenmeye alışmış biriydi. İstemeden de olsa bindiği otomobil yirmi dakika sonra şehir merkezine vardığında arabadan inip veda etmeye niyetlendiyse de Veysel Bey, arabayı doğrudan şehir kulübüne doğru yönlendirince yapabileceği bir şey kalmamıştı. Her iki arkadaşı da kendisi gibi solcu sendika üyeleriydi. Her halde sendikal bir toplantı vardı ki buraya doğru geldiler. İyi de neden burası? Sendikanın kendine ait yeri vardı. Belki de yemekli bir toplantıdır diye düşündü. Kulübün oto parkına geldiklerinde iki arkadaşı araçtan indi. O, oturduğu yerden kıpırdamadı. Şaşkın bir şekilde arkadaşlarını izleyip bir açıklama bekliyor imajı yarattı. O esnada Veysel Hoca duruma müdahale edip’’ haydi hocam son duraktayız’’ diyerek onu, inmeye davet etti. Mekâna girip gözden uzak bir masaya oturdular. Onlar daha siparişlerini vermeden iki arkadaşları daha onlara katıldı. Masa şimdi beş kişiye ev sahipliği yapıyor durumdaydı. Düşündüğüm doğru. Galiba bir sendikal toplantı var. Gelen iki kişi de aynı sendika üyesi olunca akla gelen doğal olarak bu olacaktı. Emrivaki bir şekilde buraya getirildiğini düşünse de hem şaşkın hem de tedirgin olsa da yapacak bir şeyin olmadığını kabul etmek zorunda kaldı. Artık ne olacaksa olsun, dedi. Hem ne olabilirdi ki… Bu insanlar mesai ve dava arkadaşlarıydı. Bekleyip masaya iştirak etmede yarar vardı. Bu arada dört arkadaşı da birer sigara yaktılar. O, çocukken denemiş, boğulur gibi olunca da bir daha eline almamış, dudağına değdirmemişti. Duman altı olmuş bir durumda kalabilirdi eğer bahçe bölümünde oturmuş olmasalardı. Asosyal biri olmadığı halde kişilerle fazla diyaloğa girme gibi bir alışkanlığı yoktu. Kocaman bir ailede yalnız büyüdüğünden olsa gerek, yalnızlığa alışkındı. Aslında toplu etkinliklerde her zaman kendine yer bulan biriydi. Gerek kültürel etkinliklerde gerek sendikal etkinliklerde her zaman ön almayı severdi. Ancak bire bir ilişkilerde aynı duruşu sergileyemiyordu. Sinema, konser, tiyatro, sergi gibi sosyal aktivitelere katılmaktan haz alırdı. En büyük tutkusu, kitap okumaktı. Bu tutku nasıl, nerden gelip onu esir almıştı, hiçbir fikri yoktu. Okuyordu, okuyordu… Okumayı seviyordu. Arabesk hariç diğer müzik türlerini dinliyordu. Tabii ki halk müziği onun vazgeçilmeziydi. Böyle biri nasıl oluyordu da bireysel yaşamı tercih ediyordu? Doğrusunu söylemek gerekiyorsa tam bir bilmeceydi onunkisi. Arkadaşları sigaralarını tüttürürken o mevcut ortamdan sıkıldığını beli etmemeye çalışıyordu. Aklı başka yer de olsa da konuşmaları dinliyor gibi görüntü çiziyordu. Oysa hiçbir konuşmayı dinlemiyordu. Tek isteği bir an önce buradan gitmekti. Sahi, niçin buraya getirilmişti? Evet, getirilmişti. Hem de hiç haz etmediği emrivaki bir biçimde. Hani bir açıklama, bilgilendirme olsa amenna… Nezaketen de olsa fikri alınması gerekmiyor muydu? Bu nasıl bir anlayıştı ki irade dışı başkalarını alıkoyduruyordu. Giderek öfkeleniyor, içinden lanet yağdırıyordu. Tam aklındaki bu soruları sormaya yelteniyordu ki Veysel Hoca’nın sesiyle irkildi. ‘’ Eee, Nevzat Hocam, nasılsın? İyi misin?’’ Bu soruyu sormak için mi? Beni buraya getirdiniz diyecekti ki ağzından çıkan ‘’iyiyim’’, siz nasılsınız? sözcüklerine engel olamadı. Veysel Bey sözlerini şöyle sürdürdü; dokuz aydır birlikteyiz. Sendikanın organize ettiği yemeğin dışında bir araya gelemedik. Malum dersler ve sınavlar yoğun. Yılsonu işte. Bu gün gördüğün arkadaşlarla bir araya gelip birlikte yemek yemeyi kararlaştırdık. Diyeceksin ki bana neden söylemediniz? Beni neden bilgilendirmediniz? Senin ki, biraz emrivaki oldu ama bugünün önemine binaen seni, bilgilendirmedik. Son derece kızgın olan Nevzat Hoca; evet, hem de çok emrivaki oldu diyemedi, verdiği yanıt şöyle oldu; bu günün ne gibi bir önemi var? Veysel Hocam. Veysel Hoca, soruyu yanıtlamak yerine art arda şu soruları sıraladı. Hangi ayda, hangi gündeyiz hocam? Bu sorular üzerine Nevzat Hoca, kol saatine baktı. Gün on dört. Ay hazirandı. Ve iki gün sonra Babalar Günü’ydü. İyi de onun için bir önemi yoktu ki. Ne kendisi babaydı. Nede gününü kutlayacağı kadar kendisine yakın hissettiği bir babası vardı. Yine de arkadaşını yanıtladı; 14 Haziran. Hah işte onun için buradayız diyemedi Veysel Bey. Çünkü o anda kulüp çalışanı gelip, masayı düzenlemeye başlamıştı. Masa silinip, örtüleye kaplanmış, arkasından tepsideki, soğuk mezeler, ekmek, su ve buz servis edilmişti. Eyvah diye içinden şunları geçirdi Nevzat Hoca, şimdi bunlar içerler, içerler faturayı da beşe bölerler. Oysa ben bir ya da iki kadeh içen biriyim. Yüzünün yandığını hissederek, bu utanç verici düşünceden hemen vazgeçti. Ne olurdu ki, altı üstü ya on lira ya da yirmi lira fazla verseydi. Bayağı bencilleşmişim diye kendi kendine mırıldandı. Allahtan o anda kırkbeşlik plaktan yansıyan Zeki Müren’in sesi onun mırıldanışını bastırıp, kimsenin duymamasını sağlamıştı. Sahiden bencilleşmiş miydi? Hayır, hiçbir zaman egoist olmamış, tam tersine özverili olmuştu. Elinde ne var ne yok, eş, dost, akrabalarıyla paylaşmıştı. Şu an ki düşüncesi sadece bir kızgınlıktan kaynaklanan geçici bir düşünceydi. En azından öyle olmasını umuyordu. Yeniden şef garson sıcak siparişlerini almak için masaya gelmiş, ister istemez beş çift göz şefe dönmüştü. Menüyü saymış ve beklemişti. Yanılmıyorsa beş kişiden üçü Adana kebap, biri kuşbaşı, kendisi de tavuk şiş söylemişti. Neden beyaz eti tercih etmişti acaba? Diyette miydi? Ya da fiyat farkından mıydı? Kırmızı et karşıtı mıydı? Hayır, hayır bin kere hayır! Onun sadece kebap lafını duymaya tahammülü yoktu. Hele Adana kebap mı, asla! Zaten emrivaki olarak getirildiği yerde hiçbir şey yememesi daha isabetli olurdu ama. İşte aması vardı. Cemaate uymak adettendi ya! İşte o da öyle yapıp sipariş verdi. Zeki Müren şarkıları eşliğinde başlayan gece aynı müzikle devam etti. Artarda kadehler kalktı. O çok az içki içtiği için ikinci dubleyi doldurup, önünde bekletti. Çeşitli konuları kapsayan sohbetler ettiler. Laf gezip, dolaştı ve günün tarihine odaklandı. Bu kez Osman Hoca sordu; Nasılız Nevzat Hocam? Aldığı bir duble rakının ve yediği tavuk şişten sonra az da olsa sakinleşmiş olan Nevzat Hoca, arkadaşını şu şekilde yanıtladı; İyiyim hocam teşekkür ederim. Ya siz nasılsınız demeden kendi âlemine döndü. Bir daha günün tarihi gündeme geldiyse de, fazla da üstünde durulmadı. Saat 21’e doğru aniden bahçenin elektrikleri söndü. Ne oluyor? Ne oluyoruz yahu? Yorumları birbirini izlerken aniden üzerinde pasta ve yanan mumların olduğu bir tepsiyle şef garson kapıda göründü. Büyük bir şaşkınlıkla etrafı izleyen Nevzat Hoca, garsonun kendilerine doğru yöneldiğini görünce oldukça şaşkın bir şekilde arkadaşlarına baktı. Garson tam olarak onların masasının önünde durunca dört arkadaş birden ayağa kalkarak iyi ki doğdun Nevzat!!, İyi ki doğdun Nevzat!! diye alkış yağmuru başlattılar, alkışlara o an bahçede bulunan diğer müşterilerde eşlik etti.
Böylece hem 14 Haziran’ın neden önemsendiği hem de neden buraya gelindiği, ortaya çıkmış oldu. Demek ki, bu gün onun doğum günüymüş! Bırakın böyle bir kutlama yapmayı, böyle bir günün farkına bile varmamış biriydi o. 25. yaş gününde arkadaşları ona böyle bir sürpriz yapmış ve hayatında ilk defa kendine ait bir doğum günü yapılmasına vesile olmuşlardı. Bu arada ışıklar yanmış, arkadaşları tek tek onunla kucaklaşmış, aldıkları hediyeleri takdim ederek doğum gününü kutlamışlar, hep birden günün şerefine kadeh kaldırmışlardı. Bu onun hayatında bir ilk olarak tarihe geçecek bir an olarak takvim yapraklarında yerini almıştı. Arkadaşlarının bu jestine karşılık, gün boyu aklından geçirdiği olumsuzluklardan dolayı kendinden utanmış, sadece oldukça mahçup bir sesle arkadaşlarına teşekkür etmişti. O andan sonra ne yenildi, ne içildi, neler konuşuldu ve neler yaşandı? Tek bir kare hatırlamadan bir topaç gibi dönen başına, bulanan midesine rağmen kendini uzanmış olarak bulduğu yatağında uykuya daldı. Uyandığında saat 11’i geçmişti. Boş günü olduğu için o gün dersi yoktu. Kalkıp yatağın içinde oturdu. Dünkü geceyi düşündü. Böyle bir gece yaşanmış mıydı? Yoksa baştan sona kadar her şey bir rüya mıydı? Doğrusunu söylemek gerekirse rüya olmasını tercih ederdi. Çünkü hiçbir şey hatırlamıyordu. Üstelik başı ağrıyor, midesi bulanıyordu. Buda demekti ki, dün gece yaşanmıştı. Gece yaşanmıştı yaşanmasına da ama nasıl? İşte orası muamma! Yataktan çıkmak istediyse de buna mecali yetmedi. Gözlerini kapatıp dün geceyi düşünmeye çalıştıysa da başarılı olamadı. Ne masada oluşan atmosferi ne de konuşulanları hatırlayamadı. Demek ki kendi kapasitesinin çok üstünde içmişti ki bu hale gelmişti. Merak ettiği tek şey; bir pot kırıp kırmadığıydı. Bu duruma düştüğü için arkadaşlarına kızsa mıydı? Yoksa düzenledikleri bu gece için teşekkür mü etseydi, emin değildi. Umudu şuydu ki utanılacak bir duruma düşmemiş olmak. Her ne olmuşsa olmuştu. Sonunda ölüm yoktu ya! Gözlerini açıp badanası iyice sararmış tavana baktı. Aklına çocukluk, delikanlılık ve ilk gençlik yılları düştü. Bu görüntülerde bir doğum günü programı aradıysa da ne kendine ne de aile bireylerine ait bir kare dahi yoktu. Zaten onun doğduğu topraklarda kimsenin ama hiç kimsenin doğduğu gün ay ve hatta yıl dahi gerçek değildi. Sırf bu nedenle de olsa doğum günü kutlamaları olmazdı. Hem kim kutlayacaktı? Herkesin açlık sınırının altında olduğu bir yerde bir yörede, kimin aklına böyle bir şey gelirdi ki… Zaten özel günleri sevmezdi. Nasıl sevsin? Hep yokluk, hep yoksulluk, hep sevgisizlik hep şiddet… Hayat onun için bunlardan ibaretti. Dalıp gittiği düşüncelerden kapının çalan ziliyle kendine gelmişti. Gelen postacıydı. Ağabeyinin gönderdiği mektubu getirmişti. Kolundaki saate baktı. 14.45’i gösteriyordu. Amma da uyumuşum ha, dedi. Bu yeniden uyuma ona iyi gelmiş olmalı ki baş ağrısı dinmiş, mide bulantısı geçmişti. Banyoya gidip ılık bir duş aldı. Banyodaki süresini her zamandan daha uzun tutmuş, bu durum onun kendisine gelmesine yardımcı olmuştu. Salona geçti. Masasına bir göz attı. Doğum günü hediyesi olarak alındığı belli olan beş kitap vardı. İyi de masada akşam kendisiyle birlikte beş kişiydiler. Beşinci kitap nerden çıkmıştı. İmzalara baktı. İmzalardan biri coğrafya öğretmeni Rafet Bey’e aitti. İyi de söz konusu kişi masada yoktu ki… Nasıl olmuştu da bu kitap buraya gelmişti. Ya ilerleyen saatlerde Rafet Bey de onlara katılmış ya da önceden kitabı arkadaşlarına vermişti. Doğrusunu söylemek gerekirse konuya ilişkin hiçbir bilgisi yoktu. Eşofmanlarını üstüne çekip evden çıktı. Hem yürüyüş yapacak hem de karnını doyuracaktı. Genellikle gece yaptığı yürüyüşünü akşamdan kalmışlığından kurtulmak için gündüze aldı. Yürüyüş sonrası kır lokantasına uğrayıp karnını doyurdu. Akşam olmasına daha çok zaman vardı. Sendikaya gitti. Salonda bulunanlarla selamlaştıktan sonra gazetelerin olduğu bölüme geçti. Sendikanın görüşüne paralel dört gazete vardı. Hepsini en ayrıntısına kadar okudu. Dışardan gelen ezan sesi akşamın olduğunu hatırlattı. İçerdekilerle vedalaşıp evinin yolunu tuttu. Gerek ona göre aşırı alkolün etkisi gerekse yürüyüş onu yormuştu. Akşam temizliğinden sonra hemen kendini yatağına atıp belki de ilk kez sağa sola dönmeden derin bir uykuya daldı.
İki gün sonra yeniden okuldaydı. Öğrencilere verdiği ödevden ortaya çıkacak sonuçları merak ediyordu. İlk dersi en sevdiği sınıf olan 3/D sınıfıylaydı. Bu sınıf son sınıfların en çalışkan sınıfıydı. Üstelikte Türkçe dersine karşı sempati duyanların sınıfıydı. Öyle ki sınıfta edebiyat dünyası adına ne varsa tartışılır; şiir, roman, öykü, deneme gibi edebi türler ve bunların yaratıcıları ve yazarlarıyla ilgili aktarımlar yapılırdı. Sınıfa girdiğinde ödev kâğıtlarını masasının üzerinde buldu. Ödev kâğıtlarına kısa bir göz attıktan sonra büyük bir zarfa koydu. Öğrencilere, çocuklar bugün de konumuz “Baba” lakin yazılı değil, sözlü. Üç başlıkta toplanmış bir konuyu tartışacağız. Şöyle ki; ‘’ babanın, yaşamımızdaki, yeri ve önemi nedir? Babadan beklentilerimiz nelerdir? Babanın görev ve sorumlulukları nelerdir?.’’ Bu soruları verdikten sonra öğrencilere beş dakika düşünme süresi verdi. Süre bitince de kim konuşmak ister, diye sordu. Sınıfın tamamına yakını parmak kaldırdı. Öğretmen, üçü kız, ikisi erkek olmak üzere beş çocuğa söz verdi. Diğer sorular için de aynı sayısal dengeyi koruyarak işleyişi sürdürdü. Ortaya çıkan sonuç hemen hemen tüm öğrencilerin, aynı beklenti içinde olması oldu. Ortaya çıkan on, on beş maddeden en çok ortak olanları tahtaya yazdırdı. Dört madde özellikle dikkat çekiyordu. Şöyle ki baba bakar, barındırır, korur ve barınak olur. Gün boyunca girdiği sınıflara aynı soruları sorarak tartışmalar başlattı. Her sınıfta aynı sayıda çocuğun konuşmasını sağladı. Sonuç hemen hemen aynı maddeler üzerinde yoğunlaştı. Ders bitiminde topladığı ödev kâğıtlarıyla birlikte evin yolunu tuttu. Bu gece uzun bir gece olacağa benziyordu. Çünkü okuyacağı 128 ödev kâğıdı vardı. Okulun son haftası olması nedeniyle mutlaka bu kâğıtları okuması ve notla değerlendirmesi gerekiyordu. Hemen soyunup eşofmanlarını giydi. Dünden kalan yemekleri ısıtıp karnını doyurdu. Bir de ocağa çay koydu. Artık kâğıtları okumasına engel bir durum kalmamıştı. Yetmişten fazla ödevi okuyup değerlendirdi. Bu arada iki kez çay molası vermesine rağmen bastıran uykuya direnemeyip uyudu. İyi bir uyku çekmiş olmalı ki bir saat daha erken uyandı. Hemen banyoya gitti. Günlük temizlikten sonra kahvaltı hazırlığına girişti. Çabucak kahvaltı yapıp kalan kâğıtları okumayı planlıyordu. Çayın kaynamasını beklerken buzdolabından malzemeleri tek tek taşıdı. On, on beş dakika içinde masayı hazır duruma getirdi. Masaya şöyle bir göz attı. Eksik bir şey var mı, diye. Masada yok yoktu. Hani kahvaltı verilen yerlerdeki kadar zengin bir masa duruyordu önünde. Demlediği çayı alıp masaya oturdu. Birkaç yudum içtikten sonra masadakilere bakıp çocukluk yıllarına dalıp gitti. Doğup büyüdüğü evdeki kahvaltıyı düşündü. İçi burkuldu, yüreği ezildi. Bu masada gördüğü hiçbir şey köydeki ev sofrasında yoktu. İşin ilginç yanı kahvaltıda ne yedilerse, öğlen ve akşamda onları yerlerdi. Bu da genellikle bulgur ve mercimek çorbası olurdu. Oldukça kalabalık ve dışarıdan hiçbir geliri olmayan bir ailenin bireyiydi. Öyle ki çift sürecek öküzleri bile yoktu. Bir inek, birkaç koyun, beş altı tavuk… Bütün mal varlıkları bunlardı. Tavuklardan elde edilen birkaç yumurtayla, koyun ve inekten elde edilen süt satılır. Gelen gelirle diğer ihtiyaçlar karşılanmaya çalışılırdı. Yani sofrada süt, yumurta, peynir, zeytin görmek imkânsızdı. Bu satış işini anne yapardı. Sadece satış işini mi yapardı? Elbette ki hayır. Bir ailede, yapılması gereken her işi… Babanın yapması gerekenler de buna dâhildi. Sahi baba neredeydi? Ne yapardı? Gününü neyle ve nasıl geçirirdi? Bilen var mıydı acaba? Onun bilmediği kesindi. Öğrencilerin sınıfta ve ödev kâğıtlarında çizdiği baba profilini, filmlerde ve okuduğu kitaplarda görmüştü. Hani baba; bakar, barındırır, korur, barınak olurdu ya! Hah işte kendi babasında bunların zerresi bile yoktu. Onun ailesinde bu işlerden de anne sorumluydu. Öğrencilerin çizdiği baba profili hayali mi yoksa sahte miydi? Kendi babasını ölçü aldığında böyle bir baba ancak sonu mutlulukla biten masallarda olabilirdi ki, onun böyle bir masalı da yoktu. Hayatı boyunca kendisine en ufak bir sevgi, şefkat ve ilgi göstermeyen bir şahsiyetti onun babası. Hatırladığı kadarıyla, babası, sabahın ilk ışıklarıyla evden çıkar, çocuklar uyuduktan sonra eve gelirdi. Onu görene aşk olsundu. Kendisi dâhil hiçbir kardeşini sevdiğini, başını okşadığını, hastalandıklarında yanlarında yer aldığını ne görmüş ne de duymuştu. Çocukların olası taleplerini de anneniz var ya! Ona söyleyin diyerek, başından savuşturur zaman zaman “bana ne” diyecek kadar sorumsuz olurdu. Hangi çocuğu okula gidiyor, hangisi gitmiyor, hangisi hangi sınıfta bunu bile bilmezdi. Ha vardı ha yoktu. Deyim yerindeyse eğer bir hayalet gibiydi. Bir görünür bin kaybolurdu. Kendisini bağda, bahçede, tarlada gören olmamıştı. Bütün bunların bir abartı olmadığına yemin edebilirdi ki daha vahimi kaç çocuğu olduğunu dahi bilmiyordu. Öğrencilerinin çizdiği baba figürüyle yakından uzaktan bir alakası yoktu. Kahvaltı masasında durup dururken bunları hatırlaması tuhaf mıydı, değil miydi? Bir yorumu yoktu. Kalabalık bir ailede hiçbir sorumluluk üstlenmeyen bir babanın olduğu evde, böyle bir kahvaltı masasının olmayacağı yalın bir gerçek olarak karşısında duruyordu. Böyle bir babanın olduğu evde, yiyecek, giyecek, barınma, beslenme, korkusuzca, endişesizce yaşamak mümkün müydü? Olmadığı zaten ortadaydı. Kendi çocukluğunda, yokluk, yoksulluk, sefalet diz boyuydu. Sevgi mi? Oda neydi? Komşunun kızının adı mıydı? Evet, onun yaşadığı ortamda sevgi komşunun kızının adıydı.
Bu düşüncelerin hâkim olduğu ortamda ne kadar kahvaltı yapabildiyse, yaptı. Masayı temizledikten sonra ödev kâğıtlarını okumaya koyuldu koyulmasına da aklından bir türlü babasını çıkaramadı. Gözleri ödev kâğıtlarında düşünceleri tamamen babasına odaklıydı. Ne yapsa bu odaktan kopamıyor, ayrılamıyor, çıkamıyordu. Bu durumda öğrencilerin yazdıklarını sağlıklı bir şekilde ne analiz edebiliyor ne de sentezleyebiliyordu. Anlaşılan oydu ki, bu durumda öğrencilerin emeğini değerlendirmesi mümkün olamayacak hak ettikleri notları veremeyecekti. Kâğıtları masanın üzerine bırakıp kahvaltı sonrası keyif çayı olarak doldurduğu çayı içti. Saatine baktı. Okula gitmek için daha çok vakti vardı. Gidip, kitaplığından Yaşar Kemal’in ‘’Yer Demir Gök Bakır’’ adlı kitabını alıp, yatağa uzandı. Birkaç sayfa okumuştu ki derin bir uykuya daldı. Kendini kerpiçten yapılmış bir evin avlusunda, etrafında birkaç tavuk bir horoz, boynundan iple bağlanmış bir köpek, az ileride uyuklayan bir kedi, kim bilir, kimden kalmış oldukça yaşlı bir dut ağacı ve bu ağaçta cilveleşen birkaç kuşla birlikte gördü. Burası onun evi miydi, yoksa başkasına ait bir ev miydi? Tam olarak kestiremediyse de fazla umursamadı. İçeri girmek için hamle yaptıysa da kapı kilitliydi. Bir iki kez açmaya zorladıysa da beceremedi. Tam dönüp gidecekti ki omuzuna bir el dokundu. Dönüp baktığında şaşkınlıktan donakaldı. Karşısında duran adam babasıydı. Hayrettir ki yüzünde bir tebessüm vardı. Hem de öyle böyle değil. Kendisine bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Lakin sesi çıkmıyordu. Konuşamayınca da öfkelenip anlaşılmayan hırıltılar çıkarıyor, giderek kaşları çatılıyor, yüzü asılıyordu. Az önce etrafında gördüğü canlılara eline geçirdiği ne varsa fırlatıyor, yine anlaşılmayan seslerle küfürler savuruyordu. Atığı nesnelerden paniğe kapılan hayvanlar ortadan kaybolmuş, ağaca attığı taşlardan ürken kuşlar uçmuş, sadece boynundan iple bağlı olan köpek kalmıştı. Şimdi de eline geçirdiği bir sopayla köpeğe yönelmişti ki, çalan telefonla uyandı.
Gördüğü görüntülerin rüya olduğunu anlayınca uyandığına sevindi. Uzun zamandır görmediği babası böyle olur olmaz zamanlarda rüyasına giriyor, onu ürkütüyordu. Kalkıp, yataktan çıktı. Yaz olmasına karşın dışarda yağmur yağıyordu. Hemen pencerenin önünde ki koltuğa oturup, dışarıyı izlemeye başladı. Yağmur giderek temposunu artırıyor, cama vuran her damla geri giderek yerde oluşan dereciklere karışıyordu. Karadeniz böyle bir yerdi. Her mevsim yağışlı iklimiyle. Zaman dinlemeden yağıyor, yağdıkça da kendisini derin düşüncelere daldırıyordu. İşte yine aynı ortam. Yine yağmur yağıyor ve kendini anılarına götürüyordu. Sahi anılarında neler vardı? Neler yüklüydü bu anılar? Neye baksa, neyi düşünse neyi hatırlamaya çalışsa her yol mutlaka babasına çıkıyordu. Al işte şu an da babası işgal etmişti beynini. Düşündü babasını, bir acayip adamdı babası. Hani zorbalık, şiddet, despotluk var mıydı babasında? Tabi ki hayır. Meselede bu değildi zaten. Ya neydi o zaman mesele? Asla bitmeyen sorumsuzluğu bir yabancıdan daha çok gösterdiği ilgisizliği, umursamazlığı, yaşanılanlar karşısındaki duyarsızlığı, hangisini belirtsin ki; hele o vurdumduymazlığı, sevgisizliği, gamsızlığı… Nasıl bir adamdı öyle? Anlayana aşk olsun! Gerçeği söylemek gerekirse, öyle biri var mıydı? Yok muydu? Emin olmadığı zamanlar bile olmuştu. Onu evde, bahçe de ortada görmek, kahvaltıda, bal, kaymak, tereyağı, yumurta, salam, sosis görmek gibi bir şeydi. Az önce ocaktan indirdiği kahvesinden bir yudum çektikten sonra babasıyla olan anılarını yokladı. Hafızasında kalan tek bir olumlu anı hatırlayamadı.
Onunla ilgili olarak aklından çıkmayan, hafızasından silinmeyen birkaç anı vardı ki şaka gibiydi. Akıl dışıydı. 60’lı yılların ortasıydı galiba. İlçeye gidip gelenler, yeni bir lokantanın açıldığını, bu lokantada Urfa, Antep, Adana kebabı denilen ve kömürde yapılan ve kokusu bütün çarşıyı saran yanı sıra közde biber, domates, ezme, yeşillik ve ince ekmekle servis edilen kebaplardan bahsediyorlardı ki insanın ağzının suyunun akmaması mümkün değildi. İşte bu kebaplar, her ne hikmetse özellikle Adana kebabı hayallerine, düşlerine girmişti. Öyle ki Adana kebabıyla yatıp kalkar olmuştu. Bir gün bir punduna getirip babasına sormuştu rüyalarına giren Adana kebabını. Allah’ı var babası da ballandıra ballandıra anlatmış, başının dönmesine sebep olmuştu. Küçük Nevzat, aklına takmıştı Adana kebabını. Ne yapıp yapıp yemeliydi. Yemeliydi de nasıl? İşte bütün mesele bu ‘’ nasıl’’ sözcüğünde saklıydı. Kendince birkaç çözüm yolu aradıysa da o, çocuk mantığına bile sığdıramadı düşündüğü çözüm yollarını. Ufukta iki yol görünüyordu. Ya babasıyla bir şekilde ilçeye gidecek, orada gerekirse rezalet bile çıkaracak kadar mızıkçılık yapacaktı. Ya da babasının ilçeden paket yaptırıp getirmesini sağlayacaktı. Yeter ki bir fırsat çıksın. Aklı Adana’da, çıkması muhtemel bir fırsattaydı. Böylece günler günleri, haftalar haftaları hatta ve hatta aylar ayları kovaladı. Kış bitti, bahar bitti. Ya haziran sonu ya da temmuz başıydı. Ellerinde bulunan birkaç tarladan birine arpa ekmişlerdi. Ürünün biçilme vakti gelmiş geçmişti bile. Köylüler kendi tarlarını biçmiş, ürünlerini depolamışlardı. Ama kendilerinin ürünleri tarlada başıboş bir şekilde kalmıştı. Bu durum babanın umurunda olmazken anne isyanları oynuyor, Abbas Efendiye beddualar edip en galiz küfürleri savuruyordu. Tabii, bu beddualar ve küfürler babanın arkasından ediliyordu. Bir sabah annenin canına tak etmiş olacak ki yüksek bir sesle şöyle sesleniyordu eşine; Abbas Efendi, Abbas Efendi, bütün köylü ürününü biçti. Samanını taşıdı. Kilerine koydu. Bizim, buğdayımız da, arpamız da tarlada kaldı. Bu kadar emek verdiğimiz ürünler yanıp gidecek. Ne yapacaksan hemen yap! Yoksa yeminim olsun ki tarlaları ateşe vereceğim. Yaparım bilirsin. Bıktım senin bu pejmürdeliğinden, avareliğinden bee!! Senin bu rezil tavrın yüzünden köyün en fakiri olduk. Haydi kalk! Ya miskin miskin oturur ya da aklın sıra oturduğun yerden emirler yağdırırsın. Haydi, şimdi kalk ve yola koyul! Yetti be!! Yattıkları yerden annelerinin bu haykırışları çocukları tedirgin ettiyse de bu durum uzun sürmedi. Babalarının ne yapıp yapıp üste çıkacağından emin oldukları için fazla da umursamadılar. İstemeden de olsa uyanan çocuklar yataklarından çıkıp avluya geçtiler. Ne gülen ne de gülümseyen biri vardı. Herkes asık suratlı, herkes çatık kaşlıydı. Her zamanki gibi ocağın altı yakılmış, üstüne kocaman bir tencerede çorba koyulmuştu. Yazın sıcağında çorba… Tanrım ne hayat ama!! Eşler arasında çıkan minik kavgalarda ya da büyük kavgalarda kazanan hep baba olmuştu. Bugün de öyle oldu. Abbas Efendi, anneye, merak etme hatun şimdi birkaç köylüyü yanıma alıp arpa biçmeye giderim. Anne, hiçbir köylünün ona eşlik etmeyeceğini bilmesine rağmen sesini çıkartmayıp fiili durumu kabul etmek zorunda kaldı. Alel acele çorbalar içildi. Baba, yedinci çocuğu olan Nevzat oğlunu yanına alarak yola koyuldu. Anneye söylediği birkaç köylüyü yanıma alacağım sözü fos çıktı. Hayatında hiçbir kimseye yardıma gitmemiş olan bir kişiye yardım edecek biri yoktu, olmazdı, olamazdı. Bir saat süren yol boyunca tek kelime etmeden tarlaya vardıklarında güneş giderek yükselmiş, etkisini artırmıştı. Tarlanın kenarında köylünün hülle dediği ağaçtan yapılı, üstü yapraklarla örtülü gölgeliğin altına girdiler. Annenin, yemeleri için koyduğu iki tas ayran ve iki tandır ekmeğini sırtından indiren çocuk, hüllenin dört ayağından birine yaslanıp soluklanmaya çalışırken baba tabakasından bir tütün sarıp içtikten sonra olduğu yere uzandı. Uzanır uzanmaz da uykuya daldı. On iki yaşındaki çocuk, arpa biçmeye gelip de uykuya dalan babasını derin bir kederle izlemek zorunda kaldı. Zamanın hangi diliminde olduğunu ancak güneşin yükselmesi, sıcaklığın artması ve gölgenin uzayıp kısalmasından kestirmeye çalışan çocuk, birkaç kez babasına seslendiyse de onu uyandırmak mümkün olmadı. Ne kadar zaman geçtiğini kestirmek mümkün olmasa bile bir ara baba uyandı. Çocuk, haydi baba bak geç oluyor, biçip gidelim bu arpayı dediyse de Abbas Efendi uyumayı sürdürdü. Lakin güneş yükseliyor, sıcaklık artıyor, gölgeler kısalıyordu. Babasının bu miskin durumuna bakıp içinden gelen bütün küfürleri savurup savurmadığı bilinmez ama bir an önce işe koyulmak gerekirdi. Yoksa artan sıcakta çalışmak mümkün olmayacaktı. Biçilecek ürün arpaydı. Arpa diğer tahıllar gibi orakla, tırpanla biçilmeyen, tamamen çıplak elle biçilmesi gereken bir üründü. Bu nedenle hem zor hem de can yakıcı bir işti. Çünkü insanın avuç içleri kanıyor, parmakları şişiyordu. Babasına bakıp, kara kara düşünürken birdenbire Adana kebap geldi aklına. Evet, evet hani şu meşhur Adana kebap. İşte onu yiyebilmenin bir yolu çıkmıştı karşısına. Nasıl mı? Babasını uyandıracak, ona, şöyle bir öneri de bulunacaktı; baba, sen uyu, ben tarlanın hepsini biçeyim. Ama bir şartım olacak sana. Bunu kabul edersen hemen işe koyulacağım diyecekti. Kendisinden bile aciz olan baba, tartışmasız her koşulu kabul edecek bir yapıya sahipti. Yeter ki kendisinden iş ve aş istenmesin. Daha fazla beklemeye tahammülü kalmayan çocuk, babasını defalarca dürterek uyandırmayı başardı. Gözlerini açıp etrafına şaşkın şaşkın bakınan baba; Ne var? Ne istiyorsun? Biz neredeyiz? Gibi sözler mırıldanıp uykuya dalmaya yöneldiyse de babasıyla anlaşmayı kafasına koyan çocuk; baba öğlen olacak neredeyse. Bak sıcağa kaldık. Biçeceksek, biçelim. Yoksa ben de uyuyacağım dedi. Baba; ne biçmesi, neyi biçeceğiyiz, deyip, tekrar uyumak istedi. Onu uyanık tutmakta kararlı olan çocuk; baba, annem burada olduğumuzu biliyor. Biçme işini yapmadan eve dönersek kıyamet kopmaz mı sence? Anne, sözünü duyan baba, kalkıp oturdu. Korktuğundan değil, dırdır dinlemekten hoşlanmadığından olsa gerek oğluna’’ tamam’’ haydi başlayalım dedi. Dedi demesine de yine de kendini sırtüstü yere bırakmaktan alıkoyamadı. Bu hareket karşısında çocuk çıldıracak kadar öfkelendiyse de yapabileceği bir şey olmadığının üzüntüsünü yaşadı. Neden mi? 1.65cm boyuyla yerde iki seksen uzanan zat maalesef ki babasıydı. Buna rağmen önünde biçilmeyi bekleyen bir tarla vardı. Ve zaman daralıyordu. Yeniden babasını uyandırıp şu teklifi yaptı; baba sen uyu. Ben, arpanın tamamını biçeyim. Ama sen de, bana, Adana kebabı yedireceğine söz ver dedi. Çocuğunun talebini anladı mı, anlamadı mı, bilinmez; lakin çocuğa ‘’ hay hay, tabi oğlum’’ deyiverdi. On iki yaşındaki çocuk, babasından aldığı bu söz üzerine yıldırım hızıyla arpa biçmeye girişti. Lakin aşırı sıcak ve çıplak elle ürünü biçme onu fazlasıyla yordu. Birkaç saatte bitecek tarlanın yarısına vardığında en az üç saat çalıştığı gerçeği ortadaydı. Üstüne çöken yorgunluk, susuzluk, aşırı sıcak onu mola vermeye zorladı. Hülleye dönüp, önce su içti. Sonra da annesinin hazırladığı çıkını açarak, torak, ayran ve tandır ekmeğinden ibaret olan yemeğini yedi. Biraz dinlendikten sonra da yeniden tarlaya döndü. Bu yaşananlardan uykuda olan babanın haberi bile olmadı. Ne sırtından akan ne de alnından sızan tere aldırmadan biçmeye devam etti. Avuçlarında ki kan ve parmaklarında ki sızı bile onu durduramadı. Çünkü işin ucunda o rüyalarına giren Adana kebap vardı. Arada bir uyanıp kendisine el sallamaktan başka bir işe yaramayan babasına aldırış etmeden, en az mola öncesi kadar çalışarak biçme işini bitirdi.
Babasının umursamaz tavrına içerlenmesine rağmen dönüp tarlaya baktı. Yaptığı işten ötürü kendisiyle onur duydu. Döndüğü hüllede horul horul uyuyan babasını dürterek uyandırdı. Daldığı derin uykudan sıçrayarak uyanan Abbas Efendi, gördüğü manzara karşısında şok olmuş olmalı ki aklına gelen bütün duaları okuyarak tepki gösterdi. Ona göre bu koca tarlayı bir çocuk hem de çıplak elleriyle biçemezdi. Üç harfli varlıkların tarlayı biçtiğini ileri sürerek dualarına devam edince çocuk, baba tarlayı ben biçtim dediğinde de ‘’ Hadi oradan deyyus.’’ küfürüyle karşılaştı. Bu davranışa karşılık çocuk, kan içinde kalmış ellerini babasına gösterdi. Bu manzara karşısında baba utandığından mı, mahcubiyetinden mi, bilinmez, iyi iyi diye mırıldandı. Takdir bekleyen ve babanın kebabı hak ettin demesini uman çocuk, ‘’ annene uyuduğumu söyleme sakın’’ sözleriyle karşılaştı. Çocuktan arta kalan kumanyayı yiyip üstüne de testiden lıkır lıkır suyunu içip bir de sigara tüttürdükten sonra ‘’ haydi eve gidiyoruz’’ diyerek yerinden zor bela kalkıp yola düştü. Sırtında su testisiyle çocuk da onu izledi. Yol boyunca gündemde ne takdir ne de kebap yer almadı. Hatta bir saate gittikleri yolu bu kez bir buçuk saatte aldılar. Bir buçuk saat süren yolculukta tek kelime bile edilmeden eve varıldı. Abbas Efendi, içeri girmeden kahvenin yolunu tuttu. Çocuksa, kan sızan ellerini yıkamadan kendini yer yatağına atarak uykuya daldı. Kendisini akşam yemeği için uyandıran olmadığı için sabaha kadar açlıktan guruldayan karnıyla rüyasında kebap yiyerek uyudu. Bu geçmişe gidişini çalan telefonun sesi durdurdu.
Arayan kuru temizlemeciydi. Elbisesinin hazır olduğunu söyleyerek kapattı. Bu telefon iyi olmuştu aslında, çocukların ödev kâğıtları onu bekliyordu. Derhal kâğıtlardan birkaç tanesini alıp okudu. Gerekli değerlendirmeleri yapıp not defterine geçirdi. Okuyacağı çok sayda kâğıt duruyordu durmasına da onun kâğıt okuyacak hali kalmıyordu. Çünkü öğrencilerin çizdikleri baba profili onu çileden çıkarıyordu. Çizilen baba profili nerede, onun babası neredeydi? Al işte bir olay daha; yokluk ve yoksulluğun tavan yaptığı bu ailede sevgiden ve ilgiden de eser yoktu.
Bir gün ilgi çekmek ya da ailedeki yerini görmek için şöyle bir olayı planladı. Harman yerinde toplanıp üst üste yığılan saman saplarının içine saklanacak bir ya da birkaç gece eve gitmeyecek, böylece ailesinin onunla ilgili duygularını test edecekti. Bu düşüncesini Kalender adlı arkadaşına açtı. Çocukluktan bu yana birlikte olan arkadaşının fikrine katılmasa da kendisine düşen neyse onu yapacağını belirtti. Nihayet bir akşam yemeği sonrası sadece on iki yaşında olan Nevzat, karanlıktan yararlanarak harman yerine gitti. Kalender’in ondan önce geldiğini gördü. Kalender, eve gitmediği günlerde ona tandır ekmeği ve çökelek getirmeyi taahhüt etmiş ve bu taahhüdünü yerine getirmek için harman yerine arkadaşından önce gitmişti. Nevzat, arkadaşına bunları yarın getirmesini söyleyerek geri çevirmişti. İkili bir süre sohbet etmiş, arkadaşı gecenin karanlığında ortadan kaybolmuştu. Yıldızların firarda, ayın doğmadığı kapkaranlık gece de samanlıkların içine girdi. Köyde ne bir ses ne de herhangi bir yerden sızan ışık vardı. Bu durum onun ürkmesine, korkmasına, endişelenmesine, kalp atışının artmasına ve ağzının kurumasına yol açtı. Keşke böyle bir şey yapmayıp evimde yatağımda olsaydım diye düşündü. Doğrusunu söylemek gerekirse kendisinden büyük iki ağabeyiyle paylaştığı yatağında olmadığına hayıflandı. İşte o an ailesine öfke duydu. Ağzına gelen her lafı saydı. O anda yanından havlayarak bir köpek geçti. Bulunduğu yere çok yakın derenin çıkardığı sesi duydu. Bu iki olay onu cesaretlendirdi. Ama bu cesaret onun yaz ortasında korkudan buz kesmesine mani olamadı. Altı üstü on iki yaşında bir çocuktu. Tek istediği biraz sevgi, biraz ilgiydi. Bütün korku ve endişelerine rağmen uykuya yenik düştü. O kadar korkunç rüyalar gördü ki defalarca uyanıp defalarca uyudu. Nihayet günün ilk ışığı ve Kalenderin sesiyle uyandı. Arkadaşının getirdiği kumanyayı alarak derenin kenarına koştu. Bu saatte herkes uykuda olduğu için derenin bir yerinde saklanıp kimsenin onu görmemesini sağlayacaktı. On iki yaşında bir çocuk olarak hayatında ilk defa evinin dışında üstelikte tek başına sokakta yatmıştı. Gece yaşadığı korkuya rağmen kendini muzaffer bir komutan gibi hissediyordu. Demek ki o kadar korkmaya gerek yokmuş. Şimdi kendisiyle aynı yatağı paylaşan ağabeyleri, anne ve babası düşünsündü. Gün boyu arkadaşının getirdikleriyle idare etti. Bir yudum sevgi, bir tutam ilgi uğruna yaptığı bu eylemi dört gün sürdürdü. Geçen bu zaman içinde ne asker ne jandarma ne de muhtarlığın seferber ettiği hiçbir kimse ortaya çıkmadı. Bütün bu unsurlar bir yana kendi ailesinden de Allah’ın tek bir kulu arayıp sormadı. Anlaşılan oydu ki bu eylemin bile ailesinin dikkatini çekmeye yetmediğiydi. Çaresizce aynı günün akşam vaktinde evine döndü. Tandır başında ekmek yapan annesiyle bir an göz göze geldiler. Annesinin koşup onu kucaklayacağını, sarılıp öpeceğini düşündüyse de saniyeler için de bunun olmayacağını, annesinin umursamaz tavrında anlayıp büyük bir hayal kırıklığı ile içeri girdi. İşin ilginç yanı evde kendisinden küçük kardeşlerinden hariç başta baba olmak üzere hiç kimse yoktu. Daha sonra eve gelen büyüklerden hiçbiri de ona, nerede olduğunu sormamış, ha varmış ha yokmuş gibi davranmışlardı.
Oysa Zeynellerin Hasan birkaç saat ortadan kaybolmuş, bütün köylü seferber olmuş, muhtar Mürteza’nın odasından her beş, on dakikada bir anons yapılmış, köylü, çoluk, çocuk, genç, yaşlı, kız, kızan demeden dere, tepe, bağ, bahçeyi didik didik aramıştı. Hasan bulunana kadar annesi Fazilet kadın etrafı ağıtlarla inletmişti. Kendi ailesi dört güne rağmen oralı bile olmamıştı.
Bu davranışlar onun duygu dünyasını yıkmış, kafasında oluşturduğu aile mefhumunu yerle bir etmişti. Görünen oydu ki bu ailede sevgiye yer yoktu. Daha vahimi ortada aile diye bir kurum yoktu. O minicik aklıyla hiçbir aileye benzemeyen kendi ailesindeki bu tutum ve davranışın nedenini sorgulamaya çalışınca aklına gelen ilk şey yokluk, yoksulluk, yaşanan sefaletti. Öyle ya! Bu yokluk, yoksulluk ve sefalet olmasaydı, belki de ailesinde de sevgi, saygı, hoşgörü olabilirdi. Ne rezil şeymiş bu yoksulluk denen bela! Belki de bununla sınırlı değildi, bu sevgisizliğin kaynağı. Belki de eşlerin ikişer evlilik yapmış olmaları da bu sevgisizliği tetikleyen unsurlardan biriydi. Ailede herkes birbirine yabancı gibi davranıyor, bu da aile bağlarını yerle bir ediyordu. Kendisinin dört gün boyunca ortadan kaybolmasına rağmen bu durumdan haberdar olunmaması, kimsenin, kimseyle bir bağı olmadığının kanıtıydı. Durum vahim, durum umutsuz, durum felaketti. Bu duruma müdahale etmesi gereken anne ve baba da hiçbir girişimde bulunmuyor, bu gönül yaralayıcı durumu seyrediyorlardı. Çocuk aklıyla ancak bu kadarını düşünebiliyordu. Kapkaranlık bir dünyaydı onunkisi. Üzücü olanı da tünelin ucunda bir ışığın görünüyor olmamasıydı. Elinde olsa, böyle bir ailenin çocuğu olmak ister miydi acaba? Yanıtı, kesinlikle hayır olacaktı.
İçtiği yarım demlik çaydan mı, yoksa kahvelerden midir, nedir? Çok feci bir şekilde sıkıştığını hissedince hemen yerinden kalkıp tuvalete gitti. Döndüğünde masa üzerinde duran kâğıtların birkaçını birden alıp okumaya koyuldu. Evet, sanki çocuklar birbirlerinden kopya çekmiş gibi ortaya bir baba profili atmışlardı. Bu görüntü öyle bir görüntüydü ki baba değil de evliya görüntüsüydü. Kendi babasını düşündü, ona verecek bir sıfat bulamadı. Yeniden geçmişe dönüp yaşanmışlıkları irdelemeye devam etti. Arpa tarlasını biçtiği o yılın eylül ayında tüm ülkede olduğu gibi kendi ilçesinde de yapılan yatılı öğretmen okulu sınavına girmiş, yedi yıllık yatılı öğretmen okulunu kazanmıştı. Kendi yaşadığı ilçeye üç saat uzaklıkta olan ve ulaşımının demir yoluyla olduğu okulun bulunduğu ilçeye yedi yıl boyunca trenle gidip gelmiş, hiçbir zaman bilet almayan yolcu olarak demir yolları tarihine geçmişti. Bu gidiş gelişlerde gerek kondüktörler gerekse tren şefleriyle köşe kapmaca oynamış, bu oyun esnasında korkudan dehşete kapıldığı anlarda olmuştu. Öyle ya! Yakalanması anında ya ilk istasyonda ya da ineceği istasyonda güvenlik birimlerine teslim edileceği, bilet fiyatının iki katı alınacağı kesindi. Cebinde bir kuruş parası olmayan bir çocuğun ruh hali nasıl olabiliyorsa, onunki de öyleydi. Dile kolay tam yedi yıl bu korkuyu yaşamış biriydi. Kondüktör kovalamış, o kaçmıştı. Bu yedi yıllık kaçak binişlerin yarattığı, travmanın giderilmesinin mümkünatı yoktu, olamazdı da. Saçlarına erken düşen akların bir nedeninin hatta baş nedenin bu yolculuklar esnasında yaşadığı korku ve endişenin olduğuna emindi. Çünkü defalarca yakalanmasına ramak kalmış, her ne hikmetse yakalanmamıştı. Bir trende gizlenilecek her noktayı bilmesine rağmen hiçbir zaman bu korkudan kurtulamamıştı. Bu tren hikâyesi de nerden çıktı diye kendi kendine mırıldandı. Asıl mesele baba veya babalardı. Evet, bir baba ki koca bir tarlayı on iki yaşındaki çocuğa çıplak elle biçtirip karşılığında verdiği, Adana kebap sözünü yerine getirmemiş, kendisine her sorulduğunda da bugün yarın diyerek çocuğunu atlatmış ve sözünde durmamış baba. Bu çocuklar ya çok iyi niyetli ya da fazlaca abartmışlardı babalarını. Ona bir porsiyon kebabı çok gören bir babayla, çocukların tanımladıkları babaların hiçbir ilgisi yoktu. Yıllar aynı duyarsızlık, ilgisizlik, sevgisizlikle akıp gitmiş; Nevzat okulu bitirerek öğretmen olmuş, Adana kebabını da ancak ilk maaşını almasıyla yiyebilmişti. Sahi bu ilk maaş her memurun, işçinin en önemli anı, en mutlu olduğu günü değil midir? Yanıt, elbette ki evettir. Onun içinse bu an tam bir kâbus olmuştu. O ilk maaş gününü hatırladı. Atandığı okulun mutemedinden ilk maaşını almış, gördüğü paranın miktarı karşısında neredeyse baygınlık geçirecek duruma gelmiş, gözlerine inanamayıp defalarca sayıp ceketinin iç cebine yerleştirmiş, oradan çıkarıp pantolonun cebine koymuş, elini de cebinden çıkarmamıştı. Eylül ortası olmasına rağmen paranın olduğu cepteki eli sıcacık olmuş veya ona öyle gelmişti. Yol boyunca tenha yerlerde etrafını iyice kolaçan ettikten sonra parayı çıkarıp tekrar tekrar saymıştı. Paranın bütünü sol cebine bir yemek yiyecek kadar miktarını da sağ cebine koymuş, yemek için tam yedi yıl beklediği Adana kebabının da yapıldığı lokantaya girmiş, tamı tamına iki porsiyon kebap yemişti. Hani utanmasa üçüncüyü de isteyecekti. Normalde hızlı yemek yemesine rağmen bu kez gayet ağır bir şekilde deyim yerindeyse tadını çıkara çıkara kebabını yemiş, lokantadan çıkmıştı. Harbiden de çok lezzetliymiş be diyerek kırtasiyenin yolunu tutmuştu. Tutmuştu tutmasına da burnunda hala kebap kokusu vardı. Buradan kendisine gereken mesleki araç ve gereçleri alıp köye dönecekti. Öyle de yaptı. İlaveten de kırtasiyeden bir zarf alıp, geriye kalan bütün maaşını içine koydu. Bu arada ilçenin tek pastanesi olan Elif Pastanesi’nden birer kilo kadayıf ve baklava yaptırarak köye dönmek için dolmuşa bindi. Hep yürüyerek gelip, gittiği ilçeden bu kez dolmuşa binerek köye döndü. Evdekilere ikram edecek bir şeyler aldığı için kendisiyle gurur duyduysa da bu gurura eşlik eden çıkmadı. Çünkü kimse gelip te elindeki paketleri almadı. Oda elindekileri yere bırakıp, arka odaya geçti. Hiçbir zaman bu vakitlerde olmayan babasının gelmesini bekledi. Amacı zarfa koyduğu ilk maaşını babasına taktim edip, ömür boyunca görmediği, duymadığı bir aferin oğlum sözcüğünü duymaktı. Gecenin ilerleyen saatlerinde eve gelen babanın çoğuna ilk sözü sen daha yatmadın mı olmuştu? Hayır, yatmadım, seni bekledim diye yanıt vermiş, bu yanıtına karşılıkta bir şey söyleyeceksen annene söyleseydin. Beni neden bekledin ki, yanıtını almıştı. Baba bir bana bakar mısın? diyerek elindeki zarfı babasına uzatmış, babasının tepkisini beklemeye koyulmuştu ki ‘’ baba bu da nedir? ‘’ diye sorunca da aç, bak baba diye yanıtlamıştı. Yedi yıl boyunca çocuğunun hangi okulda okuduğundan bihaber olan baba, zarfı açıp içinde ömrünce görmediği miktarda parayı bir arada görünce; bunu nereden buldun, eşek oğlu eşek, bir de hırsızlığın mı eksikti, diyerek hayatında ilk defa okkalı bir tokat yüzüne patlatmıştı. İşte onun babası buydu