ADI BENDE SAKLI
Bir pazar sabahıydı, pencerenin önünde oturmuş sadece düşünüyordum. İyiden iyiye babaanneme benzemeye başladığımı fark ettim birden. Bu her davranışıma yansımıştı. İçten içe içselleştirdiğim onun birçok kişisel özelliğinin etkisinde kalmıştım farkında olmadan. Henüz kimsenin bunu anladığını sanmıyordum. Bu sanki onunla aramızdaki bir sırdan öteye geçemeyecekti. Şimdilik bu şekilde devam etmeli ve insanlara bu durumdan bahsetmemeliydim. Kendimi ele vermenin bir anlamı yok gibiydi. Sanırım irademin dışında kendiliğinden gelişen olağan bir durumdu bu. Pencerenin önünde saatlerce beklemeyi huy edinmiş olan eşkâlini bile unutmaya başladığım canım babaannemin o yumuşacık ellerini, giysilerinin beyaz sabun kokusunu hatta sesini iyice özlemiştim, onun her şeyi resmen burnumda tütüyordu. İçimden defalarca ona sarılma isteği geçmişti o an. Fakat o bu dünyayı bırakıp gideli çok olmuştu. İşte bu nokta da elim kolum bağlandı birden. Ben hâlâ onun yokluğuna alışamamıştım.
Evin dış duvarlarını saran asma yapraklarının arasından gözüken üzüm taneleri sanki birazdan deli cesaretiyle dalından kopacak ve misafirlerine ikram ettiği tabaklara tek tek konacaktı.
“Yapma bunu kendine!” dedim, özlemim iyice tavan yapacak olmalı ki bu sefer en küçük detayı bile atlamıyordum. Sihirli bir cümle kurmak istedim o an. “Hoş geldin babaanne ya da sen burada mıydın babaanne?” Onu yanı başımda hissediyordum sanki! Birden içime garip bir ürperti girdi ve ağlamaya başladım. Ona olan saygım, sevgim onu daha çok özlediğimi hissettiriyordu bana. Yorgundum, geceyi rahat geçirememiştim yine, uykusuzluk ise iyice bedenimi sarmıştı.
Kimsenin hassaslıklarıma ne kulak verdiği vardı ne de beni anlama ihtimali!
Kendi kendime şöyle bir muhakeme yaptım: “Değmiş miydi?” Bunca yaşanılan şeye rağmen değmiş miydi?
Bütün bunlara, bu gudubetlerin gelişini saatlerdir beklemek değecek miydi acaba? Canım burnumda onların gelmesini bekliyordum istasyonda. Başıma hasırdan örülü bir şapka geçirmiş ve bütün bu tuhaflığımı o günün anlamsız koşturmacasına vermiştim.
Sonrasında ise bu anlamsız gidişata kendimle istişare ediyor ve yine bir sonuca varmaya çalışıyordum. “Olmadı, denedin olmadı be kızım! Her saklandığın yerde sobelediler seni bilmiyor musun?” Geceden ise aklımda kalan birkaç cümleyle, hafızamda kalan yarım yamalak rüyanın etkisiyle eski bir anının habersizce gelip pat diye zihnime oturması meselesiydi bütün bunların hepsi. Hatırlamaya çalıştıkça üstelik kafam iyice karışıyor ve durmadan bocalıyordum. Önümü görmez olmuştum. Zaten her şeyden bıkmıştım. Eskisi gibi şen, şakrak ve neşeli olma ihtimalim yok denecek kadar azdı. Kendimi musalla taşına yatırılmış bir cenaze gibi görmeye bile başlamıştım. Ölümü dört gözle beklediğim filan yoktu, lakin sadece kendi mabedime sessizce çekilmek istiyordum. İnzivanın kollarına bir an önce kendimi atıp yoluma kimsenin çıkmasına izin vermeyecektim. Mutsuzdum, bu bana yeterince zarar vermekle kalmıyor aynı zamanda günlük hayattan beni epeyce alıkoyuyordu. Resmen infaz memurunun ellerine teslim etmiştim kendimi. Kendi infazımı kendimin gerçekleştiremeyeceğimi ise çok iyi biliyordum.
Büyük olasılıkla yüzleşmekten korktuğum birçok şeyin olması ve kendimi köşeye sıkışmış hissinin verdiği melankoliyle beraber iyice dibe iniyordum. Bütün bu olup bitenlerin tek sebebi sanırım kontrol edemediğim o duygularımdı.
Boynum büküktü. Ayın ilk haftası gelip çatacak ve ben zil takıp oynayacaktım sanki. İlahi cümbür cemaat bütün heyheylerimle beraber sanki filarmoni orkestrasının müzikaline katılacaktık hep beraber. Neden bu kadar ince düşünmeye meyilliydim. Zamanımı buna heder ederek harcayamazdım. Topu topuna üç ay uzaklaşacaktım buradan. Eminim bu bana çok iyi bir bahane olacaktı. Uzaklaşmak belki hayatımın geri kalan kısmında kendimi bulabilmemim en büyük fırsatı olacaktı. İnsanın kendisine yapacağı en büyük iyilik sanırım içinde bulunduğu duygulardan bir an önce uzaklaşmasını sağlayabilmesidir.
İnce belli bardağıma olan bağlılığımla, kahve fincanıma olan sadakatimi bir kenara bırakıp bir daha kaç gece, kaç gün sonra onlarla buluşacaktık kim bilir? En çok düşündüğüm kısım buydu. Gerisi çok mühim değildi benim için. Bu dünya çok da umrumda değildi, anlayacağınız.
Tren istasyona yaklaştı. Elimdeki valizi birden yere bırakmak istedim. Anlamsız şekilde oradan uzaklaşmak istedim. Onlarla yeniden karşılaşma hissi beni endişelendirmişti sanırım. Hangi hatıranın hangi sevinci, hangi üzüntüsü şimdi karşıma çıkacaktı yeniden ve birçok münasebetsiz söylenmelerin sızlanmalarına kulak verecektim. Sonra avazım çıktığı kadar haykıracak “Gidin hayatımdan! Sizi görmek ve duymak istemiyorum bir daha!” diyecek ve sonra birden trende gitar çalan o mahcup delikanlıyla karşılaşacaktım. Sanki bana; sakin ol kendini bana; yani müziğin akışına bırak der gibi gözlerimin içine bakarak, “ lütfen hanım efendi adınızı bahşeder misiniz bana?” diyecekti. İşte o an değişik bir havaya girerek “Adı Bende Saklı” diyebilecektim.