FEDAKAR MEMURELER
Can dostumla her sene sıcakların iyice bastırmadığı mayıs ayında ortak geçmişimizin tatlı ve bazen de acı hatıralarını yad etmek üzere Marmaris’te buluşuyoruz. Hemen hemen kırk seneyi bulan beraberliğimiz; iyi ve kötü günlerimizde birbirimizin destekçisi, omuz vereni olduğumuz gerçeğinden dolayı çok değerli. O halde buyurun iki genç kadının İstanbul hatıralarına.
Şehr-i İstanbul’dayız o vakitler. Şimdiki tarihten otuz dört yıl öncesi. Yeni evliyim. Üstelik de bebek bekliyorum. Neredeyse bebeğim dünyaya merhaba dedi diyecek. Acele etmiyor gerçi. Sanırım doğumla neticelenecek olay sonunda kendisini pek şenlikli bir hayatın beklemediğini kulağına iyi saatte olsunlar fısıldamış. Var mı annesinin ona sunduğu gibi kıyak bir ortam. Ekmek elden su gölden. Arada sırada bir tekme fırlat, kendini hatırlat ki annen hep seninle ilgilensin. Hem de antrenman olur ona. Şimdiden anlasın ömür boyu hep seni düşünmek durumunda olacağını. Bu tatlı, eşsiz meşgaleye alışsın yavaş yavaş.
Ben ve yakın arkadaşım, ziraat mühendisi iki kafadar kadın, yaklaşık aynı zamanlarda çocuklarımızı dünyaya getirmek üzere sözleşmişiz adeta. Nitekim birkaç gün arayla başardık bu mucizeyi.
Sevgili dostumla birlikte Tarım Bakanlığı’na bağlı olan, Bağdat Caddesi’nin en mutena bölgesinde konuşlanmış Tarım İl Müdürlüğü’nde çalışmaktayız. Bu cadde tarihi itibariyle Anadolu Yakası’nın en sükseli caddesi. Resmi bir binanın bu caddede işi ne diye soranlara yanıt vereyim bekletmeden. Çünkü, arazisi tarım için kullanılmak şartı ile vakfedilmiş. Yoksa kim bırakır ki bu değerli arsayı o mevkide. Beş yıldızlı otel olmaya pek münasip. Hatta günümüzde de orada duruyor hala. Ne hayırlı vakıfmış ama…
Bu müdürlüğün yedi şubesinden biri olan Kontrol Şubesi’ndeydik. Yaptığımız iş aslında çok önemli. Yurda ithal edilen gıda maddelerinin elverişliliğine karar veriyoruz. O kadar çok ithalat var ki o zamanda da şimdiki gibi. Yanlışlıkla tohumu toprağa düşse yığınla ürün verecek olan maydanoz dahil olmak üzere.
Dairede yazı işleri bile bütün elemanlar kadın. Sadece nazarlık olarak iki erkek mühendis var. Onlar da kıdem dolayısı ile artık dinlenmeye geçmişler. Çay-kahve içip sohbetleri ile bizleri şenlendiriyorlar. Ama mesai saatlerine azami dikkat ediyorlar. Eski topraklar ne de olsa…
Müdürümüz nurlar içinde olsun çok eğlenceli ve iyi kalpli bir kişiydi. Biraz kilolu olduğu için düşmesin diye pantolonuna kemer takmak yerine, balonları olan şarkıcı İbo gibi iki yanda askı kullanırdı. Tüm gün sesi sonuna kadar açarak klasik müzik dinlerdi. Huşu içinde memurlar; ‘’ Neydi bu başımıza gelen’’ diyerek bu müzik türüne alışmaya çalışır, Mozart’a duacı olurlardı. O kadar abimiz gibiydi ki müdürümüz; bizim daire resmi bir ofis gibi değil bedava durum komedisi gösterisi yapılan bir sahneydi sanki. Biz bize derler ya, öyle işte. O kadar biz bize duygusu hepimize yerleşmişti ki sormayın. Hani anneler çocuklarını eğitirken ‘’ Evde olanlar dışarıda anlatılmaz’’ derler ya. O hesap işte. Kapı birden açılır, müdür şarkı söyleyerek odamıza giriş yapar ‘’ Na’ber kızlar’’ dedikten sonra da ‘’ Hadi hazırlanın, birazdan müşteriler damlar’’ derdi. Bu seremoni her sabah olurdu çünkü hasta falan değilsek mevcut bütün kadınlar göreve çıkmak durumundaydık. İşler yoğun… Bunları yıllar geçmesine rağmen tatlı bir gülümseme ile an be an hatırlıyorum. Sevgili Müdür ağabeyimiz diğer iyi kalpli insanlar gibi dalgın ve dağınıktı. Tuvaletten çıkarken fermuarını çekmeyi unuturdu sık sık. Odalar küçük, bir metre uzağımızda. Biz kızlar bakmamaya çalışırdık. Çünkü sonradan fark ettiğinde çok utanacağını bilirdik. Çareyi bu durumu diğer iki abiye söylemekte bulduk. Onlar erkek erkeğe durumu düzeltirlerdi. Devlet dairesinde olacak işler değil. Sanki, çocukların mutlu-anne ve babanın birbirini çok sevdiği bir çekirdek aile misali. Yirmi senelik çalışma hayatımda bir daha tatmadığım bir durumdu bu. Herhalde Bağdat Caddesi’nin yüzü gözü hürmetine…
İşleyiş şu şekilde: Sabah mesai başlar başlamaz Gümrük Komisyon Şirketi görevlileri tek tek geliyor müdürün odasına. Son ses Vivaldi- Dört Mevsim eşliğinde iki kadın mühendis, bahtına hangi gümrükçü çıkarsa artık görevlendiriliyor. İstanbul orta ölçekli bir Avrupa ülkesi kadar. Bizler gün boyu Halkalı ve Haydarpaşa Gümrüğü ardından Şenlikköy Laboratuvarı derken akşamı zor ederdik. Evlere teslimata kadar bu kişi ile hemhal olur, aile fertlerinden daha çok onu görürdük. Bir de her gün değişik bir erkek ve araba ile kapıda bırakılmak da komşular açısından bir muamma ama neyse ki İstanbul kozmopolit bir şehir. Karışan görüşen yok.
Arkadaşım ile bir gün sonra doğum öncesi izne ayrılacağımızdan bu kutsal görevimizi son bir kez yapmak üzere sabah yola koyulduk. Gelen görevli bu sefer oldukça yaş almış bir amca. Araba da ufak Doblo cinsi minibüslerden. Ama oturma bölümü sürücü yanı sadece. Arka kısım yük için. Biz oflaya poflaya bindik arabaya. Malum binek otomobilden daha yüksek. Hamile jilesi moda o zamanlar. Hamile kadınlar zamanımızdaki gibi karnı yarı açık bırakan kroplardan giymiyor. Benimkisi yeşil, kankamın ki lacivert kadifeden. Bir de dar bir alanda sıkıştık tabii ki. Paketlenmiş iki yastık gibi, hoplaya zıplaya gidiyoruz. Amca, henüz tanışmadan ikimize o kadar şefkatli baktı ki biz bile kendimize acıdık o an. Titrek bir ses tonu ile ‘’ Kızım, kocalarınız sizi bu durumdayken hala çalıştırıyor mu?’’ demesin mi… Bizde de serde gençlik var, muziplik yapma isteği, tekdüze yaşantımızı birazcık eğlenceli hale sokma planı derken sanki anlaşmış gibi boynumuzu bükerek Küçük Emrah tarzı ‘’ Mecburuz amca… Çalışmak zorundayız.’’ dedik. O saatten sonra da hız elli, kasislere dikkat tarzında bir yolculuk başladı. Sarsıntıdan doğururuz diye korkudan öldü canım amcam. Yaşıyorsa hala, uzun ömür dilerim ona. Hani Devlet-i Aliyye’nin memuru değil de himaye altına alınmış iki gariban kadın gibi bir hal. Onu işlettiğimiz ortaya çıkarsa çok ayıp olacağından akşama kadar kendimize biçtiğimiz yeni rolümüzü devam ettirmek zorunda kalışımız da cabası.
İlk durak Halkalı Gümrüğü. Numune alırken biz eğilip kalkarken ah-uh yapıyoruz. Vallahi mezara girecek yüzümüz yok. Çok kötü kalpliyiz ikimiz de. Amcam perişan. ‘’ Aman kızım! Siz eğilmeyin sakın, bana tarif edin, her şeyi ben yapayım’’ diyor. O zamanlar gümrüklerde adına rüşvet denilen bonus uygulaması çok yaygındı. Şimdi durum nasıldır bilemem. Her atılan imzanın mevkiine göre bir bedeli varmış, akşam memurlar günlük maişetlerini alırlarmış toplanan havuzdan. Mış’lı geçmiş zaman kullanıyorum, zira suç oluşmasın şimdi devletin yüksek menfaatlerine karşı. Hem de içimiz rahat zaten şu zamanlarda. Her rüşvet ihtimali olan nokta işleyiş içinde zapt-u rapt altına alınmış vaziyette. Dağıtımda da adaletsizlik oluşmasın diye. Hakkaniyet önemli. Benim ve kankamın da rüşvet aldığımız sanılmasın. Aşırı dürüstlüğümüz dağlara taşlara… Gerçi böyle gözünün önünde bonuslar uçuşunca insanın nefsi çekmiyor değil (!?) Biz memur değil miyiz (!?) Bizim canımız yok mu kardeşim. (!?) Ne yazık ki anadan babadan öğrendiğimiz ahlaki normlar buna engel. Babam memuriyete başlarken bana çektiği nutukta ‘’ Kızım… Eğer resmi görevden öngörülen günden önce dönersen artan harcırahı devlete geri iade et. ‘’ demişti. İnsan babasını seçemiyor tabii ki. Babanın da hayırlısı. Milletin babası ne güzel gül gibi evlat yetiştirmiş bak. Hatta başka bir görev dönüşünde komisyoncu ikimize çay içersiniz diyerek para uzatmıştı. Aman Allah’ım! Zavallı adam bizim bağırmamızdan korkup ‘’Ulan, bunlar şimdi beni polise de verirler!’’ zannıyla arabadan hızla inip kaçmıştı. Gören de Bakanlık bombalandı sanır. Ne olur sanki iki çay içiversen.
Ha, bir de bu kontrol işlerinin analizi uygunsuz çıkarsa reddedilme kısmı var. Hilton’un Çin Lokantası’nın soğuk hava deposundan donmuş uskumru numunesi almaya gittik bir keresinde. Her komisyoncu bizim yaşlı amca gibi temiz düşünceli değil, canı Çin yemekleri çekti sanırım. Bizim rızamızı almadan öğle yemeğine davet ettirdi resmi görevlileri. Bak sen! Olacak iş mi şimdi bu (!?) Ama laf aramızda ben de merak ediyordum yemeklerin tadını ve Çan Çin Çon ambiyansını. Pilavı çubukla yemeyi falan öğrenmeye çalıştık, kültürümüz artsın diye. Sonuçlar laboratuvardan uygunsuz gelmesin mi! Adamlar sayemizde para ne kadar kaybettilerse artık bir sonraki görevde bizi kapıdan kovmuştan beter ettiler. Yersen Çin yemeğini işte böyle Çan Çin Çon ederler adamı. Sonucu çetrefilli olan kontrollerde işin merkezden bağlandığına dair bazı tevatürler duymuşluğum da var ama gözümle görmediğime iftira mı atayım şimdi. 1415 yıldır müminlere gıybet ve iftira yasaklandı biliyorsunuz. Bu saatten sonra cehennemde cazur cuzur yanamam doğrusu.
Gelelim bizim iyi kalpli amcaya. Öğlen yemeğinde iki canlıyız, aç kalırız diye döner ekmek ısmarlamıştı. Döner rüşvetten sayılmaz. Atasözü bile var ‘’ Hamileye döner yedirmek sevaptır.’’ diye. Evlere teslimat gerçekleşince de derin bir oh çekmiştir muhtemelen. Evinde de akşam hanımına ‘’ Ne insafsız kocalar var, salmışlar karnı burnunda kadınları işe’’ diye serzenişte bulunmuştur.
İki emekli memur olarak, bu anılarımızı yad edip tatlı tatlı gülerken ‘’ Acaba rüşvet alıp zengin olsaydık nasıl olurdu?’’ diye düşündük. Ama o zamanlar ‘’ Allah müminlere günah işleme özgürlüğü vermiştir, günahsızlık talep etme hakkı vermemiştir.’’ fetvası henüz yürürlüğe koyulmamıştı.
Bilseydik…(!)