ELİFNAZ DEMİR/FRANK SINATRA

“İnsan bir kere yaşar ve benim gibi yaşamışsa; zaten ikinciye ihtiyaç duymaz.”

-Frank Sinatra

Frank Sinatra caz yüzyılının, yani 20. yüzyılın en belirgin ikonik Amerikan figürlerinden biri! Özellikle 1940’larda bir dönem; radyonun, tiyatronun, gece kulüplerinin ve hafif müzikallerin en çok aranan ismi olmuştu Frank. Hayranları ona, sesinin baritonluğu ve özgünlüğü üzerine “The Voice” lakabını bile vermişti.

1940’lı yıllarda solo çalışmalarına başladı ve Amerika çapında adını duyurdu. Rahat tavırları, gerek sanata gerekse bulunduğu dönemin hayatına getirdiği tepkili ses ile klasik popun temsilcisi olmuş, sıra dışı kişiliğiyle kadife sesini karakterize etmiştir.

Kendi konseptini sahnelerin dışına taşırmış, ırkçılığa olan yaklaşımında veya gündelik yaşantısındaki tepkili tutumlarıyla kendisini zamanında oldukça ön plana çıkarmayı başarmıştır.

12 Aralık 1915’te, Hoboken N.J.’de doğdu Frank Sinatra. Babası İtalya göçmeni bir itfaiyeciydi. Annesi ise Demokrat Parti içinde aktif bir şekilde çalışıyordu. Annesinin etkisiyle küçük yaştan itibaren özgürlükçü fikirlere yakın olması, bulunduğu dönemin hayatına dair bakış açısını şekillendirecek olan bir rastlantıydı.

Ailesinin ekonomik durumu iyi olmadığından liseyi bitiremedi. İçinde bulunduğu koşullar onu topallaştırmadı. Kariyeri 1930’lu yıllarda bir gün radyoda Bing Crosby ile karşılaştığında başlamıştı. Bing Crosby’i referans alarak kendisine şarkıcılığı yakıştırmaya başladı. Babası bu isteğine şiddetle karşı çıkmış olsa da Frank onu dinlemedi. Bavulunu topladığı gibi evi terk etti. Barlarda, kahvelerde rastladığı her yerde şarkı söylemeye başlamıştı. Çevresindekilere de “artık şarkıcı oldum” diyordu. Ama asıl görevi, program bittikten sonra şarkı söylediği yerin mutfağında bulaşık yıkamaktı.

“Hoboken Dörtlüsü” adı altında bir müzik topluluğu kurdu. Radyodaki, Majör Bowes Amatör Saatinde gerçekleştirilen bir yarışmada birincilik ödülü kazandı. Bunun üzerine bir zamanlar dinlediği radyoya çıktı; gece kulüplerinde iş buldu ve sonunda Harry James ve Tommy Dorsey gruplarında vokalist olarak işe alındı. Altı ay kadar Harry James ile çalıştıktan sonra o sıralarda ABD’nin en önemli müzik topluluklarından biri olan Jimmy Dorsey orkestrasına geçti ve o andan sonra da ülke çapında tanınan bir şarkıcı oldu. 1942 yılına gelindiğinde neredeyse bütün Amerika adeta bir Sinatra hastalığına tutulmuştu.

Ancak, 1952 yılında ses tellerinin zedelenmesi üzerine, üyesi olduğu büyük sanatçı ajansı MCA’nın listesinden silindi. Şarkıcılık hayatı artık bitmiş gibiydi. Ancak Sinatra yılmadı. “From Here to Eternity” (İnsanlar Yaşadıkça) filminde “Maggio” rolünü oynayabilmek için Columbia şirketine yalvardı; rolü sekiz bin dolar gibi komik bir ücrete oynamayı da kabul etti. Bu rolüyle en iyi yardımcı erkek oyuncu Oscar’ını kazandı.

1955 yılında, “The Man With the Golden Arm” (Altın Kollu Adam) filminde canlandırdığı uyuşturucu bağımlısı rolüyle Oscar’a aday gösterildi. Böylece söndü gibi görünen yıldızı yeniden parladı. Çok geçmeden film, TV ve müzik dünyasının en çok aranan yıldızları arasına girdi. Etkin bir idol haline gelmesiyle birlikte dünyaya siyasi kimliğini de göstermeye başlamıştı. Bir göçmen çocuğu olarak kendisini her zaman egemen kültürün hor gördüğü siyahiler ve Yahudilerle yakın hisseden Sinatra, hayatı boyunca yardım konserleri, eğitici filmler doğrultusunda ırkçılığa karşı savaş verdi. Mitinglerde, radyo programlarında konuştu, politik konserlerde siyah şarkıcılarla şarkı söyledi, dans etti, cebinden para harcadı. Kısacası Frank siyasi görüşlerini gizleme gereği duymadı. Öyle ki dönemin sağcı gazetecilerinin de tepkisini çekti ve kendisine sadece “eğlence” ile ilgilenmesi salık verildi. 2. Dünya Savaşı sonrası ülkenin içine girdiği antidemokratik atmosferde dahi eğilimlerini gizlemedi. Oynamış olduğu kısa film “The House I Live In” ayrımcılığa karşı duruşunun önemli göstergelerinden biriydi. Frank Sinatra müzik yaşamı boyunca 200 yapıta imza attı. Bunlardan 51’i listelerde ilk sıraya yükseldi. Bu Amerikan müzik piyasasında bugüne kadar kırılamayan bir rekordu. 1800 kayıt gerçekleştiren, 60 film çeken, dokuz Grammy bir de Oscar kazanan Sinatra; 1971  yılında Oscar ödüllerinde yaptığı bağışlardan dolayı ‘Jean Hersholt Humanitarian Award’ başlıklı yardımseverlik ödülünü kazandı. Aynı yılda artık gösteri dünyasından elini eteğini çekeceğini açıkladı. Fakat sahne ışıklarından uzak kalmayı başaramadı. Ancak 1994’teki Tokyo konserinden sonra bir daha sahneye çıkamadı. 1998 yılında ise ABD’nin Los Angeles şehrinde kalp krizinden vefat etti. Geride bıraktığı sevenleri, dünyadan bir yıldız koptuğunu düşündü. Sinatra, öldüğünde milyonlarca dolar değerinde bir medya imparatorluğu, müzikal mirası ve milyonlarca sevenini arkasında bıraktı.