ORHAN PAMUK VE “KAFAMDA BİR TUHAFLIK” ADLI ESERİ ÜZERİNE
Orhan Pamuk ile tanışmam, çok uzun yıllar önce okuduğum ve hala hatırladıkça beni afakanlar basan, 1983 yılında yayımlanan “Sessiz Ev” adlı romanıyla oldu. İlk romanı 1982 yılında “Orhan Kemal Roman Ödülü” alan “Cevdet Bey ve Oğulları” öyküsü ile edebiyat dünyamıza giriş yapan, dünya çapında tanınan ve tanındığı kadarda çokça eleştirilen yazarımız ile yazar okur ilişkim Almanya’ dan ülkemin en soğuk vilayetlerinden Kars’a dönen “Ka” adlı karakterin, Kars ve daha fazlasını gözler önüne serdiği biraz ideolojik, az biraz politik ve maviye dönük buzlu, karlı coğrafyayı iliklerimde hissettiğim “Kar” adlı romanıyla başladı.
Ama asıl bizi birbirimize bağlayan kördüğümler Sultan Abdülhamit döneminde, veba salgınıyla mücadele veren Minger Adası halkını konu alan “Veba Geceleri” romanı oldu. Yedi sekiz günde okuduğum, tarihin arka odalarından fırlamış, her satırda adanın taş sokaklarını dolaştığım, salgının kırıp geçirdiği hanelerde sıtmalara tutulduğum, adada kalmış bir avuç insanla bir yürek olduğum, ölü bedenleri ilaçlayıp açılan toplu mezarlara doldurduğum, salgınla bir avuç insanın mücadele verdiği öyküsü ile iplere bir düğüm daha eklendi. Hikâye bitti; ama benim yazarımızla ilişkim bitmedi.
Yazdığı öyküyü sanki yazmamış, bir de o karakterlerin içine girmiş, usta bir oyuncu gibi oynamış dediğim sevgili yazarımızın “Kafamda Bir Tuhaflık” adlı 1950 ve sonrası İstanbul’u bozacı Mevlüt’ ün çerçevesinden ele aldığı romanı ile aramızdaki okur yazar bağı daha da kuvvetlendi. Yazarımızın bence en güzel eseridir ki iyi ki okumuşum diyorum; yoksa dünyada bir benzeri olduğunu düşünemediğim bozacı Mevlüt ile nasıl tanışacaktım? Başıboş nasıl gezecektim İstanbul sokaklarında! Sadece İstanbul görseli değil; toplumsal hafıza yoklaması da yapan “Kafamda Bir Tuhaflık” adlı romanda siyasal çatışmalar, darbeler, toplumun değişimi, Anadolu insanının büyük şehre uyum çabaları vs. … O zamana tanık olmak, dönem belgeseli izliyormuş hissi uyandırdı zihnimde.
Şehrin panoramasını tam anlamıyla okuyucuya veren öyküde, baş karakter bozacı Mevlüt; asla kırıma uğramamış, hiç dejenere olmamış, şahsına münhasır bir kişilik olarak karşımıza çıkar. Çocukluk ve gençlik döneminde önce yoğurt daha sonra pilav ve boza satıp geçimini sağlayan bir birey olarak karşımıza çıkar. Orhan Pamuk öyle bir ruh üflemiş ki üstüne yeryüzünde bir benzeri yok. Yan karakterlerde keza öyle ama Mevlüt bir başka! Öykünün dış mantosu yani okurken zihnimizde yarattığımız dünya, bir ressamın fırçasından çıkmış gibi kusursuz. Bu kusuru olmayan yeni dünyaya hayat katan insanlar, yaşadıkları varoşlar, sokaklar, toplumsal olaylar romanın iskeletini oluşturmakta. Bu hikâyeye beni bağlayan genel resim değil, baş rolü sırtlanmış bozacı Mevlüt. Takıldım peşine gezdim Mevlüt’ün peşinde, İstanbul kazan biz kepçe. Tüm varoşları dolaştık omzundaki boza güğümüyle. Gecekondular, karanlık çıkmaz sokaklar…Gündüz buğday ekşittik, gece tarçın serptik mayalanmış bozanın üstüne. Dolaştık gündüz gece, karıştık taşı toprağı altın denilen şehre! Onunla üzüldüm, korktum ve dertlendim, dondum titredim kömür karası gecelerde. Issız, daracık yollarda sokak köpekleri düştü peşimize, bildiğimiz duaları okuduk dilimiz döndüğünce üfledik üstümüze! Belki de kalpten doğru, dilden eksik dökülen yarım yamalak kutsal sözler bağladı bizi birbirimize. Pek çok olay geçti başımızdan, öyle ufak tefek şeyler değil! Sayfalar içinde kaybolup yeni dünyamda gezerken kimi zaman içim cız etti, kimi zaman böyle bir şey olmaz olamaz dedim! Şaşırdım da kaldım Mevlüt’ün sevdiği kız yerine ablasını kaçırdığını görünce! Bizim bozacının o anki şaşkınlığı ve hayal kırıklığı hala aklımda. Bu aslında hayatın attığı ilk tokat değildi ki! Ne darbeler yedi en yakınlarından ve dost bildiği arkadaşlarından. Özünde güçlü insan derler ya onun da karakteri öyle güçlü ve sabır küpü. Arkasında koca dünya yanmış ona ne! Herkes ektiğini biçti mi en sonunda? Çok şey buldum bozacı Mevlüt’te kendimden. Aslında böyle beklemeli sükut içinde, sabırla. Yoksa sessizliğini, sabrını mı sevdim? Neyse Mevlüt’ü çok sevdim.
Bir de “İnce Memet” var Yaşar Kemal’in ölmez karakteri. İçimde uhde olarak kalan! Yıllar önce ona da tutulmuştum! Çok sordum kendime; ben kurgu dünyalardaki şahıslara mı aşık oluyorum? Var olmayan şeyler mi ilgimi çekiyor? Biliyorum elime aldığım her öyküde bu dünyadan koptuğumu! Var olan her bir şeyden kopuk yaşadığımı, dünya ile kavgamı, yaratıcı ile bitip tükenmez kavgamı! Ben kafamı devekuşu gibi öykülerin içine mi gömüyorum? Orada saklanıp kabuğuma mı çekiliyorum? Onlarca soru, onlarca tilki dolaşmakta kafamın içinde. Cevabı olmayan sorulardan kaçış sebebi olup çıkıyor. İşte size aşk adamı, arayıp da bulunamayan o şahıs: Bozacı Mevlüt.
Belki de bu ne anlatıyor diyorsunuz içinizden? Bulamadığımızı bastırmak ya da bir arayış değil midir sanat ve edebiyat? Kaçıp saklandığımız kuytu köşeler değil midir? En zor ve yalnız anımızda başucumuzda değil midir? Sessizliğimizin yansıması değil midir? Ressamın gizli saklı düşlerinin yansıması değil midir sanat? Bir yazarın sırlarını gözler önüne serdiği yer değil midir edebiyat? Gizli kalmış sırların ortaya döküldüğü er meydanı değil midir? Hayal de olsa kurgu da olsa bir yer yurt edinmek değil midir okumak ya da yazmak? Onlarca soru… Ve ben buldum sorularımın cevabını. Düşünme sırası sizde.
Bu zamana kadar okuduğum yüzlü rakamların üstünde hikaye, roman ve onların keşfedilmeye hazır yeni dünyası; yani başkalarının hayatı…Tanışma şerefine eriştiğim yüzlerce karakter, bana yıllar boyunca yarenlik eden karakterler ki (hakları üstümde çoktur her birinin) Bozacı Mevlüt kadar beni etkileyen, beni bambaşka diyarlara sürükleyen, üzerimde çok izler bırakan ve düşündükçe kendimden çok parça bulduğum hayali kahraman çok azdır. Kendi kendime yineleyerek soruyorum aylardır. “Kafamda Bir Tuhaflık” adlı roman bir aşk romanı mıydı? Yoksa toplumun ve bireylerin yaşantısına, büyük metropollere ayak uydurma çabalarına tutulan bir ayna mıydı? Alttan alta verilen mesaj çok başka bir şey miydi? Bir siyasi dayatma mıydı diyeceğim; ama öyle de değildi? Neydi beni bu kurguya bağlayan, gecekondu mahallelerinde boza satan bir garibana tutulmam?
Aradan yıllar geçti Mevlüt evlendi, İstanbul’u avucunun içi gibi öğrendi. Artık o yaşlı bir birey ve ayrılık vaktimiz geldi. Kulağıma eğildi ve fısıldadı sadece ben duydum verdiği sırrı; “Meğer ben kimseyi sevmemişim, kimse için kor olmadı şu yüreğim, değişmemi çok istediler; ama ben böyleyim, değişmedim. Yalnızlıktır benim asıl adım, şu koca İstanbul’da mecnun olup gezmeyi cennete tercih etmedim. Kaybettiklerim ardından bir damla gözyaşı vermedi şu gözlerim. Ne yıllarca fukaralığıma dayanan Rayiha’nın ne de bir görüşte âşık olduğum, yıllarca yanıp kül olduğum Vediha’nın yokluğunda parelenmedi ciğerim. Sevdim ya da severim sanmıştım, meğer ki ben kimseyi sevmemişim.” Bu son sözleri oldu bozacının.
Bu romanı okurken hangi bilinmez dünyada gözümü açtım ve yok oldum? Kim yarenlik etti birkaç gün bana? Kim kopardı keşmekeş ile dolu hayattan beni? Okumak; okuyucunun gerçek dünyadan kendini birkaç dakika dahi olsa soyutlaması değil mi? Bozacı ile ayrılığımızın üzüntüsünü bastırmak için “Masumiyet Müzesi”nin anılarla dolu dört duvarına bıraktım kendimi. Aynı hafta içinde “Kırmızı Saçlı Kadın” ve muhteşem bir seslendirme ile günlerime anlam kazandıran, Osmanlı padişahı 3. Murad Dönemi’ni kapsayan, (Kafamda Bir Tuhaflık adlı romanından sonra Orhan Pamuk’un en iyi kitabı budur diyebileceğim) “Benim Adım Kırmızı” adlı romanını sesli kitap olarak dinledim.
Dünya çapında pek çok ödüle layık görülen değerli yazarımızın okuyacağım pek çok kitabı var. Ete kemiğe bürüyüp yarattığı ve yaratacağı karakterleri Mevlüt kadar sever miyim ya da “işte benim gibi düşünen biri var!” diyebileceğim bir karakter daha bulabilir miyim, şimdilik muamma. Bildiğim ve hissettiğim şey, olmak istediğim yer; adını dahi bilmediğim bir şehirde bir bozacının bedeninin içine gizlenip başıboş, tasasız bu dünyaya uyum sağlamaya çalışmadan, ayaklarımız nereye gitmek isterse, ruhumuz hangi karanlık sokağı korkmadan geçmek isterse, belki de bilinmeyene, adı olmayan bir düşün içine dalmak istememdir.