MİNE DEMİR/HESAPLAŞMA

  HESAPLAŞMA

Nefes nefese kalmıştım. Şuursuzca koşuyordum var gücümle, nedenini bilmeden; ne kadar koştuğumun, nereye gittiğimin farkına varmadan. Sonra birden nefesim kesildi, tıkandığımı fark edip durdum. Ne olduğunu, niye kaçarcasına koştuğumu düşündüm. “Yakalayın!” diyen bir ses duymuştum. Daha beynime komut gitmeden ayaklarım kendiliğinden harekete geçmişti. Bir an soluklandıktan sonra neler olduğunu anlamak üzere geri döndüm. Neyle karşılaşacağımı merak ederek endişeli bir şekilde ve ağır adımlarla ilk koşmaya başladığım yere doğru yürüdüm, Tam olarak nerede duymuştum acaba o sözü? Buralarda bir yerdi sanki ama etrafta kimseler yoktu! Neydi o halde duyduğum. Boşuna mı kaçmıştım. “Yakalayın!” kelimesinin bende yarattığı panik sanırım. Beynimin anlık algısıyla istemsizce harekete geçen uzuvlarım. Yine de dolaşmak istedim etrafı, gezinti yapar gibi, sakince.

Bulunduğum yer başkentte muhafazakâr insanların oturduğu bir muhit olarak bilinir. Akşamın bu saatinde iş çıkışı kalabalığı olması gerekirken şaşırtıcı bir sakinlik var civarda. Yoğun mesaim sonrasında bir bardak çay veya kahve eşliğinde sohbet etmek için arkadaşıma gidiyordum. Sesi duyduğumda varacağım yere sadece bir sokak dönümü kalmıştı.

Hiçbir olağandışılık göremedim koşmaya başladığım yerde ve çevresinde. “Yanılsamaydı sanırım.” diye düşünüp programım doğrultusunda gideceğim yere doğru yöneldim. Birden nereden çıktığını anlayamadığım bir genci önümde buldum. Bana çarpmamak için yön değiştirince tökezleyip yere kapaklandı. Gencin kalkmasına yardım etmek için ona doğru yöneldiğim sırada üç kişinin daha bize doğru koşmakta olduğunu gördüm. Öyle hızlı koşuyorlardı ki çarpmasınlar diye evlerin dibine doğru kendimi zor çektim. Bu arada yere kapaklanan genç de fırlamış kaçmaya koyulmuştu bile. “Dur, kaçma!” diye bağırarak önümden şimşek gibi geçtiler. Peşlerinden bakarken kaçan genci yakaladıklarını gördüm. Etrafıma baktım, benden başka kimse yoktu çevrede. Ayaklarım beni yanlarına doğru sürükledi hızla. Genci yakalayan iki kişi Allah yarattı demeden vuruyordu. Üçüncüsü bana doğru seğirtti ve sert bir üslupla “Git bacım, bulaşma belaya, unut bizi gördüğünü!” dedi. Mümkündü sanki! Neler oluyor dememe kalmadı yakalanan gencin acıyla haykırdığını duydum ve fırladım o yöne doğru. Üzerime atlayarak beni durdurmaya çalışan üçüncüyü nasıl geçtim bilmiyorum. Kendimi diğer iki kişi ve bıçaklanmış olduğunu gördüğüm gencin yanında buldum. Ondan sonrasını çok net hatırlamıyorum. Sadece beni göğsümden itmeye çalışan kaslı bir kolu tuttuğumu ve kolun sahibinin nefretle bakan gözleri var hayal meyal.

Yapılı bir kadın olmamama rağmen beynim içgüdüsel olarak yapmış yapacağını. Nereden gelmişse o güç, saldıran iki kişiyi bertaraf edip üçüncünün gelmesine fırsat bırakmadan feryat-figan toplamışım insanları başımıza. Bıçaklanan genç kan kaybediyor, yaşamla ölüm arasında gidip geliyorken ve ben şuursuzca bağırırken aklıselim biri kanı durdurmaya çalışıp ambulans ve polis çağırmayı akıl edebilmiş neyse ki. Bu arada, biz yaralıyla ilgilenirken diğer üç genç de kirişi kırmış maalesef.

Polis yaralı genci ambulansa bindirip hastaneye gönderirken beni de karakola götürmek istedi sanki suçlu benmişim gibi. Rahat duramamıştım yine. Bu başımı soktuğum kaçıncı belaydı, kim bilir? Gittim mecburen. Gittim ama yaşananlarla ilgili net bir resim yok ki zihnimde.  Bir anda oldu bitti her şey. Hatta en başta ne olduğunu anlamadan kaçtım, koştum dakikalarca. Ben koşarken gençler arasındaki kaç-kovala da sokak aralarında devam etmiş belli ki.

Ne amaçla gitmiş olursam olayım karakollar beni her daim ürkütmüştür. Uzak durmaya çalışsam da bu konuda pek başarılı olduğum söylenemez. Bir şekilde yolum düşüyor maalesef. Bu defa da tanık olarak davet edilmiştim! Beni, en yakın görgü tanığı olarak ifademi almak üzere, yanımda iki polisle birlikte bir odaya aldılar. Odanın ortasında uzunca bir masa, uzun kenarlarının birinde bir, diğerinde iki sandalye… Duvarlar beyaz kireç ve bomboş. Zemin boydan boya soluk gri renkte kirli bir halıyla kaplı. Yürürken ses çıkmasın diye kaplamış olmalılar. Soğuk ve sevimsiz bir oda. Özellikle mi bu şekilde döşeniyor acaba bu sorgu odaları? Kapı girişinde sağda üzerine bilgisayar konulmuş küçük bir masa, arkasında da söyleyeceklerimi yazmak üzere oturmuş, muhtemelen klavyesi kuvvetli, genç bir polis. Daktilo terfi etmiş, bilgisayara dönüşmüş; arayı çok uzatmışım demek ki. Gülme geldi, zor tuttum kendimi. 

Kibar olmaya çalışarak başladılar neler oldu sorgusuna. Ben de tüm iyi niyetim ve olayın aydınlanması isteğimle, hafızamı zorlayarak, olan biteni anlatmaya çalışıyordum. Gözlerimdeki rahatsızlık nedeniyle gün ışığı bitince görüşüm zayıflıyordu ve olay olduğunda hava kararmak üzereydi. Belki de bu nedenle dip-dibe durduğum hatta yakın temas boğuştuğum gençleri bir türlü gözümün önünde canlandıramıyordum. Esmer-sarışın, uzun-kısa, göz renkleri, kıyafetler… Sordukça soruyorlardı ve her şey birbirine karışıyordu zihnimde. Sanki birinin gözü diğerinin yüzüne yerleşiyor, birinin kıvırcık saçı öbürünün düz saçıyla değişiyordu. Hafızam beni o kadar mahçup etmişti ki saçmaladığımı düşünüp; “Her söylediğimi silin, hiçbir şey hatırlamıyorum. Bulup getirirseniz belki hatırlar buydu/bunlardı diyebilirim.” dedim sonunda.

Aklım bir yandan bıçaklanan gençteydi. Polisin biri ameliyata alındığını söylemişti. Vicdan azabı duyuyor; belki sesi ilk duyduğum zaman kaçmasam çocuk bıçaklanmazdı diye düşünmekten kendimi alamıyordum. Bu detayı kimselere söylememiştim elbette.

Benden sağlıklı bir bilgi alamayacaklarını anlamış olacaklar ki iletişim bilgilerimi alıp gitmeme izin verdiler. Gerekirse arayacaklarmış. Yeni bir şeyler hatırlarsam da mutlaka aramalıymışım.

Yoğun geçen iş günümün ardından biraz rahatlayayım diye arkadaşıma giderken başıma gelenler inanılır gibi değildi. Yanlış zamanda yanlış yerde miydim; yoksa tam da olmam gereken yerde mi? Belki de ben olmasam müdahale edecek kimse olmayacak ve zavallı genç ölecekti. Gerçi daha ölüp ölmeyeceği de belli değil ama en azından bir umut var. Benim sayemde diye düşünüp kendimi biraz rahatlattım. Hatta bu çelimsiz halimle o gençleri nasıl bertaraf ettiğim aklıma geldi ve azıcık gururlandım.

Karakoldan çıktıktan sonra doğruca hastaneye gittim. Polisten gencin hangi hastaneye götürüldüğünü öğrenmiştim. Ameliyat iyi geçmiş, yoğun bakıma almışlar. Ailesine de haber vermişler, hepsi perişan halde yoğun bakımın önünde bekliyor. Bir de polis var kapıda. Beni görünce kim olduğumu tahmin edip yanıma koştular ne oldu, nasıl oldu sorularıyla. Yaşananları polislere anlattığım kadarıyla onlara da anlattım. Ama “Ben de kaçtım önce, kaçmasam belki bıçaklanmasını engelleyebilirdim.” diyemedim. Oğullarının öldürülmesine engel olduğum için defalarca teşekkür ettiler. Sızlayan vicdanımla camın önüne gidip uyuyan gence baktım, ilk kez görüyormuşum gibi. “Ne kadar masum uyuyor, çok da yakışıklıymış maşallah!” diye geçirdim içimden. Ne yapmıştı acaba? Neden bıçaklamış, canına kastetmişlerdi? Belki bir kız meseliydi. Veya aralarında alacak-verecek davası vardı. Kafamdaki cevapsız sorularla bir müddet daha seyrettim huzurla uyuyan yakışıklı genci.

Kendimi çok yorgun hissetmeme rağmen hastaneden hemen ayrılamadım. Adının Salim Can olduğunu öğrendiğim gencin annesi, babası ve küçük kız kardeşiyle birlikte bekleme odasına geçtik. Salim büyükbabanın adıymış. Can ilavesi de annenin isteğiyle yapılmış. On dokuz yaşında imiş ve bu sene üniversiteye başlamış. Karakoldan geldiğimi, polisin olaya el koyduğunu, bıçaklayanları aramaya başladıklarını söyledim. Ağlamaktan gözleri davul olmuş anne panikle bana baktı. Gözlerindeki acıya bir de derin bir endişe hatta korku eklenmişti. Birden kocasına kızını alıp eve gitmesini kendisinin orada sabahlayacağını söyledi. Bu arada bana dönüp ricacı bir bakışla biraz daha kalmamın mümkün olup olmadığını sordu. Aslında hiç kalacak halim yoktu; ama kadıncağızı kıramadım.

“Adım Ayla” diyerek söze başladı; ama devamı gelmedi bir süre. Söze nereden başlayacağını, ne diyeceğini bilmez halde kıvranıyordu Ayla Hanım. Belli ki hoş şeyler değildi aklındakiler. İyi de niye ben, ne alakam olabilir ki benimle konuşmak istedi; diye düşündüm. Birden tüm yorgunluğum geçmiş, merakla söyleyeceklerini bekler olmuştum.

“Benim oğlum, Can’ım; yani biraz değişik bir çocuk. Nasıl diyeyim bilmiyorum. Çok iyi yürekli, çok duygusal bambaşka bir çocuk; ama biraz değişik işte. Akranları gibi değil. İki sene kadar önceydi biraz değişiklik fark ettim konuşmasında, davranışlarında. Ergenliktir dedim; normaldir, geçer dedim. Ama içime bir kurt düşmüştü. Kız kardeşimle konuştum. Zaten ondan başka kimse bilmez bu durumu. Kardeşimle birlikte çocuğumu gözlemlemeye başladık. Kâh vesvese etmişim diyor rahatlıyordum kâh acaba mı dediğim davranışlarını görüyordum. Bu arada o güzel şen şakrak çocuk gittikçe durgunlaşıyor, sessizliğe bürünüyordu. Çaresizlik içindeydim! Canımı çok acıtıyordu bu durum; ama ne yapmam gerektiğini de bilemiyordum. Ben üniversite okumadım. Liseden sonra özel bir şirkette bir süre sekreterlik yaptım. Bu arada kocamla tanıştım. Kocam lise ikiden terk. Büyük bir manifatura dükkanları vardı babadan kalma. Üç erkek kardeş birlikte çalışıyorlardı. Evlendik. Oğlum doğunca -Benim gelirim yeter hepimize, ayrıl işten- dedi kocam. Öyle yaptım. Allah için hiçbir eksiğimiz yok, geçinip gidiyoruz. “

Oğlum değişik derken neyi kastettiğini; hatta gecenin bu saatinde bana bunları niye anlattığını anlamasam da sözünü kesemedim. Çünkü karşımda acı çeken çaresiz bir kadıncağız vardı ve hikâyenin sonunun bana nasıl geleceğini çok merak ediyordum.

Geçen sene Can üniversiteye başlayınca hepimiz çok mutlu olduk. Hatta kız kardeşim Rana ortam değişikliğinin Can’a iyi geleceğini, kendini bulacağını söyleyince biraz rahatlamıştım. Ama öyle olmadı. Gittikçe daha da değişiyor, hareketleri tuhaflaşıyordu bize göre. Babasıyla bir araya gelmesinler, baba bir şeyden şüphelenmesin diye çeşitli bahaneler uyduruyor; hatta ders çalışıyor diye çoğu zaman yemeğini bile odasına veriyordum. Babamız zaten işinde çok yoruluyordu. Yemeğini yer yemez televizyon karşısında uzanır, erkenden de yatardı. “

Gerçekten sabırsızlanmaya başlamıştım artık; ama Ayla Hanım o kadar içten konuşuyor ve o kadar da çok konuşmak istiyordu ki “Sadede gelin lütfen!” diyemedim. Devam etti anlatmaya.

Birkaç ay önceydi. Bir akşam Can her tarafı morarmış perişan bir halde eve geldi. Hemen doktora götürmek istediysem de karşı çıktı. İyi olduğunu, buz koyarsak düzeleceğini, babasının duymasını istemediğini söyledi. O akşam babamız uyuduktan sonra uzun uzun konuştuk ve nihayet bana açıldı. Muhtemelen durumundan dolayı anlatmaya mecbur kaldı. “

Ansızın ağlamaya başladı Ayla Hanım. Ne yapacağımı bilemedim. Biraz su verip rahatlamasını bekledim. Bu anda konuşup konuşmamak arasında tereddüt yaşadığı her halinden belliydi. Birden içindekileri kusmak istercesine isyan dolu bir sesle devam etti.

“Cinsel yöneliminden dolayı baskı yaptıklarını söyledi oğlum.” dedi ve hıçkırıklara boğuldu.

Öyle panikledim ki birden, hiç tanımadığım bu kadına sarılmış hatta omuzumda ağlamasına izin vermiş olarak buldum kendimi. Ne kadar zaman geçtiğini hatırlamıyorum. Bir süre sonra hıçkırıklar azalmaya başladı. Lavaboya gittik beraberce. Kendine gelip konuşabilmek için bol bol soğuk su çarptı yüzüne.

“O benim oğlum, canımın bir parçası. Yöneliminin ne olduğunun benim için ne önemi var ki… Ama herkes için varmış demek ki… Çok üzmüşler oğlumu! Dönem ortasında İstanbul’daki bir okula başvurmuş transfer için. Bu çevreden uzaklaşmak kendine yeni bir hayat kurmak istiyormuş. Dersleri çok iyi olduğu için ve şu anki hocalarının iyi referansları sayesinde hemen kabul edilmiş. Önümüzdeki dönemden itibaren orada okuyacakmış. Babasını bir şekilde ikna etmemiz gerekiyormuş. Dövenler ise mahallenin işgüzar gençleriymiş. Bizim oturduğumuz mahalle biraz, nasıl diyeyim, insanlar; yani kaldıramaz böyle şeyleri. Hele gençleri… Akıllarınca iyilik yaptıklarını, biraz dayak kötekle doğru yola getireceklerini düşünüyorlardı belli ki. Doğru yol neyse artık! “

Ne düşüneceğimi bilemiyordum. Çok çok üzgündüm. Demek ki bu akşamki bıçaklama da bununla ilgili diye geçirdim içimden. Dövdük olmadı, doğru yola gelmedi; ölsün o halde dediler. Kim ki bunlar Can adına karar veriyor, can almayı kendilerinde hak görüyorlar. Salim Can’ı bıçaklayan gençlerin mutlaka yakalanması ve hak ettikleri cezayı alması gerektiğini düşünüyordum ki tam…

Sizden çok önemli bir ricam olacak. Oğlumu bıçaklayan gençleri yakalar ve teşhis etmenizi isterlerse lütfen hatırlamadığınızı söyleyin.” dedi.

Yanlış duydum herhalde diye düşünüp tekrarlattım sözlerini. Hayır, doğru duymuştum. Şaşkınlıkla kendisine baktığımı görünce devam etti Ayla Hanım.

“İnşallah oğlum iyileşecek, sağ salim çıkacağız hastaneden. Bu dönemin bitmesine az kaldı zaten, yazın da onu bu durumu tek bilen kız kardeşimin Dikili’deki bağ evine göndereceğim. Gelecek dönemde ise buralardan gidecek zaten. Belki gittiği yerde daha güvende olur. Eş-dost, akraba öğrenirse biz de barınamayız buralarda. Hatta babasının da bu durumu öğrenmemesi lazım.  Erkekler bizim gibi güçlü değil. Kaldıramaz, baskıların altında ezilir garibim. Ne olur bu iş kapansın. Kimselere yayılmasın. Şikayetçi olmamak için ben kocamı bir şekilde ikna ederim.”

Kalakaldım. Demek ki hikâyenin sonu bana böyle gelecekmiş dedim içimden. Bir an aslında kendi açısından haklı olabilir diye düşündüysem de hemen vazgeçtim bu düşüncemden. Mutlaka yakalanmalı ve cezalandırılmalıydı bu gençler. İnsanların yaşamlarına müdahale hakkını nereden buluyorlardı ki? Sadece müdahale etmiyor kendilerince cezalandırıyor; hatta işi öldürmeye kadar götürüyorlardı. Böyle bir şey kabul edilemezdi.

Ayla Hanım çok bitkin ve zavallı görünüyordu. Onu kendi haline bırakmaya ve evime gitmeye karar verdim. Ben de yaşadıklarım ve duyduklarım nedeniyle kendimi çok kötü hissediyordum. Bu konuyu düşüneceğimi söyledim. Birlikte tekrar yoğun bakım odasının önüne gittik. Hâlâ mışıl mışıl uyuyordu Salim Can. Durumunun stabil olduğunu, kötü bir şey olmadığını söylediler. Ayla Hanım’ı geçmiş olsun dileklerimle orada bırakıp karmakarışık duygu ve düşüncelerle hastaneden çıktım.

Fiziksel yorgunluğumun yanı sıra kafamda onlarca düşünceyle eve nasıl gittim bilmiyorum. Neyse ki bir ara arkadaşıma gelemeyeceğimi bildirir bir mesaj göndermeyi akıl edebilmiştim.  Biraz rahatlamak için kendimi duşa attıysam da pek fayda etmedi. Tekrar tekrar olanları düşündüm. Yorgunluk ve düşünce yoğunluğuyla uyuyakalmışım kanepede.

Telefonun tiz sesiyle uyanıp panikle fırladım. Hiç uyumamış gibiydim.  Karakoldan arıyorlardı. Ne istediklerinden önce yaralı genci sordum. Durumu hâlâ stabilmiş. Saldıran gençlerden birini yakaladıklarını düşünüyorlarmış. Teşhis etmek için karakola uğramam gerekiyormuş. İçimden “Bu ne sürat!” dediysem de onlara yansıtmadım elbette. Saat vermeden “Gelirim.” deyip kapattım telefonu. Vakit öğlen olmuş ve ben yeni uyanmıştım. Alelacele giyinip bir şeyler atıştırdıktan sonra dışarı attım kendimi. Yolda gelemeyeceğimi bildirmek üzere iş yerimi aradım. Neyse ki günlerden Cuma’ydı ve en azından iki gün işten uzak olacaktım.  Ne yapmam gerektiğini düşünerek doğruca karakola gittim. Bir yanda adaletin yerine gelmesi için üzerime düşeni yapmam gerektiğini düşünüyordum diğer yandan Ayla Hanım’ın kendince haklı gerekçelerle yaptığı rica aklımdan çıkmıyordu.

Polisler gece boyu çalışıp bir şüpheliyi gözaltına almış. Beni üç polis memuruyla birlikte bir odaya aldılar. Oda dediysem bir duvarı tamamen cam olan aynı filmlerde gördüğüm gibi bir yerdi. Camın arkasında dizili şüpheli dahil beş gence dikkatlice bakmamı istediler. Beş delikanlı elleri önlerinde sağa sola bakınıp duruyordu. Sırayla tek tek incelemeye başladım gençleri. Tam dikkatlice dördüncü genci inceliyordum ki göz göze geldik. Sanki gözlerini dikmiş bana bakıyordu. Beni göremediklerini biliyordum. Buna rağmen müthiş bir sıkıntı ve tedirginlik yaşadım. Hatta göğsümde olay anında yaşadığım acıyı hissettim bir an. Salgıladığım adrenalinden olsa gerek hafızam canlanmış, aynı gözlerle bakıştığımı hatırlamıştım. Kalıbını, boyunu-posunu hatırlama şansım yoktu; zira mücadele halindeydik. Ama gözler aynıydı. Evet, bu oydu. Dizlerimin bağı çözüldü, sendeledim. Tam düşecekken yanımdaki polise tutunmuşum. Yakındaki sandalyeye oturtuverdiler. Biraz sakinleştikten sonra tekrar camın önüne gidip emin olmak için dakikalarca gence baktım. Şüphem kalmamıştı. Bu oydu. Elinde bıçakla Salim Can’ın yanında duran, beni göğsümden itekleyendi.

Öylesine rahat ve öylesine fütursuzdu ki yaptığından değil pişmanlık duymak; hatta gurur duyuyormuş gibiydi. Bir polis merkezindeki şüpheli gibi değil de arkadaşlarıyla buluştuğu bir ortamdaymış havasındaydı. Kendinden emin tavırlar, rahat hareketler, umarsızca sağa sola bakmalarla sanki “Bitse de gitsem.” der gibiydi. Belki de benim yüzümden yarım bıraktığı işi bitirmek için sabırsızlanıyordu. Birden içimin hınçla dolduğunu ve gencecik delikanlıya nefretle baktığımı fark ettim. İçimde her an patlayacak bir volkan oluşmuştu. Gençlik yıllarımda yaşadığım onlarca olay geçti gözümün önünden. Başka Salim Can’lar… Bu dört numaralar asla durmayacaklardı. Kim bilir daha kaç eve ateş düşüreceklerdi. Belki onları durduracak kimse olmayacaktı.

Hayır! Yaptığının cezasını çekmeli.

Camın önünden bu düşüncelerle şüpheliyi seyrederken ansızın yoğun bakımdaki camın önünden Salim Can’ı seyrettiğim an gözümün önüne geldi ve “Dört Numara.” sözleri dökülüverdi dudağımdan. Olan olmuş, şişe kırılmıştı. Geri dönüşüm yoktu. Yazılı ifademi verip kaçarcasına uzaklaştım karakoldan hastaneye doğru.

Hastanenin yoğun bakım koridoruna girdiğimde yorgun ama rahatlamış bir haldeki Ayla Hanım karşıladı beni. Salim Can hayati tehlikeyi atlatmış, kendine gelmişti. Doktorlar birkaç güne kadar çıkabileceğini söylemişti. Yanında kocası olduğundan kararım konusunda bir şey soramıyordu; ama için için meraktan kıvrandığını fark edebiliyordum. Kocasını orada bırakıp kantine gittik. Soran gözlerle bakan Ayla Hanım’a elinde bıçak olan gencin yakalanmış olduğunu ve doğru olduğuna inandığım şeyi yaparak teşhis ettiğimi söyledim. Yıkıldı kadıncağız. Allak bullak olmuş bir yüz ifadesiyle gözlerini yüzüme dikip baktı boş boş. İçinde kopan fırtınayı tahmin edebiliyordum; ama yapabileceğim bir şey yoktu. Başka Salim Can’lar olmamalıydı. Onu, kafasında onlarca senaryo ile bıraktığımın farkındalığıyla kaçarcasına hastaneden ayrıldım.

Yığınla düşünce ve iç sorgularımla eve doğru yöneldim. Eve gitmek, kendimi duşa atıp sonrasında kanepemde malak gibi yatmak istiyordum. Bencilce bir düşünceyle neden-niçin sorgulamasını bırakıp en azından o gece için her şeyi unutmak istiyordum.

Eve yaklaşmıştım ki telefonum çaldı. Arayan olayın olduğu yerde oturan arkadaşımdı. Mahalle olan-bitenlerle kazan gibi kaynıyormuş. Mutlaka konuşmamız gerekiyormuş. Acilen bana gelmeliymiş. Yıkılan dinlenme hayallerime rağmen reddedemedim. Eve girer girmez etrafa çeki düzen verip hiç olmazsa çatlarcasına ağrıyan başımı rahatlatmak için bir ağrı kesici içtim. Bir yandan da arkadaşıma olanların ne kadarını anlatmalıyım diye düşünüyordum.

Büyük bir heyecan ve öğrenme merakıyla geldi arkadaşım ve doğrudan konuya girdi. Belli ki olay anından beri yoğun bir dedikodu fırtınasının içinde yaşamıştı. Bıçaklanan genci ve ailesini hiç tanımadığını ancak dünden beri duyduklarıyla haklarında her şeyi öğrendiğini söyledi gururla. Aslında büyük bir mahalle olmasına karşın herkesin herkes hakkında bu kadar çok şeyi nasıl bildiğine şaşırdığını da ekledi. Tabii, bu herkesin içine kendini katmadan. Meğerse Salim Can akranları gibi değilmiş, tuhaf davranışları olan uyumsuz biriymiş, değişikmiş yani. Mahallenin gençleri de onu hedef bellemiş. Mahallelerinde böyle aykırılıklar istemiyorlarmış. Daha önce de bir kez sıkıştırıp dövmüşler gitsin, defolsun diye. Bıçaklanma olayının nedeni hakkında da herkes farklı şeyler söylüyormuş. Ama söylenen her nedenin sonunda fatura hep Salim Can’a çıkıyormuş. Onun da kafası çok karışmış; neye, kime inanacağını bilememiş. Ben mutlaka işin doğrusunu biliyormuşum. Şu işi baştan anlatsaymışım ya kendisine.

Hayretle dinledim konuşmalarını. Karşımda oturup biteviye konuşan arkadaşım Ayla Hanım’ın endişelerinde ne kadar haklı olduğunun canlı şahidiydi aslında. Saldıran gençlerin hepsi teşhisim sayesinde yakalanacak elbette. Ama sonuç? Anlaşılan o ki bütün mahalle saldırgan gençlerin arkasında ve mahallede bir Salim Can antipropagandası yürütülüyor. Yakıştırılan neden ne olursa olsun Salim Can her şekilde suçluydu. Karar verilmişti.

Sadece olay gecesi yaşadıklarımla sınırlı kaldı konuşmalarım. Hatta mahalleliye daha fazla malzeme çıkmasın diye yorum bile yapmadım. Bir yandan da arkadaşımın gözünün içine bakıyordum artık gitse diye. Neyse ki yorgun olduğumu anlayıp çok kalmadı. Ancak bana uğrayarak kafamdaki “Doğru mu yaptım acaba?” sorusunu canlandırdı maalesef.

Uykusuz geçen gecemin ardından sabah erkenden hastaneye gittim. Salim Can’ı odaya çıkartmışlardı. Babası kapının önündeki bir sırada, başını ellerinin arasına almış yere bakar vaziyette öylece oturuyordu. Çok dalgın ve düşünceliydi. Her şeyi öğrenmiş olduğunu anladım. Beni görünce anlamsız anlamsız yüzüme baktı. Bir şey diyemeden başımla selam verip doğruca içeriye girdim. Ayla Hanım sanki bir yakınını görmüşçesine ama buruk bakışlarla yanıma gelip sımsıkı sarıldı. Karşılık verdim ricasını yerine getirememiş olmamın mahcubiyetiyle. Salim Can ve abisinin elini tutmuş halde oturan kız kardeşi de bizi seyrediyordu sevecen bakışlarla. Salim Can epeyce toparlamış görünüyordu. Beni de yatağın diğer yanındaki sandalyeye oturtup minnet duygularıyla birlikte teşekkürlerini ilettiler sırayla. Çok mahcup olmuştum. Açıkçası bunları hak ettiğimi de düşünmüyordum. Kısa bir sohbetten sonra Ayla Hanım rahatça konuşabileceğimiz bir yere gitmemizi rica etti. Abi kardeşi odada, ruh gibi görünen babayı ise kapının önünde öylece bırakıp kantine gittik.

Ayla Hanım hemen konuya girdi. Kendileri hastanedeyken Salim Can hakkında öyle saçma ve abartılı şeyler söylemişler ki kocasına, isyan noktasına gelmiş adamcağız. Evladını bağrına basmış ve şimdi ne yapabileceğini, ailesini mahalleliden nasıl koruyabileceğini düşünmekteymiş. Gideceklermiş buralardan. Mahallelinin oğullarına bir daha zarar vermesine fırsat bırakmadan dükkandaki paylarını satıp kaçacaklarmış buralardan. İllaki arayıp bilgilendirirmiş beni.

Nispeten rahatlamıştım. Ayla Hanım’a kolaylıklar dileyerek ayrıldım hastaneden. Bitmişti nihayet koşuşturmam. Eve gidip hiçbir şey düşünmeden dinlenmek istiyordum. Son iki günde olanları; hatta Ayla Hanım ve ailesinin yaşadıklarını bir yana bırakıp kendi rutin hayatıma geri dönmek istiyordum.

Olayın üstünden yaklaşık iki ay geçmişti. Bu süre içinde ne o mahallede oturan arkadaşımla ne de Ayla Hanım’la görüşmüştüm. Kimse aramamıştı beni, hatırlamak istemediğim nahoş günleri anımsatmasın diye ben de aramamıştım kimseyi. Belki de kötü bir şey duyma korkusuyla kaçmıştım. Bir akşam yatmaya hazırlandığım bir saatte telefonum çaldı. Arayanın Ayla Hanım olduğunu gördüğüm anda içime doğan kötü bir hisle kalbim çarpmaya başladı. Endişe ve korkuyla açtım telefonu. “Koruyamadım oğlumu, gitti, uçtu elimden yavrum, göz bebeğim. Susmak çok mu zordu? Neden, neden dinlemedin beni!” diye haykırıyordu Ayla Hanım. Dizlerimin bağı çözüldü, çöktüm olduğum yere. Lal oldu dilim, çıkmaz oldu sesim. Biteviye haykırıyordu Ayla Hanım, içindeki zehri atmak istercesine. Hıçkırıyordu ara ara acısını kusmak istercesine. Elim kolum tutmaz oldu telefon düştü elimden. Dinleyemedim daha fazlasını, hıçkırıklara boğuldum. Ne kadar böğürdüğümü hatırlamıyorum. Birden büyük bir isyan duygusuyla kendime geldim, fırladım yerimden ve kendimi Salim Can’ın evinde buldum.

Çok kalabalıktı cenaze evi. Yığınla mahalleli yüzlerinde güya üzgün ifadelerle oturuyordu. Acı paylaşmaya mı gelmişlerdi; yoksa dedikodu malzemesi toplamaya mı? Herkesi suç ortağı olarak gören ruh halimle oturdum bir köşeye. Ayla Hanım’a sakinleştirici yapıp yatırmışlar. Almadılar odasına beni uyuyor diye. Oysa daha yarım saat olmamıştı beni arayalı. Önce ne yapacağımı bilemediysem de içimden herkese kallavi bir küfür sallayıp daldım odasına. Uyuması ne mümkündü ki! Tonla sakinleştirici yapsalar fayda etmezdi Ayla Hanım’a. Beni görünce aniden kalkıp boynuma atıldı. Ağladık, haykırdık birlikte uzunca bir süre. Sonra herkesi odadan çıkartıp yanına oturttu beni.

“Koruyamadım oğlumu, koruyamadım kuzumu. Her şeyi ayarlamıştık. Bir haftaya gidiyorduk buralardan. Okulunu bekledik. Geleceğini riske atmak istemedi yavrum, bilmeden hayatını riske atmış meğer. Nasıl yaşarım ki ben artık!”

Zangır zangır titriyordu anlatırken. Zapt edemeyip kendi haline bıraktım bir süre. “Okula gitti dün hocaları, arkadaşlarıyla vedalaşmak için. Oğlumu bıçaklayan gencin ağabeyi yolunu kesmiş dönüşte. -Kardeşimin hayatını bitirdin ben de seninkini bitireceğim.- demiş ve sıkmış kafasına, kafasına sıkmış oğlumun.” diye devam etti hıçkırıklar içinde. Söz bitmişti. Sanki dünya durmuş, evren susmuş, ben ve Ayla Hanım dönüyorduk birbirimizin etrafında. İçimizde kopan fırtınalarla, birbirimize söyleyemediğimiz iç hesaplaşmalarla, isyanlar, kahırlar hatta pişmanlıklarla.

Günler, haftalar geçti. Elim her gün her saat telefona gitti-geldi. Arayamadım Ayla Hanım’ı, konuşamadım. İsyanım diğer tüm duygularımı öylesine bastırmıştı ki yanlış şeyler söylemekten korktum. Acıyı çoğaltacak, telafi edilemez şeyler yapılmasına neden olacak söylemlerden korktum. Zaman geçtikçe kabulleniş ağır bastı. Tanığı olduğum; hatta kendime bile itiraf edemesem de muhtemelen sonucuna da sebep olduğum elim olayı içimde büyütmek dahası dillendirmek yerine pes etmeyi seçmiştim ve maalesef mahalleliyle bir farkım kalmamıştı. Ama kolay olan buydu!