HARMANLI DUYGULAR
Kafam karmakarışık… Akşamın alacasında yolunu kaybeden şaşkın ördek yavrusu gibiyim. Uzun zamandır yüreğime çöreklenmiş olan bu acıdan arınırken sırtımdan kalkan yükün bırakmış olduğu boşlukta adeta savruluyorum. Ruhumdaki hafifleme neyin nesi? Beynimde turlayan soru işaretleri… Ve onları yumuşatma çabasına giren duygularıma gerçeklerin peş peşe indirdiği darbeler… Ve şu anki anlamsızlığım. Farklı bir duygu, hatta saçma. Yularından boşalan atın şaşkınca sağa sola koşuşturması, nereye gitmesi nerede durması gerektiğini bilememenin şaşkınlığında ruhum. Zihnim, aklım, duygularım… Arapsaçı gibi karmaşık olsa da us/um duygularımla barış içinde, zihnimse ev sahipliğine gönüllü bu akşam. Pekâlâ, ziyanı yok, acelem de… Nasıl olsa su akacak yatağına ulaşacak.
Masamdan kalkıp elektrikli küçük ocağa ısınması için su koyuyorum, sıcak kahvenin beni kendime getirmesini umarak. Nice sonra beynimde yankılanan cümlenin ayrımına varıyorum. Son yazdığım cümle: “Su akar, yatağına ulaşır.” Beni mıknatıs gibi kendine çeken, zihnime tutunmuş olmanın tadını çıkaran son cümle… Aceleyle fincanıma kahveyi doldurup soluğu bilgisayarın karşısında alıyorum. İşte, çözüm tam burada! Şimdi yazarak düşünsem, tıkanıklığın gevşemesini sağlasam, içimdeki karışıklığı sıraya koyabilir miyim, bilmiyorum. Hay Allah! Farkında olmadan ne çok şeyi üst üste yığmışım. Atalar boş konuşmaz, desem de kimi zaman birbirini çürüten sözlerin varlığını da yok sayamam. Biri ‘Otu sök köküne bak’ derken diğeri ‘Kurttan kuzu doğar’ diyebiliyor mesela. Tebessüm, uzun zaman uğramamış olmanın yabanlığıyla gölgeleniyor dudaklarımda. Karanlığın derinliğinden yeni çıkmama rağmen şu an hala gölgeli yerindeyim yaşadıklarımın. Acı içinde kıvrandığım onca zaman…
Üniversitede ilk yılım. Burslu, yurtlu ilk yıl. Çevremdeki her şey o kadar büyük, o kadar lüks, bana o kadar yaban ki… Farklı dünyaya fırlatılmış gibiyim. Farklı dünyada yaşanan duygu akışları da farklı oluyormuş, öğreniyorum.
İlk deneyimimin mimarı oldun sen. Ufak sarsıntıda yerle bir olan binaların kötü çizim ustası desem de aldırma bana. Bir musibet bin nasihatten iyidir, demiş atalar. İyilik kısmıyla teşekkür borçluyum belki de.
Özel sayfama girip buram buram yakıp kavuran aşkını, yılmadan dizelere yerleştirmenle başlamıştı her şey. İnatla, usanmadan, zamanlı zamansız her an ataktaydın. Kimdin sen? Bunca bakımlı, şıkır şıkır süslü, ne istediğini bilecek kadar özgüvenli kızlar dururken neden ben? Kırsal kesimden geldiğim, sevgisiz ortamda büyüdüğüm, yarı yanımın yıkık olması ya da yaşadığım küçük dünyamdan kaçmak için koca bir dünyanın kapısını aralamış olmam… Köyünden başka yer tanımayanlar için İstanbul gerçekten koca bir dünya. Dizelerin satır aralarına yaşamımı serpiştiriyordun. Kısa zamanda bu kadar olumsuzlukları yakalamış olamazdın. Aşkın demlenip derinlik kazanması için zaman gerekliydi. Bana göre zamansızdın. Belki tanıyordum seni, bilmiyorum ama o kadar güzel yazıyordun ki nehrin berrak suları gibi çağlıyor, kıyılarına vuran sarı sıcak güneşinle yakıyordun. Aslında ekrandaki görüntüne bile âşık olabilirdi insan. Ben de kısa zamanda akmıştım sana. Sıraladığın her cümle beni bakımsız hizmetçi kız yabanlığımdan arındırmış, üzerimdeki paçavraları soymuş, farklı dünyanın prensesi yapmıştı. Gecem, gündüzüm her anımdın. Duyguların karşılıksız değildi artık. Senin kadar güzel ifade edemesem de dizelere döküp göndermeye başlamıştım. Bakışlarım kimi zaman odamdaki kızlarla buluşuyor, anlam veremediğim utancın içinde eriyordum. Aşkın beni aşıp çevreme yaydığı pırıltılardan habersizdim. Odanın içinde uçuşarak içime üşüşen kuşku tohumları bilgisayarı parçam haline getirmişti. Onunla ayrılmaz ikili olmuştuk. Aşk, uzaktan ne mükemmel şeydi. Yarasız, hasarsız… Bedenimde, varlığından habersiz olduğum bütün duygular uyanmıştı. Bazen seninle öpüşüyor kimi zaman sevişmeyi hayal ediyordum. İlkimdin benim.
Anam, ah evet! Uzun aradan sonra ilk kez görmüştüm düşümde seni. Her sıkıntılı anımda kendini gösteren, dertlerime derman olan anam… Yokluğundan bu yana böylesi durumu o kadar sık yaşamıştım ki ölümün seni benden ayıramadığına inanmıştım. Sahi bu sefer neden gelmiştin? Sıkıntım yoktu ve son derece mutluydum. Ama dur, bu defa farklıydın. Gülüşün sessizdi yine. Fakat katıla katıla, biraz da utanarak sarsılmıştı bedenin.
Rüyaydı işte!
Ve buluşalım, dedin. Ayaklarım yerden kesilirken içime yerleşen korkunun ağırlığı, bilinmeyen bir denklemin çıkmazına itmiş gibiydi beni. Sorguluyordum, yüzlerce insan içinde neden ben? Belirlenen kafede buluşmak için yurttan çıktığımda hayalimde beslenen, uyuşturucu gibi hücrelerimi felç eden kahraman gerçek olamaz, diyordum. İçimde öyle bir yerdeydin ki erişilmez, benzersiz, ulu… Karşılaşır karşılaşmaz üst üste koyarak oya gibi işlediğim, rengârenk motiflerle süslediğim, ışıl ışıl parlayan duvarım büyük bir gürültüyle yıkılmış, bendeki bütün değerlerini yerle bir etmişti. Duygularımın toz duman halde beni terk etmesini anbean hissetmiştim. Yirmi yıllık yaşamımda böylesi yok oluşu ne duymuş ne de bir yerde okumuştum. Ben sana değil yazdıklarına âşıkmışım, o an anlamıştım. Düş kırıklığımın yıkıntıları arasından çıkma mücadelesi verirken son cümlene zoraki tutunabilmiştim.
“Rahat edersin!” diyordun.
Öncesinde neler sıralamıştın, bilmiyordum. Yurda döndüm. Seninle ilgili yaşadığım acaba/ların, kim bilirlerin yerini dolduran çöküntü aynı anda bütün yüklerden arındırmıştı beni. Babamın savunduğu tezle yüzleşmem, doğrulayıcı yanını kabullenmem içimi daha çok acıtmıştı. “Aşk, kişinin kendi birikimleriyle süslediği aksesuarlarla bezelidir, karşındakini erişilmez kılan onun erişilmez olması değil senin onu öyle görmek istemendir.” Bir yıkımı yaşamıştı yüreğim. Öfke mi? Hayır! Hüzün mü, bu da değil. Farklıydı hissettiklerim. Bir çalar saatin zembereğinin boşalması gibiydi ruhum; bomboş, anlamsız hiçlik… Enkazın üzerinde kalan kocaman boşlukta savruluyordum. Delicesine atan yüreğimi, acı içinde kıvranan ruhumu, sanki bilgisayarın sil tuşuna basarak hepsini birden yok etmiştim. Bir adımı atmadan on defa düşünen ben, odamdaki kızlarla bile bağımı aylar sonra ancak kurabilmişken…
Bir ay kadar sonraydı, Kampüste çaylarımızı yudumlarken üst sınıflarda olan bir kız, oda arkadaşım Aydan’ın yanına oturmuştu.
Gözleri ışıl ışıl, “Artık sevgiliyiz canım, dün gece birlikteydik.” dedi ona.
Belli ki önceden bildiği konu üzerine konuşuluyordu.
“Aaa, çok mutlu oldum!” diye nida yükseldi Aydan’dan. “Artık sır gibi gizlediğin şu çocuğun fotoğrafını gösterirsin bana.”
Diğeri telefonunu ona yönelterek gösterdi.
“Kızım bu çok yakışıklıymış.”
İçimdeki burkulma bendeki mutlu anlara dokunmuştu. Özlemiş gibiydim, bu düşünceyi anında kovdum kafamdan. Bir sır gibi gizliyordum seni. 21.yy. ve 2000’li yıllarda olsak da ayıp kavramları yoğun yaşanırdı geldiğim kırsal kesimde. İstanbul farklıydı. Herkesin her şeyi ortadaydı ve utanılması gerekmiyordu. Hangisi kolaydı? Gizlenerek yanlışları doğru saymak mı; yoksa paylaşarak yaşadıklarına farklı pencerelerin açılmasına katlanabilmek mi? Babam, “Bir sır senden çıkınca başkalaşım geçirir.” derdi. Köy Enstitüsünden mezundu babam. Ansiklopedi gibiydi. Katı, bilinçli öğretmen emeklisi… Annemi, ona en çok ihtiyacım olduğu dönemde kanserden kaybetmiştim. Disiplinli olan koca, onun yokluğuyla aksi, huysuz bir adam olmuştu. Dayımın yardımları ve diretmesi olmasa bugün buralarda olmam zordu. Kısa üniversite hayatım bana bir şeyi daha öğretmişti. İnsan, ocağında baba kurallarıyla ve aile içi kültürüyle bezeniyor, ileriye bu özellikleriyle taşınıyordu. İnandığım şeyleri yıkmak o kadar zordu ki içimdeki sırrım utancım olmuştu. “Rahat edersin!” demiştin, “özel dostum olursan rahat yaşatırım. Zaman zaman arkadaş, kimi zaman özelleri yaşarız.” Son iletine kızmıştım. Ukalaydın, çevrendeki herkes senin için geberiyor, sen ise dostun seçmiştin beni hem de özelinden. Bu hiç mi bir şey ifade etmiyordu? Özel dost ne anlama geliyordu.? Araştırdıkça öğrenmiş, öğrendikçe iticiliğin tavan yapmıştı. Artık âşık olduğum satırlarından uzaktım. Derslerin yoğunlaşmaya başlaması yaşanan her şeyi arkalarda bırakıyordu hızla. Hocaların tutumlarındaki farklılıklar ilgimizi onların üzerine çekmişti. İçlerinden bir kısmının tutucu ailelerden geldikleri o kadar belliydi ki bu süreçte biz öğrenciler kime nasıl davranmamız gerektiğini öğreniyorduk. Kimi bakışlarıyla yerimizi gösterirken kimi o bakışlarla yeriyor, dövüyordu. Yarıyıl, içinde bulunduğumuz ve bizlere yabancı olan gelişmeleri çözme telaşıyla çabucak geçti.
Kızlarla aram iyiydi. Aslında sadece iki kişiler, benimle beraber üç… Berrin Ankara’dan, Aydan Mersin’den gelmişti. İçlerinde bir tek ben doğuluyum. İlk günlerin yabanlığından kurtuldukça onları sevmiştim. Bilgisizlik dibi görünmeyen karanlık bir boşluk sanki… Sohbet ettikçe aydınlanıyor, aydınlandıkça yaşam koşullarımızın farklılığını günışığına çıkarıyor; ortak noktalara tutunuyorduk. Her şeyiyle o kadar net o kadar şeffaflardı ki içimdeki gölgelerin varlığını derinden hissettiriyorlardı bana. Onların özellerini dinledikçe puslu taraflarımla suçluluk duygusuna itiliyordum. İkisinin de yazıştığı çocuklar vardı. Biri sınıf arkadaşıyla, Aydan ise internetten tanıştığı biriyle yazışıyordu. Onu uyarmak için kimi zaman delice istek duyuyordum, yapamadım. Örnek olarak kendimi ele veremezdim. Aydan’ın telefon ekranındaki sevgilisinin fotoğrafını ilk gördüğüm gün bayılacak gibi oldum. Hiçbir şey söyleyemedim. Yüzüm öylesine asılmış, betim benzin öylesine atmıştı ki Aydan, “iyi misin?” derken endişeli gözlerini yüzüme dikmişti. Bu oydu. “Herkes kendi yolunda olur, kimi zaman dertleşir kimi zaman sevişiriz.” diyen şahıs. Benimle başaramadığı özel dostluğu Aydan’la kurmuştu demek. Sonrasında hiçbir şey sormadı Aydan. Sevgilisiyle ilgili gelişmeleri bir daha anlatmadı. Onu uyarmak istiyordum. Ne diyecektim? Adam hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Özel dostluğun tehlikelerini sıralasam, benim okuyarak öğrendiklerimi o yaşayarak öğreniyordu. Üstelik şikâyeti yoktu. Susmuştum. Suskunluğum onunla ilgili korkularımı artırıyordu. Bir gün beklemediğimiz anda yurdun kızları soluğu toplantı odasında aldık. Neden çağrılmıştık? Kimse bir şey bilmiyordu. Odadaki uğultu, yetkilinin içeri girmesiyle kesilmişti. Hepimiz ayaktaydık.
“Uzun sürmeyecek arkadaşlar!” dedi yetkili.
Bakışları bir şey ararcasına teker teker yüzümüzde dolaşıyordu. Sözlerine devam etti.
“Diğer yurtlardan gelen haberler üzerine sizleri uyarmak isterim. Son aylarda yurtlarda kalan kızlarımıza musallat olan örgütlenmiş tehlikeli bir grubun olduğu tespit edildi. Savcılığa suç duyurusu bile yapılmış. Sizlerden ricam, internet üzerinden tanımadığınız hiç kimseye güvenmeyiniz. Rahatsız eden kişiler olursa bizimle paylaşmalısınız.”
Eğilip masanın altından rulo şeklinde üç karton çıkardı. Kartonlar açıldı. Üç erkek fotoğrafı… İkisi çember sakallı, diğeri Aydan’ın sevgilisiydi. Düşmemek için sıkı sıkıya tutunmuştu bana. Bundan sonrası çorap söküğü gibiydi, çözülen her ilmikte bir perde aralanmaya başlanmıştı. Sürekli ağlıyordu Aydan. Mutsuzdu. Pek çok öğrenci aynı anda bu mutsuzluğun birer parçası haline gelmişti. Çünkü kızların çoğu aynı kişiye âşıktı. Birbirlerinden habersiz farklı isimlerde, aynı kişi için dertleşmiş, sevdalarını mutluluklarını paylaşmış, ortak sevgili bunca zaman yurdun odalarında turlayıp durmuştu. Sevgilinin sitelerdeki paylaşımları mercek altına alınınca darbenin en büyüğü o an yaşandı. Adamlar yazdığı deneme türü yazılarda, şiirlerde, betimleme türü isimlerde ilişki kurduğu kişilerden en az birer satır işlemişti. Kendisinden bir şeyler bulan herkesin sahipleneceği, kendisini özel hissedeceği türden alev alev yakan, acı içinde kıvrandıran aşkla beslenen eserler… Kimilerinden evli olduğu saklanmış, bazıları evli olduğunu bile bile kabul etmiş, bir iki kişi ise eşinden ayrı olduğuna inanmıştı. Yüreklerinde beslenen, derinleşerek acıya dönüşen duyguların önüne set çekemediklerinden bu aşka koşulsuz teslim olmuşlardı. Şans eseri direkten dönmüş olsam da onların ruh durumlarını anlayabiliyordum. Adamların yarattığı eserlerindeki kahramanlar, her çeşit kan grubuyla damardan beslenmişti; arkada bıraktıkları enkazlarına aldırmadan.
Anam… Düşüme girerek, utanç içinde sarsılan bedeniyle beni uyarmak istemiş olabilirdi. Tanrı, belli ki dalga geçmişti benimle.
Küçük beyincik kendine gel, doğru değil bunlar!
Saat gecenin üçü… Tortop olan yorganım yatağımın ayakucunda, savaştan çıkmışçasına yorgun sanki. Bu aralar adrese gelmemekte direnen yandaşı uykunun kaprisiyle başı dertte. Sana neler oluyor, deyip cevabını alamayan insanların bıkkınlığında… Sıralanıp şekle giren olaylar, önündeki engelleri aşan ortam, enkaza dönen ruhum gibi sessiz ve ölgün. Araçların ana caddeden kopup yarı aralık pencereden süzülen seslerine tutunuyorum bir süre. Gözlerimi kapayıp dalıyorum uğultunun tam orta yerine. Memleketim, köyüm, Dicle nehrim… Uçsuz bucaksız zifiri karanlık dalgalarıyla buluşuyor gibi yüreğim. Çıplak kayaları döven, döverken beyaz köpükleriyle karanlığı yaran hırçın dev dalgalar… Zihnim, çözülmenin rahatlığıyla dil otu yemişçesine geveze. Bu sessiz çoklukta enkaza yenilmemek için dirençte ruhum, bedenimse ev sahipliğinden hoşnut misafirperver sanki… Uyku, bir tek o yok aramızda. O kadar uzak, o kadar kopuk ki benden. Böylesi ruh durumları ona göre değil, tanırım onu. Huzuru, miskinliği, zihni alt eden sarhoşluğu sever o. Bu yüzden istenmeyen misafir kırgınlığıyla odayı; belki de şehri demeliyim terk edip gitti. Uyku ve zihin, yollarını birbiriyle bir türlü buluşturamayan huysuz kardeşler. Nedendir bilinmez, biri diğerine her zaman boyun eğmek zorunda. Güçlü olan bayrağı taşırken diğeri arkasına bakmadan çekip gidebiliyor bedenimden. Farkındalığın tek tanığıdır dost geceler. Zihnim çığırtkan tellal misali her dem/de her telde bu gece. Bazen bende, sende, şunda, bunda… Kimi zaman kilometrelerce ötedeki puslu geçmişin tozlarını kaldırıp duruyor üşenmeden. Unutulmaya yüz tutan ayrılığın notalarına dokunuyor bir bir.
Do Mi Sol Mi Mi
Sol Mi Mi Re Re
Kimi zaman büyülü cümlelerinde konaklıyor. Kayboluşun resmini çizerken tuvale, acı tebessümü yerleştiriyor dudak kıvrımlarıma. Sonra pişkin, kişiliği renkli insanlara has muziplikle nabzımı yokluyor.
İyi misin?