ELİFNAZ DEMİR/ANAİS NİN

EROTİKANIN KADIN TEMSİLCİSİ “ANAİS NİN”

“Biz felsefeye, psikolojiye, sanata sığınmıyoruz; oraya kırılmış “ben”imizi onarmak, yeniden birleştirmek için gidiyoruz.”

 Fransa doğumlu Amerikan günlük, deneme, roman, erotik ve kısa öykü yazarı olan Anais Nin’in yaşam öyküsüne baktığımızda hayatına birçok çarpık ilişki sığdırmış, yaşadığı dönemde dik duruşu ve sıra dışılığı ile tanınmış bir kadındır.Psikolojik, varoluşsal ve cinsel saptamaları ile düşüncelerinin çekirdeğini oluşturmuş, fantazik anlatı denklemleri ile toplumsal dogma ve cinsel rollendirmelerinde törpü görevi görmüştür. Anais Nin, toplumsal memler arasında keşfedilmeyen benliğin yeniden keşfine çıkarak günümüzün ve önümüzdeki çağların yeni insanı ve yeni kadınını yazmıştır.

Bu görevi en çarpıcı analizler ile devam ettirdiği eseri “Günlükler” on bir yaşından başlayan ve ölümüne kadar dayanan altmış yıldan uzun bir dönemi kapsar. “Günlükler” eserinde karşısına çıkan tüm erkeklerde babasının fiziksel ve ruhsal izlerini aradığından bahsetmiştir.  Hatta 1940’larda para karşılığı özel müşterilerine yazdığı erotik hikâyelerden oluşan “Venüs Aşkları”nı Henry Miller ile birlikte kaleme almıştır.

Hikâyelerinin tanesini bir dolardan koleksiyoncuya satan Anais, müşterisinin hikâyelerde şiirselliği ısrarla istememesi üzerine bir mektup bile yazmıştır:

“Sevgili Koleksiyoncu, sizden nefret ediyoruz. Seks; aleni, otomatik hale geldiğinde aşırıya kaçıldığında, mekanik bir takıntıya dönüştüğünde bütün gücünü ve sihrini kaybeder. Sıkıcı bir şey olur. Tanıdığım herkesten çok siz, bize bunu; rengini, tadını, ritmini, yoğunluğunu değiştiren duygularla; açlıkla, arzuyla, şehvetle, heveslerle, kaprislerle, kişisel bağlarla, derin ilişkilerle karıştırmamamız gerektiğini öğrettiniz.

Cinsel ilişkiyi böyle en ince ayrıntısına kadar incelerken neleri kaçırdığınızı bilmiyorsunuz; onu asıl ateşleyen taraflarını, entelektüel, yaratıcı, romantik ve duygusal özelliklerini dışarıda bırakıyorsunuz. Sekse şaşırtıcı yapısını, belli belirsiz dönüşümlerini, afrodizyak öğelerini kazandıran budur. Siz duygu dünyanızı daraltıyorsunuz. Solduruyor, aç susuz bırakıyor, kanını kurutuyorsunuz.

Eğer cinsel hayatınızı aşkın şehvete kattığı bütün heyecanlarla, maceralarla besleseydiniz, dünyadaki en güçlü, kudretli adam olurdunuz. Cinsel gücün kaynağı meraktır, tutkudur. Siz bu küçük ateşin havasız kalıp ölüşünü izliyorsunuz. Seks tekdüzelikle; hisler, icatlar, uygun ortamlar, yatakta sürprizler olmadan gelişmez. Seks gözyaşıyla, kahkahayla, sözcüklerle, vaatlerle, olaylarla, kıskançlıkla, hasetle, korkunun, yabancı diyarlara yapılan yolculukların, yeni yüzlerin, romanların, öykülerin, düşlerin, fantezilerin, müziğin, dansın, afyonun, şarabın heyecanıyla karışmalıdır.

Birbirinden farklı, tekrarı yaşanmayacak mucizelerden oluşan bir haremin tadını çıkarabilecekken cinsel organınızın ucundaki bu periskop yüzünden nelerden mahrum kalıyorsunuz acaba? İki saç teli bile aynı değilken bizim saçı tasvir ederek sözcükleri harcamamıza izin vermiyorsunuz. İki koku birbirine benzemezken bunu biraz anlatmaya kalksak ”Şiiri bırakın.” diyorsunuz. İki ten aynı dokuda değildir; aynı ışık, aynı sıcaklık, aynı gölgeler, aynı hareketler olmaz asla. Gerçek aşkla canlanan bir âşık, yüzyılların aşk destanlarının hepsini yaşar. Nasıl bir çeşitlilik, yıllarla gelen değişim, olgunluğun ve masumiyetin, sapkınlığın ve sanatın farklılıkları…

Saatlerce oturup sizin nasıl göründüğünüzü düşündük. Eğer hislerinizi ipeğe, ışığa, renge, kokuya, karaktere, mizaca kapattıysanız, bugün artık tamamen kurumuş, gitmiş olmalısınız. Dereler gibi cinselliğin ana hattına akan, onu besleyen öyle çok küçük his vardır ki…  Ancak cinsellik ve kalp aynı ritmi tutturduğunda zevke ulaşılabilir.”

“Venüs Üçgeni” ise Anais Nin’in erotik metaforuyla cinsel organını tanımladığı terimidir. Bu kitabı erotizmin; kadınlar, şairler, yazarlar, sanatçılar için neyi ifade ettiğinden ve “bunlar benim fahişelik dünyasındaki maceralarım” diye tanımladıklarından oluşturmuştur.

Okuyucuya yaşantısından örtük kesitleri ile fantezi dünyasından gerçeğe sert bir geçiş yaşatmış; “İnsan Neden Yazar?” sorusuna ise böyle yanıt vermiştir:

“Ben bana sunulan hiçbir dünyada yaşayamazdım. Ebeveynlerimin dünyası, savaşın dünyası, siyasetin dünyası… Kendime ait bir dünya yaratmak zorundaydım. Bir iklim gibi… Bir ülke, içinde nefes alabileceğim bir atmosfer, hayat tarafından tahrip edildiğimde kendimi yeniden var edebileceğim bir dünya…”

Anais Nin’e katılıyorum; çünkü bana göre sanatsız söz, varoluşa yapılmış en büyük ihanettir. Arkasında aslı olmadan dizilmiş her harf, her gösterge yüzeydedir. Yüzey ise kırılgandır. Bir formun varlığına inanmıyorum. Dipsiz varoluşu, sonsuz bilinmeyeni; harf dizilimli bir yapıya; yani “söz”ü imajinasyon ile harmanlayarak yalnızca tekil bir anlama indirgenmesi fikri beni ürkütüyor. Hakikatin ayağına uymayan sıkı bir ayakkabıyı, ısrarla giydirmeye çalışıyormuşuz gibi hissettiriyor.

Oysa her şeyin yazgısı en sessiz haliyle kendinde. Sonsuz ihtimaller bütününde, sonsuz bir biçimde. O halde eğer yüzeysel dogmalarla konuşuyorsak susalım ve ağzımızı sanat yapmak için tekrar açalım.

İçselimizde yüzleşelim; kendimizin hem sujesi hem de objesi; yani hem makinesi, hem de teknisyeni olalım.

O halde ne yapıyoruz? Olguları yırtıp dil ve dişimizle hayatın yeni kumaşlarını örüyor; tabii biraz da makyaj yapıyoruz. Anais Nin gibi dış dünyada tahrip edildiğimizde kendimizi yeniden var edebileceğimiz bir dünya kuruyoruz.