FATMA ESRA HORASAN/KAFES

KAFES           


Okuduğum romanın son cümlesi “Zorunlu bir hayat benimkisi…” diye bittiğinde içimde kocaman bir boşluk oluşmuştu.


Babam büyük bir zenginliğin içine doğmuş. Ondan dolayı çalışmak yerine o zenginliğin tadını çıkarırken biz de bitip tükenmez olduğunu düşündüğümüz bu mal varlığının gelirleriyle yaşıyoruz. Ola ki herhangi bir sıkıntıya düşülürse -ki buna ben hiç tanık olmadım- sayısını bilmediği onca mal mülkten bir tanesini elden çıkararak bu şaşalı hayatı sürdürüyor ailem.


İşte ben de böyle bir ailenin tek kızı ve çocuğu olarak dünyaya geliyorum. Doğduğum andan itibaren evimizde dadılar, hizmetçiler ile birlikte yaşamaya başlıyorum. Çok büyük bahçesi ve bir sürü odası olan bir evimiz var. Şimdi ki tabirle saray yavrusu. Üç yaşında bale, beş yaşında piyano, altı yaşında resim derslerine başlıyorum. Fransızca ve İngilizceyi de unutmayalım tabii ki. Hep güzel kıyafetler, lezzetli yemekler, bir sürü oyuncak, her ders için ayrı hoca. Büyüyorum. Çevrem hep aynı insanlarla dolu, aynı yaşam tarzları. Annem hep çok şık, bakımlı, babam cemiyet denen olayın içinde önde gelenlerden… İlkokula başlıyorum. Tabii ki özel araba ile gidip geliyorum, bütün günlerim planlı, arkadaşlarım belli, düzenim hiç şaşmıyor. Okula araba ile gidip gelirken, bazen trafik sıkışınca başka sokaklardan geçmek zorunda kalıyoruz, o zaman görüyorum annesinin veya babasının elini tutmuş okula giden çocukları. Oysa ben hep Ahmet Amca’yla gidip geliyorum.


Yine bir gün devlet okulu diye adlandırılan bir okulun bahçesinde koşan, top oynayan, ip atlayan çocukları görüyorum. Ahmet Amca bakışımdaki şaşkınlığı görüp, “Onlar senin gibi bale yapamıyor, ata binemiyor, tenis oynamıyor, piyano çalamıyor” diyor. Arabayla okulun önünden yavaş yavaş geçerken hep beraber el ele tutuşup oynayan, koşuşarak bahçede dönüp duran, sevinç çığlıkları atan benim gibi çocuklar… Bakıyorum sanki onlar daha mutlu, daha çok eğleniyormuşlar gibi geliyor. Benden farklılar, bunu hemen anlıyorum. Oysa her çocuk benim gibi yaşıyor zannediyordum. Kışları yurtdışında kar tatili, yazları dünyanın en lüks tatil yerlerinde deniz tatili… Birkaç dili ana dilim gibi konuşuyor, artık piyanoda resital veriyorum, balede en iyiler listesindeyim, resimde hocalarımın dediğine göre bir dehayım. Annem ile babamın ağzı kulaklarında. “Kızımız tam cemiyete uygun bir genç kız oldu.” diye seviniyorlar.


Lisede de değişen bir şey olmuyor. Hocalar, kurslar, davetler, kıyafetler, arkadaşlar… Hayat
aynı şekilde akıyor benim için. Ama büyümek beni farklı şeyleri sorgulamaya itiyor. Merak ediyorum dışarıda akıp giden başka hayatları.


Bir gün arkadaşlarımın bazılarının kullandığını bildiğim metroya binmek için kaçıyorum okuldan. Kart okutmak lazımmış, güvenlik görevlisi bariyerleri zorlayınca başıyla gişeyi işaret ediyor. Gişenin önünde bir kuyruk. İnsanlar sıra bekliyor. On dakika sessizce bekliyorum ama bekleme duygusu çok da bildiğim bir şey değil onu anlıyorum. Kartı alıp metroya biniyorum. Nereye gideceğimi bilmeden. Kalabalık, bir sürü insan, bir sürü yüz, bir sürü koku.
Ayaktakilerden bazıları birbirine temas ederken bazıları da birbirine yaslanmış. Oturanlar en azından biraz daha rahat. Ama birkaç kişi dışında herkes yorgun, keyifsiz gözüküyor. “Beş durak gideyim sonra inerim.” diyorum. Bu ortamda çok da kalmak istemiyorum. Ürkütüyor bu kalabalık beni. Hemen yanımda duran benden üç beş yaş büyük olduğunu düşündüğüm iki genç çocuğun konuşmasına kulak misafiri oluyorum.


“Oğlum eve gidince makarna yaparız; peynirli, mis, karnımız doyar.”
“Keşke yoğurt alsaydık, şöyle sarımsaklı yapardık.”
“Dünden kalan ekmek vardı az ama yeter bize.”


“Nasıl yani makarna… Hem de akşam yemeğinde karbonhidrat, besin değeri düşük, keşke deniz mahsullü yapsalar da şöyle Jumbo karides falan katsalar… Protein alsalar. Bir gün önce alınan ekmek yenebiliyor mu?” diye düşünürken, gençlerden birisi cebindeki parayı çıkarıp, “Elektrik parasını ödeyebiliriz ama su parası zor.” diyor.

“Yarın babam para gönderecek, maaş günü nasılsa. Hallederiz bir biçimde!”
“Olmazsa bu sefer de Alper’den biz borç isteriz…”


Bunların ödenmesi gerektiğini ilk defa duyuyorum. Bir de neden paraları yok ki? Nasıl saçma bir şey bu. Para biten bir şey değil ki! Borç nasıl bir şey acaba? Alper’in verdiği bir şey olsa gerek… Kıyafetlerine bakıyorum, “Benim hiç görmediğim, bilmediğim bir marka mı?” diye meraklanıyorum. Dayanamayıp soruyorum:
“Pardon kıyafetler hangi markanın?”


Çocuklar bana dönerek baştan sona süzüyorlar. Bakışları okul ceketimin üstündeki armaya takılı kalıyor.
“Senin alamayacağın bir yerden aldık.” derken gülüşüyorlar.
Alay edildiğini düşünerek ısrarla tekrar soruyorum.
Gülüşmeler artıyor.
“Mahalle pazarından.” diyor içlerinden birisi.
Gerçekten bilmiyor mahalle pazarını. Bir çeşit mağaza mı yoksa? Güldüklerine göre…

Sorduğuna da pişman. Dinleyecek sadece. Birkaç adım uzaklaşarak kendini unutturmak istiyor.
Camdan dışarı bakmaya başlıyor. Bunlar da ne böyle? Bir dağın yamacında birbirine yaslanmış,
destekle duran küçücük derme çatma evler. Bazılarının bahçeleri var, ağaçları arasında çamaşırları asmışlar, hatta tavuk bile dolaşıyor bahçesinde. Daha detaylı görmek istiyor ama metro oldukça hızlı ilerliyor. Birazdan duruyor. Bu durakta binenler ile iyice sıkışıyor köşeye. Yine o çocuklarda kulağı: “Akşam yemekten sonra sahile çekirdek, kola yapmaya gider miyiz?” diyor nispeten şişman olanı. Sormayacak hiçbir şey, sadece dinleyecek. Çünkü bu insanlar onu yanlış anlıyor.
“Nasıl diyorum akşam aktivitesi bu mu yani? Bir opera, bir bale gösterisi, bir piyano resitali ne bileyim bir cemiyet toplantısı yok mu?” Bir anda annemin arkadaşlarının yanında çekirdek yediğimi, kola içtiğimi hayâl ediyorum. Yüzümde bir gülümseme beliriyor. Daha da fazla kulak kabartıyorum; “Hafta sonu hava güzel, dere kenarına pikniğe gidelim mi?” diyorlar.
“Allah Allah! Dere dedikleri Como Gölü veya Ren Nehri kenarı mı acaba?” diyorum. Konuşmalardan anladığım kadarıyla yine benim bilmediğim bir yerden bahsediyorlar. Kaçıncı duraktayım bilmiyorum, her yerde yeni yolcular, yeni yüzler…İnenler, binenler, söylenenler, ara ara tartışanlar… Yüzüm asık, canım sıkkın.
Birazdan yanıma üstünde çiçekli bir şalvar, kollarında renk renk bilezikler, ağzında bir ciklet, elleri kınalı, kulağına kırmızı bir gül takmış olan orta yaşlarda gösteren bir kadın geliyor. Sürmeli gözlerini gözlerime dikiyor. Şimdi buna ne demeli? Bu kadında da “Kim bilir ne hikayeler vardır” diye düşünürken,


“Ver hele elini, falına bakayım güzel ablam.” demesi ile kolumdan tutup çekmesi bir oluyor.
“Hayır, istemiyorum!” desem de faydası yok.
Avucunun içine aldığı elimin içine uzun uzun bakıyor. Korkuyorum ama sakin kalmaya
çalışarak korktuğumu da belli etmek istemiyorum. Avucumun içinde parmaklarını gezdiriyor bir süre. Onu anlamaya çalışırken hem de bir yandan da dikkatlice süzüyorum.
“Güzeller güzeli ablam, kafestesin, yaralı halde! Şu an da gücün yok demir parmaklıklardan
kurtulmaya. Sevindirici olan şey ise; yaralarının farkındasın, kafesinde.”
Şaşkınlık içinde, dinliyorum.
“Ama çok sürmez çıkacaksın kafesten, bu kurtuluş birçok yüreğe değecek, sadece kendi
yarana değil, onlarcasının yarasına da merhem olacaksın… Az sabır!”
Ürpererek elimi çekiyorum hızlıca. “Deli” diye geçiriyorum içinden.
Bir şey dememe izin vermeden, elimi avucunun içerisine tekrar alıyor, yavaşça kulağıma
doğru fısıldıyor.
“Korkmayasın, duyuyorum içerideki seni. Unutma aslında herkes kendi kafesinde.”

Tam bu sırada telefon çalıyor.
“Ahmet Amca, ben…”