YAĞMURUN GÖZYAŞLARI
Bir tarafı yaz bir tarafı kıştı. Oysa tek isteği mutlu olmaktı. Yusuf ile arası epeydir iyi değildi. Sorunların üst üste geldiği günleri yaşıyorlardı. Kavganın şiddetlendiği bir gün Emel: “Yeter artık, seni istemiyorum!” diyerek kapıyı vurup gitti.
Emel, hayatın yükünü taşıyan yorgun bir kadındı. Hayalleri mutlu bir yuva kurmak, o yuvada yaşayıp çocuklarını büyütmekti. Çocukluğu doğru dürüst bir aile ortamında geçmediği için huzurlu bir evlilik yapmak onun düşlerini süslemişti. “Çok bir şey istemedim ki hayattan!” diye içinden geçirir, bunları hayatına dâhil edemediği için üzülür, kederlenir ve zaman zaman yaşamak istemezdi. Hayatına son vermeyi de en az iki kere düşünmüştü. Bazen sokaklarda kalır bazen de mahallenin dışına kurulmuş derme çatma bir meyhanede sabahlar, orada içip sızardı.
İşle ev arasında yıprandıkça yıpranmıştı Emel ama yine de bir yuvası olduğu için katlandığı bir mutluluğu vardı. “Bir daha bu eve dönmem!” diye düşünmüştü kapıyı vurup çıkarken. Oysa gidecek yeri yoktu. Neyine güvenerek böyle çat kapı çıkmıştı ki evden? Bu cesaretine kendisi de anlam veremedi. İçinde bir yerlerde, uzun zaman önce bile isteyerek yabancılaştığı bir kadın hala yaşıyordu belki de. İçi ürperdi, kaygılandı bunu hatırlayınca. Yusuf da bunu bildiğinden umarsızca yüklendikçe yüklenmişti Emel’e.
Yusuf onun için mükemmel biriydi. Coşkulu, girişken ve sevecendi. Bu halini Emel’e yansıtmış, onun darmadağınık hatta derbeder yaşamına ışık gibi doğmuş, ruhunda yer bulmuştu. Yusuf’a âşık olmuştu. Güldüğü zaman gözlerinin içi güler, Emel’in hayata bağlanmasını sağlardı. Hayatında bir kişi ona değer vermişti; onu düşünmüş, sarıp sarmalamıştı.
Yusuf yetiştirme yurdunda büyümüş, kendi ayaklarının üzerinde durmayı başarmış genç bir adamdı. Tüm travmalarına rağmen hayata kafa tutmayı başarmıştı. Ailesi yoktu ama kendi kendine yuva olmuştu. Yurttan çıktığında bir torna ustasının yanına çırak durmuş, çok sürmeden de azimle çalışmasının ödülünü almıştı. Dostluklar kurmuş her şeye inat; ”Ben de bu hayatta varım.” demişti.
Nasıl bu hale gelmişlerdi, bilemedi. Son zamanlarda her yaptığı göze batar olmuştu.”Geç geldin yine… erken gittin… çok uyudun… makyajın abartılı… neredeydin yine…” Bitip tükenmeyen sorular, hesap sorulmalar eskiden de vardı ama son zamanlarda iyice sıklaşmıştı. Her şey olay oluyordu. Bu soruların içinde daraldıkça daralıyor, ne yapacağını şaşırmış bir durumda her akşam kafasında onca soruyla yatağa giriyor, içinden çıkamayınca da içli içli ağlıyordu. Yusuf yaşam biçimini Emel’e dayatarak onu kendi anlayışıyla şekillendireceğini düşünüyordu doğal olarak.
Emel, annesini kaybedeli hayli zaman olmuştu. Babasıyla arası hiçbir zaman düzelmemiş, en son yanından ayrılırken küfürlerine maruz kalmış, “Seni şırfıntı!” diyerek evden atılmıştı.
Buna rağmen bir keresinde baba evine gitmiş, annesinin hatıralarını toparlamak için evde kalmak istediğini söylemişti. O anı hatırladı. Saçları ağarmış, beli bükülmüş, ayağındaki mestle zar zor kapıyı açabilmişti babası. İkisi de birbirlerine uzunca bakmış, adam ”Yine mi sen?” diyerek üzerine yürümüştü. Nereden geldiysen oraya dön, bu kapı sana kapalı!” deyip suratına kapıyı çarpmıştı. Sokağa çıktığında mahallesinin ona ne kadar yabancı olduğunu hissetmişti.
Uzun yıllar geçti aradan…
Dışarıda yağmur çiseliyor, hafiften rüzgâr da çıkmaya başlamıştı. Anlamsızca yürüdüğü sokaklardan birisinin köşesinde, kulağına değen müzik sesine doğru yöneldi. Yağmur iyice hızlanmıştı, müziğin geldiği bara daldı. Yüzünü silip dolu dolu olan gözleriyle etrafına bakındı. Göğüslerine yapışan tişörtü çekiştirirken “Selam!” diyen sesle garsonla yüz yüze geldi.
-Lavabo ne tarafta?
-Düz git, görürsün.
İşaret edilen yere doğru yöneldi, tuvaletin kapısını açıp içeriye girdi. Aynada yüzüne baktı. Saçlarından süzülen sular gözlerine karışmış, rimelleri akmış, gözaltları simsiyah olmuştu. Gözlerini temizledi, göğüslerine yapışan tişörtünü yukarıya topladı, sutyeninin altına sıkıştırıp göbeğini açık bırakacak hale getirdi. Eteğini hafifçe aşağıya çekti. Kıvrımlı vücut hatları ortaya çıkmıştı. Güzelliğinden bir şey kaybetmediğini fark etti. Bir yandan “Ne yani, yine mi?” diye bir pişmanlık duygusuyla kendini sorgulamaya başlarken; “Evet, eski günlerdeki gibi hadi tadını çıkart şu hayatın. Yeter artık bana da çektirdiğin!” diye fısıldadı içindeki başka bir ses.
Ellerini yıkadı, ışığı kapatıp içeriye doğru yürüdü. Hafif loş bir köşede gözüne bir masa kestirip oturdu. İçeride hiç müşteri yoktu. Oturmasıyla birlikte, böyle müşterilere hiç de yabancı olmadığı her halinden belli olan yaşını almış bir garson başında bitiverdi:
-Mezelere bakmak ister misin?
-“Sen bir iki tane ortaya kafana göre getir işte!”dedi. -Sıcaklardan ne olsun?
-Kafana göre takıl!
-Ne içersin?
-Aslan sütü olsun! Bir 20’lik yeter şimdilik.
Masasına birkaç meze ayarlanmış, buzlu rakısı gelmişti. Bir duble susuz rakıyı hızlıca kafasına dikti. Uzun zamandır ağzına içki koymamıştı, ilk anda boğazından bedenine hızlıca yayılan yangı azıcık onu sarssa da ”Ne kadar da özlemişim şu mereti!” deyiverdi ve ikinci dubleyi doldurdu.
-Peynir ister misin?
-Kavun da varsa olur.
Masalar yavaş yavaş dolmaya başladı. Kapı olduğundan daha fazla gürültülü bir şekilde açıldı ve biri sallanarak içeri girdi. Yan masalardan birine oturdu. “Masayı donat!” diye seslendi. Garson ses çıkarmadan mezeleri masaya getirmeye başladı. Belli ki daha önceden tanıyorlardı. Adam içtikçe daha da arsızlaşmış, garsona eziyet eder halde durmadan emirler yağdırıyordu. Konuşması iyice bozulduğu bir anda gözü masada tek başına oturan genç kadına takıldı. Kadını uzun uzun süzdü.
Emel bu iğrenç bakışları unutmuş olsa da içindeki ‘öteki kadın’ bu adamlara ve bakışlarına yabancı değildi. Bir adım sonrasında neler geleceğini hazırdı.
Adam garsona seslendi:
-Güzel bayana benden bir içki!
Elini kaldırdı Emel:
– Kalsın, istemem!
Adam:
-“Ne oldu güzelim, beğenmedin mi?“
diyerek alaycı, sinirli bir gülüşle sesini arsızca yükseltti.
“Benden bulma belanı!” diyerek sandalyesini diğer tarafa çekti Emel. Adam vazgeçecek gibi değildi. İçkisini aldı, Emel’in masasına gelip pat diye oturdu. “Sen gelmezsen ben gelirim.” diyerek pişkinliği de elden bırakmadan güldü. Tüm bu olanlar ona hem yabancı hem de çok tanıdıktı. Adamı kolundan çekerek masadan itti. Adam iyice sinirlendi. Bir anda ortalık karıştı. Olay daha da büyümeden garsonlar adamı alıp masadan uzaklaştırdılar. Adam “Çıkışta görüşürüz seninle!” diyerek kendi masasına oturdu.
“Pislik! Atmaca gibi hepiniz pusudasınız! Artık bu oyunlarda ben yokum!” diye içinden geçirdi. İçindeki öteki; ”Burada olsan hayat daha renkli değil mi?” dese de Emel kendini ikna edercesine tekrarladı: ” Burada olmamalıyım, olmamalıyım!”
Mekâna ve aynı anda müşterilere de hâkim olan arabesk müzik, derinden bir kederi de masadan masaya taşıyordu. Dinlediği şarkıdan mı yoksa rakıdan mı kendini sorgulamayı sürdürmeye devam etti.
O gün çıkan tartışmada Yusuf; ”Sen ne kadar basit birisin!” demişti. İstemeden sözcükler ağzından dökülmüştü belki ama bu söz bıçak gibi yüreğine saplanmıştı. Mahçup bir şekilde yüzünü masanın üzerine kapattı. Böyle olmak istememişti hiçbir zaman. Eski hayatına dönmeyeceğine söz vermişti. Yusuf’un onu bulduğu günü hatırladı. Yine yarı sarhoş bardan çıktığı bir akşamdı, nereye gideceğini de bilmeden yürürken barda kendisini gözüne kestirmiş manyak biri tarafından kaçırılmış,
öldüresiye dövülüp üstü başı yırtık içinde bir ormanın kenarına bırakılmıştı. Yusuf yoldan geçerken onu tesadüfen görmüş, arabasına alarak dağdaki evine götürmüş, yaralarını sarmış, onu iyileştirmişti. Orada kaldığı süre camdan sürekli karşıdaki dağlara bakıp; “Ne kadar güzelsin, bütün doğaya kucak açmışsın, bitkileri, ağaçları, kurdu kuşu içine almışsın, koruyup kollamışsın.” diyerek konuşup dertleşmişti. Yusuf’u zaman zaman dağlara benzetip hayran kalmıştı. Dağın etrafı çiçeklerle bezenmişti. Rüzgârın çıkmasıyla birlikte de tüm dağı taşı kekik kokusu sarardı. Her sabah güne bu kokularla başlamak içine huzur verirdi.
Emel bu sefer kanayan yüreğini iyileştirmek istiyordu. Rakısının bittiğini fark etti, hesabı isteyip bardan çıktı.Dışarıda yağmur daha da hızlanmış, rüzgâr ise onu bilinmeze sürüklüyor, yolunu kaybetmiş kuş gibi çırpınıyordu. Karmaşık duygularla Yusuf’u aradı:
“Yusuf!”diyebildi.
-Neredesin sen? İyi misin, seni merak ediyorum, aşkım!
-Gerçekten mi? Bana kızgın değil misin?
-Sana çok kızgın olsam bile sensiz yapamam.
“Seni çok seviyorum. İstemsizce, plansızca dağ evine gidelim mi?” diye sordu Emel.
Tahtadan yapılmış, iki katlı, şirin bir evdi. Bahçesinde rengârenk çiçekler açan, meyve ağaçlarının bulunduğu, kuşların yuvasını bu dallara yaptığı, göçmen kuşların uğradığı, kaplumbağaların yuvasının olduğu bahçeyi hatırladı. Ona da yuva olmuştu, kucak açmıştı. “Orada olmalıyım.” diye düşündü.
Yusuf bir anda durakladı, sessizlik oldu. Daha önce de buraya gitmişlerdi, anısı oldukça iç yaralayıcıydı.
“Sen sarhoş musun?”diye sordu.
“Evet ama inan,çok içmedim!”diyerek masumca yanıtladı. “Sence sorunları halletmeden gitmemiz doğru mu?” dedi.
“Benim yaralarım orada iyileşti, yine orada iyileşecek. Buna inanıyorum, başladığım yerde tamamlanmalıyım.” Kısa süren bir sessizlikten sonra; ”Tamam gidelim!” dedi Yusuf.
Gözyaşlarını sildi. Gün ağarmak üzereydi. Yusuf dar ve karmaşık sokaklardan geçip Emel’i olduğu yerden aldı. Oldukça yorgun görünüyordu. Yusuf’a sarıldı. Bu sarılış, hayatın kollarına atlamak gibiydi.”Beni bir daha bırakma, beni bir daha kırma e mi?” dedi. Yusuf usulca saçlarını okşadı. Biraz dinlen, diyerek ceketini üzerine örttü.
Dağ evine ulaştıklarında öğlen gibiydi. Yağmur dinmiş, güneş açmış, ortalık sakinleşmişti. Etrafı kekik kokusu sarmıştı. İçindeki kadın şimdilik sessizce kaybolmuştu.