BAŞKALARININ TANRISI
Mine Söğüt 1968’de İstanbul’da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Latin Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. Aynı bölümde yüksek lisans yaptı. Uzun yıllar gazetecilik sektöründe çalıştı. Çeşitli dergi ve gazetelerde yazı ve röportajları yayımlandı. 2013-2021 yılları arasında Cumhuriyet Gazetesi’nde köşe yazarlığı yaptı.
Mine Söğüt, toplumsal duyarlılığı arttırmak için sarsıcı eleştiriler yapan ve çok özgün tarzı olan bir yazar. Bakış açısı, kullandığı metaforlar ve imgeler okurun aklından asla çıkmayacak kadar şiddetli. Toplumsal sorunlara belleklerden çıkmayacak tarzda değinmeyi yeğler. Çevresinde gördüğü olumsuzlukları, eserlerinde okurunu tedirgin ederek, sarsarak, rahatsız ederek ifade etmeye çalışır. Söğüt, insanların yaşadıklarına karşı çok duyarlı bir yazardır, bu nedenle de duyduğu isyanı ve öfkeyi edebiyatla ifade eder. Kendine özgü bir dili ve imgeleri vardır. Eserlerinde; adaletsizlik, cinsellik, kadın meseleleri, aile, şiddet, cinsel taciz, din, devlet, ahlak, toplum kuralları ve hayvan eziyetine ait konuları işler.
“Başkalarının Tanrısı”nın dili sade, anlatımı akıcı. Birinci tekil şahıs olarak Musa’nın ağzından yazılmış. İlk sayfadan itibaren oldukça merak uyandırıyor, okuru kitaba bağlıyor. Kısa kısa bölümler hâlinde ilerlemesi okuma açısından büyük rahatlık sağlıyor. Tokat gibi çarpan konular, Mine Söğüt’ün sivri dili, romanı son derece ilginç ve okunası kılmış. Söğüt’ün roman boyunca, dokunaklı ama sert ve haşin anlatımı etkileyici. Anlatım muhteşem: “ Sistem içine içine devamlı çöküyor. Yeryüzünde gördüğümüz her şeyin temelinde bir enkaz. Tüm medeniyetler kendilerinden önce yıkılmış başka medeniyetlerin üzerine kurulu. Geçmişin kaderi gelecekte mütemadiyen tekrarlanıyor. İnsanlar baştan beri yeni şehirlerini, yıkılmış eski şehirlerin üzerine kuruyor. O yüzden en modern yapının bile hücrelerinde yıkılmış eski bir yapının izi var. Yara gibi. İnsan, o yaraların ıslaklığında yaşayan parazittir. Hayal kırıklıklarıyla geleceğe dair umutlarının birbirine göbekten bağlı olmasını umursamadan yenenle yenilenin aynı şey olduğunu kale almadan çökmüş hayatların üzerine çöke çöke kurduğu yeni hayatları kutsamak için uydurduğu metinlere tapa tapa geldiği şu medeniyet noktasında, tarihin asalağı olarak var olmaktan başka seçeneği yoktur.” Kitap, âdeta sürrealist bir tablo, neredeyse distopik bir roman.
“Başkalarının Tanrısı”nın konusu da karakterleri de çok farklı ve çarpıcı: Sevdiği adam onu satmasın diye bacaklarını kendi elleriyle kesen Efsun Abla: “Ama bacakları olmayan ve erkeklere satılamayan yaşlı bir kadın (…)”, kim olduğunu hatırlayamayan Adnan Ağabeyi: “ O kim olduğunu bilmiyor. Unutmuş. Adını unutmuş. Ailesi var mı, unutmuş; ne iş yapar, unutmuş. Yıllar önce bir gün deniz kıyısında tahta bir bankta uyanmış. Kış ayazında çıplak. Kıyıdaki bir balıkçı üzerindeki ceketi çıkarıp vermese orada öyle öleyazacakmış. Kahveye getirmiş balıkçı bunu. Kahvedekiler sobanın yanında oturtmuşlar, “Kimsin? Nesin?” diye sormuşlar.
“Bilmem!” demiş. “Kimim sahi? Neyim?”, hayat kadını Hülya, ani bir kararla düzenli yaşamını, evini, ailesini terk eden şair Musa: “Standart bir aileyi terk etmiştim ben. Standart bir evi. Standart bir düzeni.(…) Arkamda yığınla takım elbise bırakmıştım.(…) Nüfus kâğıdımı bile almamıştım yanıma. Kan grubum hiçbir yerde yazmıyordu. O kadar özgürüm.”, çöpte bulunan bebek Matruşka’nın, İstanbul’daki yersiz yurtsuz, parasız, kimliksiz olarak yaşamda kalma serüvenleri.
Sokaktaki yaşamlarını dilenerek, çalarak, kaçarak, saklanarak ama bir yandan da felsefe yaparak geçiren bu beş kişinin ilişkilerine tanık oluyoruz. Roman, sosyal, kültürel ve farklı sınıflardan kişilerin hem kendileriyle hem de hayatla olan çekişmelerini anlatıyor. “Bizim Tanrımız yok! Hâlâ anlamadınız mı! Bizim Tanrımız yok! Başkalarının Tanrısı o!” diyerek sorumluluğu Tanrı’ya ve hayata atıyorlar. Romanın başlarındaki son derece çarpıcı olan karakterler eser boyunca pek fazla değişim göstermedikleri için etkisini kaybediyor.
Roman, birçok konuda sarsıcı ve önemli meselelere parmak bassa da ciddi sıkıntıları var. Yeraltı edebiyatından bir roman okuyormuş gibi başlıyor ama sonu öyle gelmiyor. Yazar o kadar kızgın ve isyanda ki bu durum her karakterin ağzından duyuluyor. Mine Söğüt’ün sorgulaması ve sorgulatmak istemesine bir diyeceğimiz yok. Yazar bu kadar araya girmemeli: “İçinde yaşanan bir mekânla içinde yaşanmayan bir mekân yüzyılı aşkın süredir karşılıklı dimdik duruyorlar. Ben tabii ikisinin ortasındayım her şeyin tam ortasındayım.” Hepimizin isyan etmesini istiyor ancak biraz fazla zorluyor gibi geldi bana. Roman boyunca, karakterler aynı özellikleri ve sıfatlarıyla tekrar tekrar önümüze geliyor. Tanrı’yla ilgili meseleleri de adaleti, cinselliği, inançları, aşkı, şehir hayatını, kimlik sorunlarını da gözümüzün içine soka soka anlatıyor. Romanın fazla mesaja boğulmuş olduğunu düşünüyorum. Roman çok uzun değil, sonu kısa kesilmiş gibi. Bu da sanki roman aceleye gelmiş duygusu veriyor.
Karakterler ve onların yaşamları pek tutarlı gözükmüyor, çünkü yaşamak için gerekli olan ihtiyaçları giderebildikleri bir ortamda değiller. Hadi, yetişkinler bazı şeylere tahammül etti. Peki, bebek pişik oluyor, ağlamıyor, boş memeyi emiyor ve bu kadar pislik içinde hiç hasta olmuyor, bana biraz gerçekdışı geldi. Grup olarak çok ağır ve keskin kararlar verip çok ani davranışlar yapıyorlar, okuru şok etmek için yazılmış olabilir ancak ‘bu kadar abartılmaz’ dedirtiyor.
Kurgusunda hatalar olsa da melodrama gidecek kadar arabesk örneklerle dolu olsa da kendine has bir dokusu olan çekici bir roman. Aşkı yüzünden kendini kesen kadın, katil olan sıradan vatandaş, aklını yitiren bir erkek ve sokağa atılan çocuk imgeleri biraz fazla gelse de kitap kendini zevkle okutuyor. Mine Söğüt, düzene ve sisteme karşı duran ve okurunu rahatsız edip dürtmek isteyen bir yazar. Toplumda göz ardı ettiğimiz birçok meseleye aynı anda dokunmayı başarmış. Kim olduğunu unutan Adnan özgürleşirken Musa da içinde bulunduğu düzeni terk ederek serbest kalıyor ve kendini müthiş rahat hissediyor: “Geçmişin devamlı elimden kayıp gittiği ve geleceğin de olamayacak hayaller yalanında devamlı eriyip bittiği bir hayatı terk ettiğim anda varlığını iliklerime kadar hissettiğim o muhteşem zaman!”. Efsun’un bacaklarını keserek orospuluktan kurtulma çözümü onu tekerlekli sandalyeye bağlıyor. Çok sarsıcı, bir o kadar da değişik ama okunmayı hak eden bir roman.