BU YAŞTA!
Mektup masanın üstünde Makbule’nin dikkatine meydan okur gibi duruyordu. Dün akşam, gözleri yaşlarla bulanıkken defalarca okumuştu. İmzayı hâlâ doğru dürüst çıkaramıyordu; zaten ne önemi vardı? Mektup ona yazılmıştı. Hayat, sanki onu geri çağırıyordu.
Mutfakta buldu kendini. Kartopu, ayaklarının dibinde miyavlayarak dolanıyordu. “Bugün senin de bayramın.” dedi kedisine, bir kutu yaş mama açarken. Tıkırtıyla açılan kutunun ardından yayılan et kokusu, kısa süre sonra kızarmış ekmek, taze demlenmiş çay ve vişne reçelinin kokusuyla karıştı. “Ne güzel bir gün, değil mi, Kartopu?” Kedi, soruyu umursamadan mama kabına gömüldü.
Makbule’nin zihni karman çormandı. Şile’deki öğretmenlik günleri bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçti. Ah o kasaba… Kara tahtanın başındaki yılları, çocukların utangaç gülüşleri, tebeşir tozu kokusu… Seviyordu, sevmesine de rüyalarında hep başka bir şey vardı: Tuvaller, fırçalar ve renkler… Tatil günlerinde soluğu fakültede alırdı. Ama o meşhur karar… Devam zorunluluğu. Mecbur bırakılmıştı. Fakülteyi bırakmış, Şile’ye dönmüştü.
“Resmi bıraktım mı gerçekten?” diye mırıldandı kendi kendine. Mutfak köşesindeki eski tuval dikkatini çekti. Yıllardır dokunulmamıştı. Üzerinde bir yarım manzara vardı. Gri deniz ve sert fırça darbeleri. Rüzgâr kokusu hissediliyordu sanki. Fırtına çıkacak gibiydi.
Düşüncelerini kapının ardı ardına çalınması böldü. Önce en yakın dostları Hayriye ve Edibe geldi, ardından kızı Gül ve torunu Nermin. Masanın etrafına yayıldılar.
“Anne, bu mektup doğru mu? Af falan…” diye sordu Gül sabırsızca.
Makbule, hafif bir gururla cevapladı: “Doğru. Mimar Sinan’da resim eğitimime üçüncü sınıftan devam edebileceğim.”
Edibe kaşlarını çattı. “Yani o fakülteye geri döneceksin? Bu yaşta mı?”
Bu yaşta… İki kelime Makbule’nin zihninde yankılandı. Ahmet Bey hayatta olsaydı, belki böyle şeyler söylenmezdi. Ama o zaman da fakülteye geri dönebilir miydi?
“Beni neden anlamıyorsunuz? Hayallerimin peşinden gitmek için bu yaştan daha iyi bir zaman olabilir mi?” dedi. Sesindeki kırılganlık, sözlerindeki kararlılığı etkilemiyordu.
Hayriye, reçelini sürerken sakince konuştu: “Sen her zaman resim yapmayı severdin. Ama devam zorunluluğu geldi diye bıraktın da neredeyse kırk yık oldu.
Makbule gözlerini eski tuvale çevirdi. Kartopu, masanın altından geçerken ona sürtündü. Pes etme der gibiydi.
“Florence filmindeki kadını hatırlıyorsunuz, değil mi?” dedi. “Mary Streep oynuyordu hani. Opera söyleyemiyordu aslında ama tutkuyla vazgeçmeden söylemeye çalışıyordu yine de. Ben de resim yapmayı denemeden ölmek istemiyorum. Anladınız mı?”
Sessizlik! Çay bardakları hafifçe tıkırdadı. Edibe’nin sesi duyuldu: “Ama zor Makbule. Hem tansiyonun var hem de yol uzun. Fakültede gençlerin arasında…”
Makbule gözlerini devirdi. “Elim ayağım tutuyor ya, yeter! Yarın kalkıp Üsküdar’a geçerim, oradan Beşiktaş’a, sonra Fındıklı’ya.” Sesinde mahkeme kararını okur gibi bir tını vardı.
O gece bir rüya gördü. Fakülte koridorları bembeyazdı. Duvarlarda asılı tablolar ona bakıyordu. “Geç kaldın Makbule!” dedi bir ses. “Ama yine de hoş geldin.”
Uyandığında yüzünde bir gülümseme vardı. Kartopu, pencerenin önünde kıvrılmış yatıyordu. Mektup hâlâ masanın üstündeydi. Makbule onu tekrar eline aldı. Cümleler yavaşça içine işliyordu:
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesi, Resim Bölümü, üçüncü sınıfa kaldığınız yerden devam edebilirsiniz.
“Bu yaşta mı?” dedi kendi kendine. “Evet, tam da bu yaşta!”