MEHMET DOĞAN KARAKUŞ/AĞAÇ ALTI

AĞAÇ ALTI

Bingöllü İlyas, doğuştan olmalı hastalığı; iyi beslenememekten ötürü. Yürürken yaylanırca atar adımlarını. Pabucunun burnu yerde sürünür. Gövdesi yana dal veren ağaç olur da eğilirmiş de dengede tutmak için öteki bacağının desteği gerekirmişce atar adımını ya; gövde öte yana eğilir bu kez. Elleri, bileklerine hem bağlı hem değildir. Nasıl ki ayakları bacaklarına bağlı değilmiş izlenimi uyandırıyorsa elleri de aşağı sarkık sarkıktır. Hani her yana sallanarak, evrilerek, devrilerek yürür Bingöllü İlyas! Tek bir noktada gözleri kaşlarının altında durur. Durur da kıpırdamaz. Kıpırdamaz çünkü kaşının, gözünün üstüne gülen bir yay çizdiği, yüzünün hep gülümser olduğu, ışık ışık gülen bir çift gözün size hüzünlü gülücükler yolladığını görürsünüz. O gözlerden size hayat akar. Yaşama gücü, direnç akar. İnsan akar… Akar da akar.

İlyas’la konuşurken o gülümser gözün bütün yüzüne yaydığı, ağzının konuşmaya açıldığı bir zamanda, ne dediğini anlayamadığınız sözcükler size doğru gelir.

İstanbul Gaziosmanpaşa Meydan Parkı’nda birkaç palmiye, ıhlamur, çınar ağacı biraz da çim serpiştirilmiştir. Betondur! Betona her baktığımda soluğumun, gırtlağımın sıkılmasıyla kesilip kısa zamanda öleceğim gelir usuma. Ağaçlar nasıl dayanır, hep sorar dururum;

“Ağaçlar, bir tutam toprakta boğazı sıkılmışcasına niye bırakılır?”

Size de sordum.

Haydi kolay gele.

Didişir misiniz kendinizle, yargılar mısınız kendinizi, size kalmış!

Meydan Parkı’nın orta yerinde mersin ağacı var. Mersin ağacı haymayı andırır. Bingöllü İlyas da bu ağacın altındadır yaz kış. Parkın beton döşeli düzlemini adımlayan ayaklara bakar. Başka yere bakmaz, Bingöllü İlyas; ayaklara bakar. Bir kunduralı görmeyegörsün; ışıl ışıl gözlerini diker de bakar. Hele o kundura giymiş ayaklar, kendine doğru gelir adımlıysa!

Bir cuvara yakar da bakar.

Cuvarasını tüttürür de bakar.

Bingöllü İlyas bakar…

Sirkeci’deki Büyük Postane önünde bir yaşlı adam, derme çatma boya sandığı, boyalardan görünmeyen bir minder koyulu oturağı üstüne baykuşca tünemiş halde ayakkabılarıma bakınca ben, adımlarımı o bakışlara mıknatıslayıp gelip sandığın ayak konulacak yerine ayağımı koyup;

“Boya bakalım!” dediğim anda, tünemişlik düşünden sıyrılan bir başın, beynin, komut verip de birden canlanışını gördüğümde;

“Şinci herkes boyasız ayakkabı geyiyor begim!” demesini şöyle anlıyordum: Spor giyimin güzel giyinmeyi nasıl ortadan kaldırdığını, kundura boyacılarının ekmek parası kazanamadığını, umutlarının bitmek üzere olduğunu…

Bingöllü İlyas’ın da böylesine umutsuzluğa teslim olduğunu; bir kunduralı gördüğü anda, bakışlarıyla onu izleyip yakınlaştığında kunduralının gözlerinin içine içine baktığını görüyordum.

“Kundura giyen kalmadı!” diyordu o, dili gırtlağının üst yanına yapışmış da başını sağa, sola savurunca dilinin bağı çözülecekmiş de konuşması anlaşılacakmış da benzeri; başını ikide bir sağa sola sallar, alnını kırıştırır, kaşları gülen gözlerinin üstünde buğulu bir gülen göz örtüsünce yay yay olur, kaşları da buğulu bir umutsuzluğu çizgiler, Bingöllü İlyas’ın.

“Kundura giyen kalmadı!”

“Ekmek kalmadı demektir bu!” diye, iş olsun türünden, adam olduğunun ayırdına varılsın isteyen bir işsiz ya da emekli biri mersin ağacının altına konulu altı tane sabit, arka dayanaksız, oturunca arkaya yaslanma şansı olmayınca öne eğilmiş, tünemiş baykuşu andırır oturuşuyla bir adam konuşur. Yandaki oturaklardakiler de katılır konuşmaya.

“İş yok!”

“Ekmek yok!”

“Para yok!”

“Avrat duz derse…”

“Götümüz cız der!”

“Zenginler için ne gam!”

“Adamların tomafilleri, yazlıkları, kışlıkları…”

Hani eskiden, çok çok eskiden kasabamın tabureli, alçak masalı çay ocakları vardı. Oturur, hükümet kurar, hükümet devirirdik.

Mersin ağacının altında oturanlar böyleydi.

“Gittim de…”

“Oğluma!”

“Kızıma!”

“Kapı kapı iş istedim.”

“Vermediler hemiii?!”

“Iıııhh! Dönüp bakmadılar bile!”

“Bakmadılar hemiii!?”

Bu kez, kundura boyacısı Bingöllü İlyas’ın hali ortadaki derme çatma boya sandığına benzer halde kalır. Kişisel örneklemeler;

“Bana dedi ki!”

“Ben de ona dedim ki!”

“Ulan! Dedim!”

“Senin götünde donun yokken!”

“Daha sen baş parmağını emerken!”

“Sümüğünü çekerken!”

“Ulan! Dedim, senin ananı avradını!”

“Ona mı dedin?!”

“He!”

“Pekiii, o ne dedi?!”

Ağzı açık kalırdı birbirine söylemde bulunanlar. Gözleri yuvarlak, alnı kırışık, kafasında ne dediğini diyebilmeyi bulabilmenin dışavurabilmişliğine hazırlık yapa yapa, yapa yapa kırışıklanan alınlar düşünedursun;

“Sen kim, diyebilmek kim beh!” küçümserliğine kızıp kızıp da kendisini tanıtan sesler birbirine girince ortalık tam bir curcunaya döner, mersin ağacının altında.

Bingöllü İlyas arkasını döner konuşanlara, fırçanın tahta sırtını sandığına trrik trrak diye vurur;

“Boyayalım abiler!” diye bağırır.

“Patiklere ütü!”

“Avradı götü gösterir, pantulu ütü!”

“Boyayalım abiler!”

İstanbul Gaziosmanpaşa Meydan Parkı’nda mersin ağacı haymayı andırır. Yaz sıcaklarında bir curcuna başlar ağacın altında. Betonun sıcağında dolaşanların bir gözü de oturaklardadır.

Biri kalkmayagörsün!