DİNO BUZZATİ’NİN İLK ROMANI DAĞLARIN BARNABO’SU
İtalyan edebiyatının Kafka’sı olarak anılan, “Tatar Çölü” adlı eseri ile tanıdığımız 1916 doğumlu Bellunolu Dino Buzzati’nin Dağların Barnabo’su (Barnabo Delle Montagne) adlı kitabını yeni bitirdim. Tavsiye üzerine aldığım ama kütüphanemde uzun yıllardır okunmayı bekleyen bu kitabı geç okumanın üzüntüsünü yaşadım.Timaş yayını olan bu kitap Dağların Adamı Barnabo adıyla çevrilmiş. Ali Ayçil de çok güzel bir ön söz yazmış. Kitabın 1994 yılında bir filmi de yapılmış. Hemen filmini de izledim; fakat film kitap kadar başarılı olmamış.
Dağların Adamı Barnabo’yu bitirince dikkatimi çeken, herkesin de muhakkak ki dikkatini çekmiş olabileceğine emin olduğum, roman türü için hayli ilginç olan bir durumla karşı karşıya kaldım: Kadının olmayışı. Evet, kesinlikle romanda kahraman olmak bir yana hiçbir şekilde kadının izine rastlayamadım. Bunun nedeni meğer yazarın annesine olan düşkünlüğüymüş. Bir anne erkek için bu kadar her şey olabiliyor demek ki. Bu romanda kadın ve aile olmadığı gibi Tanrı da yok. Bu özelliği “Tatar Çölü” eserinde de görülecek. Bunu belki sürrealist bir yaklaşıma sahip olmasına bağlayabiliriz. Tanrı’dan ziyade kendi varlığının mevcudiyetine dayanarak umut etmek olayı vardır. Kendi içiyle zamanın ortak çalışmasından doğacak bir umut etme. Yazar sanki böyle yerlerde Tanrı olmaz, demeye getiriyor.
Romanın, dönemine göre farklı bir tekniğe sahip olduğu kesin. Kahramanın silik oluşu da alışık olunmayan bir durum. Neredeyse geride bile kalmış. Ayıp olmasın diye romanın sonuna doğru sahneye çıkarmış sanki yazar. Kahramanları öne çıkarıp yüceltmek yerine korkuları, bekleyişi, değişimi ve zamanın akışını vermek istemiş. Sade, sıradan insan tipleri var yazarın. Kahramanları yok. Sadece silik tipleri var. Burada ne var dersek; Barnabo’nun yaşadığı hayal kırıklığı ve korkaklığı var. Yazar, kahramanının tekrar eden edilgen ve zayıf karakterli yanını gösterip onu var etmeye çalışıyor gibidir.
Romanda olayın çözülememesi de ayrı bir durum. Yazarın görüşünü anlatıcı kişi yerine koyup akışa müdahale ettiği gün gibi ortada. Olayların gidişatını bozup şaşırtmacalar yapıyor, beklenileni vermiyor. Bunu bilerek yapıyor. Olaylar sürerken şimdi heyecana başlıyoruz diyorsunuz, bir bakıyorsunuz sıradan olaylarla devam ediyor ve hiçbir şey olmuyor. Diğer romanlarının ana özelliklerinden biri olan gizem unsuru da yok bu romanda. Buzzati, yer yer gazete makalesi yazar gibi sığ devam etmiş romana. Birden afili bir manşet atarak bir olayın veya kişilerin özelliklerini çıkarmış sahneye. Sonrasında tonunu aniden düşürmüş. Ani değil aslında, kontrollü bir düşürme bu. Yükseltmiyor olayı. Olağanüstülüklere girmiyor. Fantastik romanları da var, yok değil. Gerçek üstü, masal anlatımıyla veya büyülü gerçekle kaleme aldığı eserleri var yazarın. Örneğin, “Ayıların Meşhur Sicilya Baskını” romanında var bu fantastik öğeler. Şatolar, periler, ejderhalar… Burada böyle bir şey yok. Gerçi cinlerden ve acayip ses çıkaran kargalar, rüzgârın ürpertişinden bahsetmiş değini de olsa. Seslerden duyulan ürperti, dağlardaki eşkıyaların varlığının korkusu, karanlığın tekrar edilmesi, yağmurun yağması, birkaç gerçeküstü öge sanki yazarın çocukluk korkularıdır. Dağ köyünde yaşayıp da bunlardan korkmayan çocuk yoktur. Bunları çocuğu ailesi korkun. Tanıtır zaten. Uyuması için korku ögesi olarak kullanır. O korkularını karakterlere yaşatıyor Buzzati. Patikaları anlatışı da önemli. Yazar muhtemelen kendi yaşadığı kasabayı ve patikalarından defalarca yürüdüğü dağları tasvir ediyor. Kışın etkisi de yapıtın önemli unsurlarından. Buzzati’nin kendi çocukluğunda geçirdiği kışları anlattığı kesin. Çünkü romandaki kış tasvirleri ancak bir çocuğun izlenimleri, değilse kâbusları olabilir. Uzun kış gecelerinde büyüklerden dinlenilen hikayeler de aynı şekilde romanda yerini almaktadır. Roman, özlem duygusuyla yazılmış izlenimi veriyor zaten. Buna da baktım. Nitekim yazarın bu romanı 1933’te Filistin’e gönderildiği sırada yazıp yayınladığını gördüm.
Kuzey Avrupa bölgesinin Alpler’i bugün hala kış turizmine ev sahipliği yapması bakımından önemli. Eşsiz doğası bugün gezginlerin vazgeçilmez uğrak noktalarından biridir. Dolomit mineralinden dolayı bu bölge İtalya’da Dolomitler olarak biliniyor. Alpler’in büyülü coğrafyasının romanlara konu olmasını daha önce Johanna Spyri’nin Heidi’sinde gördük. Yine son dönemde Paolo Cognetti’nin Sekiz Dağ’ında görüyoruz bu dağ tutkusunu. Şu aşağıdaki fotoğrafa bakınca bu tutkuyu anlamamak mümkün değil.
Dolomitler, İtalya Alpler’i.
Bu romanda kasaba kurnazlığı da var şüphesiz. Dağların ortasında gereksiz bir cephaneliğin varlığı, bu cephanelik için nöbetçiler görevlendirilmesinin mantıksızlığının bilinmesine karşılık ayaklarına gelmiş iş fırsatını tepmeme çıkarı ön plandadır. Bu cephaneliğin kaldırılması için mücadele etmek yerine, üstelik hırsızlık için eşkıyayı da çekeceği biliniyor, bu durumdan faydalanmayı seçiyor kasabanın erkekleri. Yazarın böyle bir yönlendirmeyi seçmesinin nedeni sorgulatmaya yönelik olabilir. Dönemin şartlarına bakıldığında faşist bir İtalya yönetimi var malum. Gazeteci olarak böyle bir ortamda açık bir sorgulama veya eleştiri yapması belki kendisi açısından beklenemezdi. O da eserleri üzerinden böyle bir yol seçmiş olabilir. Burada diğer yandan bir yanıyla kaçmak isteyen karakterlerin diğer yandan sonuna kadar alışmışlığı ve dağlara olan bağlılığı da söz konusudur.
Dino Buzzati, eserlerinde büyülü gerçeklik, varoluşsal sancı, suçluluk, iç dünyaya dönüklük, zayıflık gibi anlatım tarzına yer verdiği için Kafka tarzı için kullanılan Kafkaesk olarak tanımlanmıştır; fakat kendisi Kafka’ya benzetildiğini duyunca “Kafka, Kafka’dır, ben benim,” diyerek bu yakıştırmayı reddetmiştir. Böyle bir yakıştırma var ama bu ilk romanına baktığımız zaman neredeyse sıradan bir roman. Yayınevine verilse basılmayacak bir roman belki de. Sonradan baktım ki yazarın ilk romanıymış bu kitap. Yazar, aynı zamanda gazetecidir ama bu romanda daha deneyimsizliğini atamamış. Daha çok felsefesini vitrine çıkardığı bir çalışma olmuş. Öykülerinde karşılaşılan fantastik ve olağanüstü olaylara bu romanda rastlanılmıyor. Bu romanda gerçekçi bir tavır takınmış. Kendisi de anlatıcı kişiye kendi hayatından izlenimlerle tüyolar verip yer yer müdahale etmiş.
Günlerin akışını da veriyor yazar. Bu da ilginç. Olaysız birkaç günün geçişlerini özellikle veriyor. Zamanın akışını hissettirmek istiyor. Bu akışa insanın yalnızlığını eşlik ettiriyor. Bu zaman akışı özelliği Tatar Çölü’nde daha barizdir. Bekleyiş olgusunda da bu durum söz konusu. Buradan hareketle Barnabo’nun diğer romanların öncüsü, hatta hazırlık süreci olduğu söylenebilir.
Yazar, okuyucuyu sıkmaktan da çekinmiş. Sade bir anlatım ve günlük dille okurunu yakalamaya çalışmış. Böyle bir yaklaşımın sebebi olarak ilk romanı olduğu için beğenilmemekten korkmuş olabileceği gösterilebilir.
Bu romanda belirgin olan bir diğer unsur resimdir. Yazar ressam gözüyle doğayı tasvir ediyor. Bu gözlem asıl amacın önüne geçmiş de diyebiliriz. Sanki yazar, o dağları, kayaları, kulübeleri, bekçileri anlatmak için kahramanları kullanmış gibidir.
Buzzati’nin vermek istediği mesaj -eğer varsa- kendini gerçekleştirme durumudur. Ömürleri dağ başlarında geçen insanların mucize beklemek yerine kendi kendini gerçekleştirmesi tavsiyesi vardır. Belki buradaki zaman ve bekleyişi de tekâmül/gelişim süreci olarak veriyor.
Dino Buzzati’nin Belluno şehrindeki villası bugün hala ayaktadır. Buraya turlar düzenlenmektedir. Gerçekten İtalyanlar böylesine büyük bir değerini iyi tanıtıyor ve hatıralarını iyi yaşatıyorlar. Bu Avrupa’da yaygın bir durum. Mesela Fransa’da Montaigne’nin şatosu da hala ziyaret edilen önemli rotalar arasındadır.
Yazarın Belluno’daki villası.
B&B Villa Buzzati adında bir işletme yazarın evini otel olarak işletiyor. Sitede şu not yer alıyor: “Büyükannemin erkek kardeşi, yazar, gazeteci ve ressam Dino Buzzati burada doğdu, hepimiz gibi Milano’da yaşıyordu, ama genellikle Eylül ayını bu evde geçiriyor, annem ve arkadaşlarıyla birlikte yakındaki dağlarda yazıyor, yürüyor ve tırmanıyordu.Belki de bu büyük evi çok yalnız bırakmamak için, yılın her mevsiminde gelip orada yaşamaya, pencerelerini bahçeye ve dağlara açmaya karar verdim. Buna ek olarak, misafirperverlik sunabileceğimi, bu yerin büyüsünü ve tarihini kavrayabilecek herkes için küçük bir Oda ve Kahvaltı açabileceğimi, çocukluğumdan beri beni her zaman büyüleyen atmosferin tadını çıkarabileceğimi, tutku, saygı ve korku arasında, kalp ve ruh arasında olan bir şeye, şimdi bile anlamakta zorlandığım ve bu nedenle beni ele geçiren bir şeye sahip olabileceğimi düşündüm.
B&B Villa Buzzati’nin yöneticisi Valentina Morassutti.”