MERAKLI İNSANLAR BİYOGRAFİSİ
Merak, ilginin ileri karakoludur.
Bir adın, kullanıldığı dilin kurallarına göre (vurgu vs) söylenmesi onu adlar adı yapmaz. Ona bir ruh katılmadıkça o bir ad değil, mezardaki ölüdür. Yalnız kimi sözcükler vardır ki dudaktan kalbe dökülürken birden çok hecenin çağrışım alanı öylesine genişleyip zenginleşir, zaptedebilirsen zaptet kalbini. Hele sevdiklerimizin adlarında. Sanki dilimize bahar gelir, dilimiz çiçeklenir. Ve merak duygusu çoktan atına biner, tırısa kalkar. Şöyle ki: Hangi şiirde, hangi romanda o adları taşıyanlara nasıl seslenilmiş, o ad hangi şekillere girmiştir? Ah Fahriye Abla! Senden sonra kimi sevdim dersin? Mona Rosa’yı! Sonra bir damla suyum Firuze’m. Sanki Faruk Cimok tablolarında kendisine seslenilmiş duygusuna kapılırım. İyi hoş da bunlar beni fena kıskandırmıştır. Merakım kamçılandıkça kamçılanır, yıkımımı hazırlar.
Her şeyi eğittim, bir tek merakımı eğitemedim. Dilim, gözüm, kulağım uslu bir köpekten farksız. Meninski gibi, “merak”ı “karnın ve kulağın yumuşak kısmı”dır gibi basit bir tanıma indirgeyemem. Gerçi 17. yy.daki bu tanımı hoş karşılarım. Sözcüğü A. Hamit Tarhan’ın ve Fuat Köprülü’nün çok yakın akrabası, sözlük hazırlayıcısı A. Vefik Paşa’ya gönderdim, paşa sözcüğün karşısına, “kara sevda, melankoli, cinnet, arzu, heves, iptila, kaygı” sözcüklerini düşmüş. Şimdi beni aldı bir merak…
Paşa kimdir? II. Abdülhamid’in sevdiği sadrazamdır. Padişah, bir gün kendisini saraya davet eder, bugün konuğumsunuz, der. Haydaa, paşa dünya yıkılsa, altın kaplı karyola da olsa, yün döşekler üstüne ipek yorganlar da serilse gözlerini pörtletir uyuyamaz. Neyse ki saraydaki görevliler yatağını yorganını saraya taşırlar da paşa derin bir uyku çeker. Bunlar, -yazsam da- benim merak sınırlarıma dahil değildir. Ama Niyazi Berkes’in paşa hakkında söyledikleri düşüncelerimi bulandırdı: “Müslüman olan bir Rum’un torunu.” Gereksiz bir ayrıntı. Ben paşayı kitaplarıyla birlikte kucaklarım. F. A. Tansel de Vefik Paşa’nın yaşamını anlattığı makalesinde benzer şeyler söyler. Çok samimi arkadaşı İngiliz Layard da, “Damarlarında Greek kanı bulunan Ahmed Vefik’ten farklı olarak halis Türk soyundan idi.” der. Olabilir. Osmanlı tarihini biliyorum. Saraya sadrazam olarak atanması kolay mı? Ha, ikinci sadrazamlık görevinde tutunamamış, kendisine üç gün sonra kapı gösterilmiş. Ben her şeyi unutsam da Süheyl Ünver’in açıklamalarını değerli bulurum: “…devlet adamı, iki defa sadrazam olmuş. Vali, en çok nam bıraktığı yer Bursa. 16 lisan bilen bilim adamı, Lehçe-i Osmanî namında meşhur lugatı ve diğer yayınları meydanda.”
Sonuçta onlarca tanımla karşılanan “merak”ın insan için olduğunu kabulleniriz. Sadece dozunda değişiklik vardır. Taşı gediğine Oscar Wilde koysun, merakımız giderilsin: “Erkekler yorgun düştükleri için evlenir, kadınlarsa merak ettikleri için. İkisi de hayal kırıklığına uğrar.”
Ey benim hayal kırıklığım! Ey benim kırık hayalim! Bari beni Mahışeker’im teselli etsin, bir yol gidip hal hatır edip geleyim.
Efsanelere, mitolojilere, hatta efsane tadındaki öykülere (Sait Faik, Poe, Sçedrin…) düşkünlüğümü henüz çözmüş değilim. Necatigil’in de düşkünlüğünü bildiğimden ortak yanımız olup olmadığını araştırdım: İçe kapanıklık. Hepsi geride kaldı. Bir ayağımı Hindistan’a uzatıyorum, diğerini bizim Eskimolara ve Kızılderililere kadar açıp topuk selamı veriyorum.
Efsaneler efsanesi Tuti-name’yi merakla okuduğum yıllar… Said ve güzel eşi Mahışeker hep bir yerlerden çıkıp gelirler. Hikâyelerin özünde pazardan alınan bir tuti’nin (konuşkan papağan) Said’e ticarette yol göstermesi, Mahışeker’in tutinin hoş hikâyeleriyle kötülüklerden uzak durması benim için ikinci planda. Mehmet Çavuşoğlu hocamın Nefi’nin o berceste beytinde (Tûtî-i mu’cize-gûyem ne desem lâf değil/ Çarh ile söyleşemem âyînesi sâf değil) bizi Vatikan Katedrali’nde gezdirir gibi koskoca iki saatin nasıl geçtiğini hissettirmemesi. Neler kaldı aklımda “tuti” üstüne söylediklerinden? Kargayla neden kıyaslamıştı? Anadolu’nun her bir köşesinde Dudu adlı kadınların birer tuti olup olmadıklarını merak etmesi. Kendisi de tuti dilliydi. Kargayla aynı kafese kapatılmasına içerlemezdi ama karganın feryat etmesine dayanamazdı. Hele kargaların yavrularını -bir kenara çekilip- seyre dalması, kan kırmızısı yavruların sineklerle beslenip tüylenene kadar arayıp sormaması… Günü geldi Esendal’ın Karga Yavrusu’na eşlik ettim, Poe’nun, “Söyle, nasıl çağırırlar seni Ölümün kıyısından?/ Dedi Kuzgun: Hiçbir zaman.” dizelerindeki Kuzgun’unu merak ettim. Kalbim başka kalplere, çayır kuşlarına kanatlandı. Şimdi beni okurlar merak etsin’