FATMA ESRA HORASAN/VASİYET

VASİYET

“Ben kocamı seviyorum ama o rakıya aşık” yazısının bulunduğu rakı bardağını eline alırken “Allahım! Sen nasıl bir kadının eline düşürdün beni?” diyerek gülümsedi. Ortalık yerde söylemezdi ama hem karısını hem de bu bardağı çok seviyordu. Rakısını yavaşça doldurdu, sonra her zaman yaptığı gibi iki adet buz attı içine. Tabaktaki mandalinayı soydu, dilimlerine ayırdı, huyu kurusun beyaz ipliğimsi kısımlarını almadan yiyemiyordu, onları da iyice temizledi. Toprakla, çiçekle, bahçeyle pandemiye kadar hiç işi olmamıştı ama sonrasında şehre yakın bir yerden küçük bir toprak almış, kendi deyimiyle de kafalarını sokacak bir kulübe yapmıştı. Bahçede kurmuş olduğu masaya şöyle bir baktı. “Ulan Japonların çay seremonisi gibi benim bu rakı içme muhabbetim ha” diyerek karşıdaki duvarda asılı fotoğrafa kadeh kaldırdı. “Şerefine, sağlığına diyeceğim ama…”

Babası tanıştırmıştı rakıyla onu. On sekiz yaşında genç bir delikanlıydı. Masaya oturtmuş, ilk kadehi doldurmuş, “Dene bakalım” demişti. Şaşırmıştı, bu lezzet, sonradan anason olduğunu öğrendiği bu aroma hoşuna gitmişti. “Ağzıyla içmek”, “Rakı masasında meze olmamak” gibi adap ve usulleri de rakı masalarına otura kalka öğrenmişti. Olaya sadece alkol diye bakmamış, rakı ile ilgili yazılan şiirler, öyküler hayatına girivermişti. En çok da “Rakı! Bu meret öyle bir merettir ki… Ama, bir tek salakla içilmez” sözüne bayılırdı. O zaman farkına varmıştı, çok büyük bir kültürün parçası olduğunun. Evlerinde içki içilmeyen arkadaşlarına sürekli “Oğlum, biz çok kültürlü ve zeki bir aileyiz.” deyip dalga geçerken yüz ifadelerindeki o salak bakışı hatırlayıp gülümsedi.

Rakı sadece kültür müydü, değildi elbette, onun için daha çok bir vasiyetti aslında. Babasının hastane odasında yatarken onu çağırıp “Mustafa, annene çaktırmadan bir karton bardağa rakı, su karıştırsan, ayran gibi görünse, zaten öleceğim, hadi evladım.” sözünü üzülerek nasıl yerine getirdiğini hatırladı. Ama şimdi “İyi ki” diyordu. Babası öleceği güne kadar, püre bile olsa yemek yiyemezken pipetle ne keyifle içmişti o rakıyı. Gözlerini kapatmadan önce, “Ölürken bile keyif alarak öl oğlum, herkesin yaptığının tersine. Unutma rakı gibi dilsiz ama seni dinleyen, yüreğine dokunan, ne olursa olsun yanında duran kimse olmaz. En iyi dostun rakın olsun” demişti. “Ah baba ah!” diye düşünürken telefonu çaldı.

“Merak ettim, iyi misin? Yanına geleyim mi?”

“Bir rahat bıraksana beni. Abartma oğlum ya… Kapat, kapat hadi…”

“Bak ihtiyacın olursa…”

Hem babasının vasiyetini tutmuş, en iyi dostu rakısı olmuştu hem de kendi hayat görüşüne göre insan biriktirmeye çalışmıştı. Bunda da başarılı olmuştu. “Ama bu kadarı da fazla, bir rahat vermiyorlar” dedi içinden, aslında merak ediliyor olmak da hani hoşuna gitmiyor değildi.

Odadan gelen müziğin sesiyle keyiflenerek bardağın dibindeki rakıyı yudumladı. Kalemi alıp masada duran defterde bir sürü hesap yapıp, “Hadi bakalım, bir yüzlük daha düşürelim.” dedi.

Bardağını tekrar rakı ile doldurdu, suyu ekledi, buzu attı. Sessizce buzun o rakılı suda nasıl eridiğini seyretmeye koyuldu. Buz önce hiçbir şey olmamış gibi suyun yüzeyinde kalırken yavaş sonra da hızlıca eriyerek suya karışmıştı. “İnsanlar da böyle işte. Aslında en sağlam gözükenler, kırılsa da dökülse de ama yine de karşı koyarak yok olmaya, bir anda tükenenler değil midir? Buz eriyip suyun bir parçası olurken insanlar neden karşı koyarlar ki yok olmaya. Ellerinden bir şey gelmese bile.” diye kendi kendine sordu. “Bir de rakıyı bırak diyorlar, bak hele hele! Felsefe bile yapıyorum” diyerek defteri tekrar eline aldı. “Bir yüzlük daha gitti ama yetmez” derken gelen yeni bir telefon tadını kaçırdı. Karşıdakinin sorduğu soru onu çıldırttı.

“Yanımda değil diyorum sana. Anlamıyor musun? Neden öyle bir şey yapayım, o kadar zayıf mıyım sence? Kapat lütfen!” derken masanın üzerinde duran silaha baktı. Sanki yeni biriyle tanışıyormuş gibi nazik bir tavırla dokundu. Soğuktu. Kabzasını tutmaya devam ettikçe ısındığını hissetti. Soğuk rakısı, sıcak kabzalı silahı ve O… Bahçede.

Artık şişenin sonuna geliyordu. Radyodan gelen müziğe kendini iyice kaptırdı. Yüksek sesle şarkıya katıldı.

“Konuşursam gözyaşlarım beni boğacak

Biliyorum

Duyuyorum

Konuşamıyorum.”

Bahçenin ortasında kollarını açmış bir şekilde, yıldızların altında, çıplak ayakla toprağı sonuna kadar hissedecek şekilde dönmeye başladı. “İnsan evladının tahtını yapabilir ama bahtını yapamazmış” derler ya ben de babamın yazgısını yaşamaya koşulluyum anlaşılan. Babasının neden hastalandığını hiç unutmamıştı. İstemeden, her şey daha iyi olsun diye gözünü karartarak aldığı bir risk, attığı bir adım sonunda onu yataklara sürükleyip, hayata küstürecek bir sonuç doğurmuştu. Şimdi aynı durumla kendisi baş başa kalmıştı. Öyle ya ticaretin bin bir türlü hali vardı…

Son yudumu da içti. Deftere bir kez daha baktı, keyfi yerine gelmişti. “Nihayet artıdayım” diye derin bir nefes çekerek defteri kapattı.

Ertesi sabah köye gelenler masada boş bir şişe, rakı bardağı, silah, defterdeki not ile karşılaştılar.

“Beni merak edip gelen olduysa, şimdi okuyacaklarınız sizi şaşırtmasın. Defteri karıştırınca bir sürü hesap kitap göreceksiniz. Dün gece rakıya başladığımda ‘yedi yüz bin lira’ borcum vardı. Bunu biliyorsunuz zaten. Her kadehle yüzer yüzer azaldı borcum. Son kadehle birlikte hayattan alacaklı bile oldum. Keyfim tam yerine gelmiş babamın dediği gibi bir ölüm hayâl ederken sızıp kalmışım. Uyandığımda bütün gece yaşadıklarımı parça parça anımsadım. Yine borcumun olduğu gibi beni beklediğini hatırladım, keyfim kaçtı ama asıl beni durduran babamın vasiyetini yanlış anlamam idi. Adamcağız bana, “Ölürken bile keyif alarak öl” demişti, “Kendini öldürmeden önce keyiflen” dememişti. O yüzden işe gidiyorum, dört elle bu sorunun üstesinden gelmeye…

“Akşama görüşürüz…”