BİLDİĞİMİZ DÜNYANIN SONU
Erlend Loe’nin romanı üzerine…
İnsan şehirde mi daha mutlu bir yaşam sürer yoksa doğada mı? Bu soru birçoğumuzun aklını kurcalar hâle geldi. Covid salgınından sonra şehirden kırsala ve sahil kasabalarına akın eden insanlar yaşam biçimlerini sorgular oldular. Böyle bir zamanda okuduğum “Bildiğimiz Dünyanın Sonu” ister istemez yaşam biçimlerimizi yeniden gözden geçirmemiz gerektiğini gösterdi.
Erlend Loe, 1969 yılında Norveç’te doğdu. Yazarlığa başlamadan önce bir psikiyatri kliniğinde, daha sonraları ise bir gazetede muhabir olarak çalıştı. 1993’te ilk romanı yayımlandı, bu kitaptan bir sene sonra ise “Kurt” isimli bir forklift şoförü hakkında “Fisken” isimli bir çocuk kitabı yazdı. Loe, çoğunlukla nahif olarak nitelendirilen ve farklı tarzı olan bir yazar. Eserlerinde sık sık ironi, abartı ve mizah kullanıyor. Yazar, 1998 yılından beri senaryo yazarları için kurulmuş bir topluluk olan “Screenwriters Oslo”nun da üyesi ve Loe, Oslo’da yazarlık hayatına devam etmektedir.
Yaşadığımız çağın gereği olarak sistem, ‘iyi’ bir eğitim, yüksek getirisi olan ‘iyi’ bir iş, güzel ve ‘iyi’ bir mahallede ev, ‘iyi’ yani uygun bir eş, sağlıklı çocuklar, hafta sonu sportif faaliyetler, tatillerde geziler vs. gibi olanaklara sahip olunduğunda mutlu olunacağını öğretiyor. Ancak tüm bunlara sahip olmanın insanı mutlu etmeye yetmediğini görüyoruz, hatta bazen de bunlar olmadan da çok mutlu, huzurlu, doyumlu bir yaşantının olabileceği başka hayatlar olduğuna da şahit oluyoruz. Artık insanın kendini gerçek isteklerini görmesi, kendi iç sesini duyması, kendi içsel yaşamını inşa etmesi gerektiği gerçeğiyle karşı karşıyayız. Gerçek şu ki bildiğimiz şeylerin sonundayız. Artık hayatla ilgili yeni şeyler bilmemiz gerekiyor, bu durumu tüm yalınlığıyla Loe, Andreas Doppler kimliğinde “Bildiğimiz Dünyanın Sonu” adlı eserinde gözler önüne seriyor.
İlk kitap Doppler’de, ‘iyi’ para kazanan, karısına sadık, çocuklarıyla ilgili, sevilen, sıradan bir ailenin babası olan Andreas Doppler’in bir bisiklet kazası geçirdikten sonra çok ‘iyi’ hayatından vazgeçmesini anlatır. Kazadan sonra düştüğü otların arasında yatarken yaşamakta olduğu hayat biçiminin anlamsızlığını fark edip evini ailesini bırakıp ormanda yaşamaya başlar.
Doppler serisinin üçüncü kitabı “Bildiğimiz Dünyanın Sonu” ise aradan üç yıl geçtikten sonra Doppler’in ailesini ve eski yaşamını özlediğini düşünerek şehre dönüşüyle başlıyor. Evine dönen Doppler, ailesine yeni bir baba geldiğini ve hayatın onsuz da akmakta olduğunu görüyor. Ailesini yeniden kazanmak için elinden geleni yapıyor ve tekrar geri kazanıyor ancak eski sisteme döndüğünde hayat anlayışının değiştiğini ve eskisi gibi yaşamasının imkânsız olduğunu fark ediyor. Peki neden? Romanın gelmek istediği veya göstermek istediği şey, Loe’nin işaret ettiği nedir?
Yazarın eleştirdiği ve göstermek istediği, günümüzde insanları, televizyon dizileriyle haberlerde verilen bilgilerle gazete ve dergilerdeki fotoğraflarla ve reklamlarla ‘iyi’ yaşam adı altında belli şeylere imrendirmek ve kapitalist yaşamın içinde tutmak. Bu hayatlar insan doğasına aslında pek de uygun değil, dolayısıyla toplumsal dayatmalar birey üzerinde ruhsal tükenmişlik yaratmakta. Andreas Doppler, babasının ölümü ve ardından yaşadığı bisiklet kazasıyla hem fiziksel hem ruhsal sarsıntı geçiriyor ve bunun sonucunda da kendi gerçeğine uyanıyor. Toplum içinde ve yaşamda, kendini tuhaf hissetmeye başlıyor, önce kendini ailesine ait hissetmiyor, ardından çalışma hayatının anlamsızlığını fark ediyor ve ardından kendi varoluşunu sorguluyor. Her şeyden uzaklaşma isteği ve doğada olmak bir tutku hâline geliyor. Tüm bu olanlar anlaşılabilir ve bir noktaya kadar kabul edilebilir görünüyor. Doppler, ormana kaçışıyla sorumluluklarını bırakıyor ve bencilce bir karar alıyor. Bildiğimiz toplumun ‘normal’ karşıladığı her şeyle uyumsuz bir bilinç yapısına gelip ruhsal olarak tek çıkışı Oslo ormanlarındaki ilkel yaşamda buluyor.
Psikiyatrist Viktor Frankl, insanın varoluşsal boşluğa düşmemesi için özgürce seçilen bir amaç için yaşaması gerektiğini söyler ve insanının duygusal boşluğuna işaret eder. Erlend Loe, ise romanında Doppler’in bu boşluğu hissedip sisteme karşı koyuşunu mizahi bir şekilde ele alıyor ve neredeyse bir parodi havasındaki olaylarla ifade ediyor.
Roman, üç bölümden oluşuyor, “Çamın Tepesinde Geçen Aylar” “Mavi Evdeki Zaman” ve “Mavi Evin Dışında Geçen Zaman.” “Doppler, sabahın erken saatlerinde ormanın derinliklerinden çıkageldi; (…)” diye başlıyor ve “Bedeninde ve ruhunda alışkın olmadığı türden bir gerginlik hissetti (…) İyimserliğe benzer bir şeyler hisseder gibi oldu. Hani neredeyse mutluluğu andırıyordu bu. Çocuklarını görmeye can atıyordu. Büyümüş ve bir sürü şey öğrenmişlerdi muhakkak. Onu özlediklerini düşünüyor ama buna inanmaya pek de cesaret edemiyordu. Onu delicesine özlemiş olmalarını ve baba hasretinin başlarına türlü işler açmış olmasını umuyordu.” diye devam ediyor. Daha sonra eski günlerden dem vuruyor: “Ama ne adamdı be o zamanlar. Her şeyi hallederdi. Güvenli, canlı, esnek ve şen şakrak denebilecek kadar keyifliydi. Hiç hastalanmazdı, hep çalışırdı ve bir bakıma meslektaşlarının ona imrendiğine inanırdı. Yemeğe çıkıldığında hazırlıksız doğru lafları edebilen adamdı o (…) Geçmişteki harika hayatı, o kadar dolu dolu ve eksiksiz yaşamıştı ki hızın gözünü kör ettiğini farkına varmamıştı Doppler.”
Yazar bize Doppler’in bir zamanlar yaşadığı ‘normal’ hayatla ilgili özeti veriyor: “(…) Hız ve kendi kendinden memnun olma hâli, yavaş ama emin bir şekilde bazı bir şeyleri bulanıklaştırmıştı; sonunda ne insanları ne de olayların dış hatları ya da temiz çizgileri kalmıştı geriye, her şey lekeli biçimlere dönüşmüştü. Hâlâ yapması gerekenleri yapıyordu. İşindeki görevleri, ortaklaşa işler, ahbaplar, antrenmanlar, tatiller, armağanlar, nezaket ve özen. Her zaman bir adım ilerdeydi. Ta ki birdenbire artık öyle olmayana kadar. ”Doppler, ormandan şehre döndükten sonra kendi evindeki yerini tekrar kazanmak istiyor. Evinin hemen yanındaki çamın tepesine yerleşiyor ve onları gözlemeye başlıyor. Kahramanımız, ailesini uzaktan izlerken bizler de okur olarak bildiğimiz aile yaşantısına uzaktan bakıp birçok şeyle yüzleşiyoruz.
Loe’nin ifade tarzı farklı, yer yer güldürüyor yer yer düşündürüyor ama çoğunlukla bizi hayrete düşürüyor. Doppler, çalışmadan ihtiyaçları için hiç utanmadan kolaylıkla hırsızlık yapıyor. Loe, günümüz yaşamıyla alay ediyor. Doppler’in terk ettiği ailesinin evine gizlice girişini, orada yıkanmasını, onların yiyeceklerini almasını hatta karısının erkek arkadaşı Egıl’e ait eşyaları büyük bir rahatlıkla kullanmasını çok doğalmış gibi anlatıyor.
Egıl Hegel’i, evden kaçırma biçimi de son derece absürt ve gülünç. Doppler, mastürbasyon yapıp evin çeşitli yerlerine boşalarak karısı ile sevgilisinin arasını bozuyor ve Egıl’i yalancı duruma düşürüyor, böylece karısı da Egıl’den soğuyor. Pornografiye varacak sahneler ve ögeler kullanarak okuru şaşırtıyor ve akıllardan çıkmayacak imgelerle günümüz yaşantısını eleştiriyor.
Loe’nin kalp kırmak veya insanları üzmemek gibi bir derdi yok. Doppler, kızını değişik erkeklerle eve gelirken görünce kızını uyarmak yerine “sen bir elmasın” diyor ve kızı da kızıyor. Çekincesiz bir havayla; “Sen bir elmasın demek istiyorum ve insan bir elmadan bir sürü ısırık aldığında geriye sadece koçanı kalır. Böyle işte!” kendini açıkça ifade ediyor.
Romandaki en dikkat çeken şey de parasız yaşamın olabileceğini tekrar tekrar bizlere göstermesi. Tüm bu kabullenilmesi güç ve sıra dışı sürreal yaşamı yorumsuz âdeta çok sıradan bir şey gibi anlatmış olması.
Romanın en önemli temalarından biri tüketim. Çok az şeyle yaşayabileceğimizi, takasın bir çözüm olabileceğini gösteriyor. Tüketimin bu kadar körüklenmesinden rahatsız oluyor. Yazarın vurgulamak istediği diğer bir davranış biçimi de insanların birbirlerinden etkilenip birbirlerinde gördükleri şeyleri arzulamaları ve onlara sahip olmak için öz yaşamlarından fedakârlık etmek zorunda kalmaları. Basit hayatlarımızı zorlaştırdığımızı, hep fazlasını istememiz nedeniyle tatminsiz bir hâle geldiğimizi, doyumsuzluğumuzun aslında bizi köleleştirdiğini fark etmemizi istiyor.
Eserde, yazarın kullandığı argo dil ve pornografik unsurlar yer yer rahatsız edici boyutlara ulaşıyor. Doppler, bir gece yarısı, hiç utanmadan hatta çok doğalmış gibi komşusu Sara’nın zilini çalıyor ve birlikte olmayı teklif ediyor, Rent cevabı alınca da: “Sara’nın cinsel organına, bir başkasının cinsel organının şipşak girmesi ile pek ilgilenmemesine yordu. Ya da sadece içeri girip otuz bir çekebilirim, diye önerdi Doppler.” Bu tip konuşmalar sıklıkla tekrarlanınca itici oluyor. Açık sözlü olması, lafını sakınmadan söylemesi ifade etmek istediklerini açıkça söylemesi açısından yararlı. Eleştirmek istedikleri açısından olumlu ancak belden aşağı vuran diyaloglar aykırı ve bir süre sonra okuru yoruyor.
Erlend Loe, alışık olmadığımız bir yazar. Seçtiği konu ve işleyiş biçimiyle değişik. Tanıdık ve bilindik biçemleri aşarak, mantıksız gözüken, saçma ve anlamsız, ipe sapa gelmez ayrıntıları kullanarak müstehcenliği pornografik boyutlara taşıyarak sisteme karşı gelen ve eleştiren çok özgün bir yapıt ortaya çıkarmış. Bir aile babasının sisteme karşı gelerek kurumsal yaşamdan ve aile birliğinden ayrılışı, sokağa düşüşü, dilencilik yapması ardından porno yıldızı oluşu, sonunda da vahşi hayata tekrar geri dönüşü. Akıcı dili, romanı kısa bölümler hâlinde günlük gibi ele alarak yazmış olması, canlı tasvirleri, içten, çekincesiz, her şeyi apaçık anlatılmasıyla bir çırpıda okunan üzerinde çok düşünülmesi gereken derinlikli bir roman.