HAYAL DE OLSA ŞÖYLE BİR İSTANBUL RESMİGEÇİDİ
Susamak, renklere doğaya canlılara börtü böceğe, en önemlisi şehre susamak, İstanbul’un çoraklığı, susuzluğu çöle dönmüş yüksek binaları arasında adeta bir vahayı andıran Türkiye İş Bankası resim müzesindeki renk senfonisi içinde gidebildiğimiz kadar gittik. Farkettim ki uzun yıllar doğadan kopmuş, kara kahve suratlı kalplerimizin ve ruhlarımızın soluk borularını islendirmiş bu şehirde, göğün mavisini, yaprağın ve ovanın yeşilini, sonbaharın kahvesini, beyazın binbir rengini, siyahın tonaj bolluğunu, kırmızının ton sür tonunu, ayvanın sarısını, semtlerin nadide sebze ve meyvesini, balığın şıkırtısını, camilerin minaresini ve şehrin o uhrevi mimarisinin ilahisini, ekmeğinin daha da doğrusu simidinin kokusunu …… özlemişim.
Suni de olsa rutinden ayrılmanın, taze sanat oksijeni solumanın hazzını yaşıyoruz ki herkese, nefes alan her varlığa tavsiye ediyoruz. Pazar yerlerinin renk harmonisiyle, içinden çıktığım kasabanın perşembelerindeki gürültülü kakafonik renk cümbüşünü anımsatan, zırıltılı uğultulu ses melodisi tuvalden salona yayılıyor. Susamışım ya, boğazım kurumuş, dudaklarımda yer yer çatlaklar, tuvaldeki balığın pullarındaki tuzu yaradan çatallaşmış dilimle yalamışım, bilmeden tamamen dalgınlıkla, dilime karışan yanma beynimde kıvılcımlar, şimşekler çakıyor. Beynimdeki tembel elektronlar, nereden çıktı bu devinim, ne kadar da güzel yaz rehavetinde düşünmeye gereksiz bir yaşamın keyfini sürdürürken bize yapılacak eziyet midir bu diyorlar.
Sarımsağı, taze soğanı, kırmızı soğanı, dereotu, maydanozu tuvale yerleştiren ellere selam olsun. Renklendik yeşillendik. Denizin lezzetli hediyesi, keyifli sofraların simgesi balıklar, renk renk ışıl ışıl balıklar nerede şimdi? İstanbul boğazı ile yan yana anılan orkinoslar, kıraçalar, sinaritler, istavritler, somonlar, barbunyalar, uskumrular, kolyozlar, palamutlar, yunuslar… Bir lezzet defilesi sunuyorlar bize, süzgeçlerini sağa sola kırıtarak. Bir şıkırtı, bir şıpırtı, leğende kendince umarsız direnişleri ve teslimiyet, bir lezzet vakası, kızartması tavası hiç olmadı tuzlaması, lakerdası, nasıl da özlem kokutur tüm semti. Balığın her hali, her rengi, yanında kesilmiş yarım sarı limon, bir bardak buz gibi buğusu kaybolmamış rakı bardağı, kıyılmış roka salatasıyla oluşmuş natürmort boğaza, boğazın iyot kokan balıkçı meyhanelerine davet ediyor beni.
Bakıyorum aslında ben İstanbul’un semtlerini de özlemişim. Vaniköy’ü, Çamlıca’sı, Anadolu Hisarı, İstinye’si, Yeniköy’ü, Vefa’sı, Kuzguncuğu, Balat’ı, Kandilli’si. Bebeği, Arnavtköy’ü, Sarıyer’i, Kavaklar’ı Polonez’i, Beyoğlu’su, Taksim’i, Üsküdar’ı, Çengel’i….canlı canlı, doğada var olan ya da olmayan binbir renkle duvardaki tuvallerde resmigeçide geçmişler. Bir iki saatte neredeyse tüm İstanbul’u, leziz meyveleri, tarifsiz görsel şölene boğulmuş yemek tabakları ile doyumsuz gezmiş gibiyim.
Anılar mezarlığında renkli düğün sabahlarına uyanmış gibi müzede oda oda geziyorum. Semtler ve sebzeler uyandırıyor dimağımı, paylaşmazsam olmaz. Başlayalım bakalım, ağzı sulananlardan özür dilerim; Çengelköy’ün (bademi) salatalığı ve ayvası ile kayısısı, Langa’nın Hıyarı, Kanlıca’nın yoğurdu, Bayrampaşa’nın enginarı, Topkapı çayırlarının marulu, Gümüşsuyu’nun baklası, Yedikule’nin yağlı, göbekli marulu, Kartal’ın pırasası, Arnavutköy’ün çileği, Kavak’ın inciri, Sultan Selim’in dev beyaz inciri, Dereseki’in (Beykoz) fasulyesi ve cevizi, Vaniköy’ün vişnesi, Akhafız’ın can eriği, neredeyse tek tek yer bulmuş ressamların tuvalinde. Bunların yanı sıra tek tek ya da birleşik vücut bulmuş damak çatlatan, kavunlar, karpuzlar, ayvalar, kirazlar, vişneler, üzümler, narlar tam bir Pazar yeri gezisini andırıyordu.
Dudağımdaki çatlaklardan sızan kan, sessizce çaktırmadan dokunduğum tuvali, daha doğrusu tuvaldeki balıkların pullarını koyulu açıklı kırmızı renklere boğuyor. Düdükler ötüyor, sağımda solumda güvenlik görevlileri kızgın suratlarıyla iki kolumdan tutup hızla odadan dışarı atıyorlar beni.