DURMUŞ ALİ ÖZKALE/PAUL GAUGUIN

PAUL GAUGUIN

Resim sanatında çok önemli bir çığır olarak kabul edilen empresyonizm; etkilenme, duygulanma ve izlenim edinme anlamlarına gelmektedir. Empresyonist ressamlar; genelde doğayı, olayları ve objeleri oturup bakarak ve/veya görerek resmetmezler. Onlar gezip dolaşarak yaşayıp izleyerek elde ettikleri izlenimleri kendi ruhundaki başka birtakım verilerle birleştirip sanat yapıtına dönüştürürler. Resmettikleri şey, kendi ruh potasında önceden var olanla gezip görerek ve izleyerek edindiği şeylerden oluşmaktadır. Bu durumda ressamın duygulanma gücü ve belleği ön plana çıkmaktadır doğal olarak. “Duygulanma-Etkilenme-Bellekte Tutma” söz konusu yani.

“Yeniçağdan beri resim; doğanın bir yansıması olmaya, doğayı olduğu gibi vermeye çalışan natüralist karakterli bir resimdi. 1830-40 doğumlu nesil olan empresyonistler ise aldıkları izlenimleri resmediyorlardı. Açık havaya, kırlara çıkan ressamlar her an değişik ışık ve gölgeleri, doğadan izlenimlerin tuallerine küçük fırça vuruşlarıyla renk halinde geçiriyorlardı. Bakanın gözünde bu tek tek renk parçaları birleşiyor, bir duyum uyandırıyordu. Resimde büyük bir devrim olan bu çalışma tarzında konular da değişiyor, artık her türlü doğa parçası bir konu olabiliyordu. Renkler, ressamların kendi duygularının, görüşlerinin sonucu yaptıkları doğa resimlerinde kendi iç dünyalarında yaşadıklarının ifadesi oluyordu. Saf renklerin önem kazanması ile resim gene satıhçılığa dönüyordu.

İzlenimciliğin (Empresyonizmin) en önde gelen temsilcileri; E. Manet, E. Degas, P. Renoir, C. Monet’dir. P. Cezanne ise izlenimciliğe daha sağlam daha nesnel şekiller vererek ekspresyonizme doğru adım atmış, daha geniş renk satıhlarına dönmüştür. P. Gauguin ve Van Gogh bu yolda ilerleyerek eserlerine ekspresyonizme yaklaşan sembolik anlamlar kazandırdılar.

YAŞAMI VE SANATI

Pek çok ünlü sanatçı gibi yaşadığı çağda, insanlar tarafından yeterince anlaşılamayan ünlü Fransız ressam Paul Gauguin‘in zamanımız insanı tarafından takdir edilmesi, sanatçıların paylaştığı bir ortak kader olsa gerek. İçinde yaşadığı çağa sığmayan Gauguin‘in ünü, sanatçı kişiliği, çağdan çağa uzanan bir köprüdür adeta.

Bu köprüden nice sanatçılar gelip geçmiştir günümüze değin. Sanat adına yansıttıkları çok renkli ışıklardan yüzlerce çağdaş ressamlar yararlanıp esin alarak yollarını bulmuşlardır.

Yaşamı boyunca yeryüzü cennetini bulmanın özlemi içinde kıvranıp durdu. Ruhundaki bu özlem yaşam atının sürücüsüydü sanki! Fakat asıl isteği; ruhunun derinliklerinde yatan, belki kendisinin de farkında olmadığı ölümsüzlük gizil gücüyle, onu dürtüleyen, tüm yaşamına yön veren gizemli özlemleri gerçekleştirmekti kuşkusuz.

İşte tüm sanatçılarda var olan ortak nokta da budur: Bir şeyler yapmak, takdir edilmek ve ölüme direnmek…

Çocukluğundan beri kurduğu düşleri bir yandan sanatına yansıtıyor bir yandan da düşlerini gerçekleştirmeye ve onları yaşamaya çalışıyordu. Yaşadığı dünya ile düşlediği dünya arasında gel-gitli bir yaşam sürüyordu birçok sanatçı gibi. Bir gün mutlu bir başka gün sıkıntılı bir ruhsal yapıya boyun eğiyor, bir an dünyanın tüm yükü sırtında başka bir anda bir kuş kadar özgürdü. Doğaldır ki bu psikolojik durumlar yaptığı resimlere renk, ton ve biçim olarak yansımaktaydı.

Aslında Gauguin‘i böyle olmaya iten en önemli nedenler toplumsal ve düşünsel nedenlerdi. Kendisinden önce yaşamış Giotto, Raphael ve Ingres‘in sanatından etkilenen ressam, o günün Fransa‘sının sıkıcı toplumsal yaşamından kurtulmak isteyip Fransız romantik dünyasından da etkilenerek böyle bir serüvene yönelmiştir.

Bu kaçışın içinde yenilikçi yazarlar Montaigne ve Rousseau‘nun da etkileri azımsanamaz. Bir yandan kurulu kalıplaşmış değer yargılarına karşı çıkmak diğer yandan da romantikler gibi düş peşinde koşmak… Şu üç sözcükle özetlenebilir durumu: Asi, romantik, serüvenci.

Avrupa toplumu, kalıplaşmış değer yargılarına karşı verdiği savaşta yenik düştükçe daha da asileşip saldırganlaşıyor ve umarı da ortam değiştirmek için uzak iklimlere gitmekte buluyordu. Doğa ile hiçbir sorunu yoktu, onunla barışıktı. Tahiti Adaları‘nın saf, katıksız, uyumlu insanını Avrupa insanına tercih etmekle mutlu olabileceğine inandırmıştı kendini. Ama farkında olmadan yaptığı bir şey daha vardı, o da yapacağı resimlere yeni konular ve malzemeler bulmaktı. Bu durum ona konu zenginliği yaratacaktı. Öyle de oldu. Güney Pasifik‘ten yapıp gönderdiği yeni tablolarda sanatına yansıyanlar, yeni şekil ve yeni renklerdi kuşkusuz. Bu açılım, onu diğer ressamlar arasında ayrıcalıklı kılıyor ve moral olarak da taze bir takviye niteliği taşıyordu.

Çocuk bakıcısı bir bayanla evlenmişti. Entelektüel bir kişilikle bir mürebbiyelik, yani dengesiz, uyumsuz ve yanlış bir evlilik yapmıştı. Bu yanlış evlilik uzun sürmeyecek ve ressamın ruhsal-toplumsal çelişkilerine yeni sıkıntılar ekleyecekti. Bu evlilikten beş çocukları olmuştu. Yaptığı bazı tablolarda kendi aile ortamından kesitlere de yer vermeye başlamıştı. Sanat da bu değil miydi zaten: Yaşamak, gözlemlemek, duyumsamak, imgelemek ve yansıtmak.

SANATI VE YAŞAMINDAN İZLER

“Paris’te Seine Irmağı” tablosunu biraz karamsar biraz da dingin bir psikolojide yaptığı kuvvetle olasıdır. Çünkü ufuktaki açık mavi ve yakın plandaki sarı renklerin dışında hep koyu renkler kullanılmış. Gökyüzünde dingin bir koyu mavi, ufukta ise hafif bir aydınlık hâkim. Biri ruhsal dinginlik diğeri, özlem ve umudu çağrıştırmaktadır. Resimdeki koca vinç, gücün ve hâkimiyetin simgesi, o da kendisi olarak düşünülebilir. Biçem ve renk olarak o anki dingin, karamsar fakat kurtuluş özlemi içinde olduğunu yansıtıyor büyük olasılıkla. Gauguin, bu tabloda canlı, parlak renklerin hâkim olduğu ‘izlenimcilik’ akımından oldukça uzaklaşmıştır. Yaşadığı ortamın, Paris‘in renk ve şekillerini yansıtmıştır.

Paris ve Kopenhag yaşamında ekonomik olarak tutunamayan Gauguin, kurtuluşu fazla maddi gelir gerektirmeyen ‘bohem’ yaşamında bulacağını umarak taşra yaşamını yeğliyordu. Bunu, zaten kendisine oldukça maddi ve manevi yük olmaya başlayan beş çocuğunu geride bırakarak yapıyordu. Gittiği yerde (Bretanya’nın Atlantik kıyılarındaki küçük kasaba Pont-Aven) küçük çaplı ressamların arasında oldukça büyük saygınlık görüyordu. Yani, itibar görmediği, acımasız, aşağılayıcı bir dünyadan (Paris ve çevresi) saf ve sade bir dünyaya, biraz zorunlu biraz da isteyerek göç etmek zorunda kalmıştı. Yoksulluğun suç sayılamayacağı bir ortamda mutlu olmaya başlamıştı.

“Dört Bretan Kız” tablosunda yalınlık, sadelik seziliyor. Kırsal yaşamı simgeleyen renk ve öğelere yer verilmiş. Tablodaki renkler öncekilere göre biraz daha canlı ve karamsar ruh halinden gittikçe uzaklaşmakta, dingin ve mutlu bir zaman kesitini gözler önüne sermektedir adeta. Çizgiler biraz daha belirgin, her ne kadar ağırbaşlılığı yansıtsa da karamsarlıktan henüz kurtulduğu söylenemez.

“Dans Eden Bretan Kızlar” tablosunda mavinin her tonu kullanılmış. Gri ve beyaza da yer verilmiş. Yine saflık ve sadelik hâkim. Kızların yüzünde mutlu bir gülümseme belirmekte. Umudun simgesi olan açık mavi, ressamın tinsel halini yansıtıyor. Şekiller; görsel nesneleri, renkler de umuda açılan yolu sergiliyor sanki.

Dışözlemci (ekzotik) ve serüvenci bir ressam olan Paul Gauguin Paris’te doğmuştu fakat küçük yaşta Güney Amerika‘ya, Peru‘ya kadar uzanan serüvenli bir yolculuğu olmuştu. Uzak ülkelere karşı aşırı ilgi duymasının nedeni, küçük yaşlarda ruhuna derin çizgilerle kazınan dışözlem duygusuydu kuşkusuz. Denizcilik hevesi de bundan kaynaklanmaktaydı. Tüm sanatçılarda, özellikle de şairlerde olduğu gibi hassas ruhlu insanlar, bulunduğu ortamdan, sosyal, ekonomik ve psikolojik sıkıntılardan bunalınca doğanın kucağında ya da uzak iklimlerde arar avuntuyu. Tüm 19.yy romantiklerinde olduğu gibi (Vigny, Lamartine, Hugo) ressam Gauguin de o yılların burjuva ortamında yenik düşünce dinginliği uzak iklimlerde aramıştır. Lamartine’in “İnziva” ve “Sonbahar” şiirlerinde parnasyen şair Baudelaire‘in “Uzakların Kokusu” ve “Yükseliş” şiirlerinde olduğu gibi benzer avuntu arama ve bulma yollarına başvurmuştur.

Her sanatçıda belli oranlarda bulunan romantizme ek olarak bir de isyancılık ve serüvencilik eklenmiştir onun kişiliğine. İzlenimci ressam Gauguin‘in yaşamına yön veren olgu ve etkenlerdi bunlar.

Fransız sömürgesi Karaipler‘deki Martinik Adası‘nda yaptığı ‘Gölde’ adlı tabloda bir yandan izlenimcilik akımına bağlı kalma çabası diğer yandan da yeni unsurlara yer veriyordu: Parlaklık, duyarlılık ve renk büyüsü… Bu tabloda ayrıca o yöreye ait bitkiler, ekzotik ağaçlar kara derili insan figürleri yer almaktadır. Sanatçı, neyi, nerede nasıl yaşamışsa onunla doldurur ruhsal potasını. Sanat yapıtında da onu yansıtır büyük oranda.

Fransız ressam Paul Gauguin‘in uzak iklimlere ve tropik ülkelere olan ilgisi, biraz önüne aşamayacağı yükseklikte bir çıta koyan Batı uygarlığından kaçış biraz da çocukluk günlerindeki mutluluğu aramasıdır. Fransa’daki kısa burjuva yaşamı, kısa bir dinginlik sürecinden başka bir şey değildi onun için. Fakat yaşam gemisi, Fransız şairi Rimbaud’nun ‘Sarhoş Gemi’sinde olduğu gibi fırtınalı bir denizde yol almaya devam edecekti.

Ressam Gauguin, sanatındaki en önemli aşamayı Fransa’ya döndükten sonra gerçekleştirdi. Resimde üç önemli öğe olan renk, teknik ve biçemden sonuncuya sıkı sıkı sarılmıştı. İzlenimciliğin kurallarından da kurtulan ressam, konularını kırsal yaşamın yalın, sade, belki de kaba objelerinde buluyordu bundan böyle. Uzak iklimlerdeki gizemli ve çekici dünyaları, dış kaynaklı manzaraları süsleyen objeleri daha ilginç ve özgün buluyordu. Böylece resimlerinde öyle bir büyülü dünya konu oluyordu. Buna dayanarak da özentisiz, sade ve özgün bir kişilik sergiliyordu.

Çağının en büyük ressamlarından biri olan Gauguin, en önemli ve tanınmış yapıtlarını ‘Çağrı ve Dışavurum’ dönemlerinde vermiştir. Dinsel konulardan tutun da günlük yaşamdaki basit yaşam çizgilerine kadar her şeyi resmeden Gauguin, tablolarına gezip gördüğü, yaşadığı, havasını soluduğu ülkelerin özgün şekillerini, endemik bitkilerini ve o yöreye ait insanları da aktarmayı ihmal etmedi. Hatta bu onun ana konularını oluşturdu. Gezdi, gördü, yaşadı ve ruhunda iz bırakıp kalanları resimledi. İşte  ‘İzlenimcilik’ (empresyonizm)de bu değil mi zaten?