HASAN TEOMAN/BU KALP SENİ UNUTUR MU

Bu Kalp Seni Unutur mu?

İşliğim boş, hava sıcak, bir Mahsuni’nin sesi içeride, bir köşe başındaki sebzecinin yanık bağırtısı dışarıda… Raflardaki kitapların seyrindeyim yarı uykulu. İşlevsiz eski bir tüfek gibi mermi ağzımda, adam arıyorum; öldürmek için değil üstadım, laflamak için!

“Ben varım ya!”

“Sen bensin, ulan!”

Kafamız mı çalkalanıyor sıcaktan? Doğruldum koltuktan. Gerçek sessizlik, en sıkıcı olanıdır. Gelmesi için yakaracağın kişi yoksa, vay haline be hoca! Derken, telefonumun ucunda deli şakrak bir ses…

“Efendim?”

“Uyuyor muydun be hocam? Uzun çaldı da…”

“Yok, be abi, öylesine aradım… Hal, hatır…”

“Yine mi durgun?

“Okumuyorlar hocam! Parasız versen belki…”

“Tamam, laflarız…”

“Eyvallah evlat…”

Severim keratayı. Konuşur, konuşur, ama boş konuşmaz. Soruları doldurur usuma, yanıtların arasında yuvarlanırım, debelenirim, en düzgününü yakalamak isterim. Külyutmaz, aldanmaz, cetvel gibi doğrusunu ister. O benimle değil, benim onunla sohbet edesim varmış gibi başı diktir. O baş, bugünlerde bir beladadır ki satırlar almaz. Yazacak kişi de pek bulunmaz!

Yaşamın altını üstünü çevirerek, insan dediğimiz mahlûkun en zayıf halkasına, içgüdüsüne kancayı takarak, sevgi ile üremenin neden birbirini tetiklediğine kafa yorarak ve birazdan geleceğini bildiğim böylesi yaralı beyinlerin pansumanını yaparak kaç üniversite bitirdiğimi sayamam. Seviyorum insanları. Nefretini ve sevgisini aynı anda üretip aynı anda tüketen tek canlı… Severken ısırmak, ısırırken sevmek arasında bir öncelik tercihi yapamıyor! Kavga sevgiye, sevgi kavgaya dönüşebiliyor; oysa bizlerin sevgiden ve nefretten daha önemli ne çok derdimiz var? Doğa, ilkel insana verdiği bu armağanı, çağdaşlaştıkça elimizden alıyor; içimizdeki özgün yaşama hırsı, dışımızdaki sonsuz sevgiye karşı yüreğimizi açamıyor!

Açık kapı, daldı içeriye!

“Hocam tünaydın. Bak geldim!”

“Hoş geldin evlat! Su var dolapta soğuk, iç…”

Suyunu içti, soluğunu tazeledi, kitaplara göz gezdirdi. “Hiç mi satmadın baba?” diye sordu. Sattım, bir tane sattım. Bir genç geldi az önce, sevdiğinin beğenebileceği bir kitabı benden sordu! “Bilemem!” dedim. Ben her şeyi bilenim ya… Verdim eline bir kitap, evirdi çevirdi, sayfalarına baktı; inan ki evladım, yazarının adını bile sormadan aldı gitti. Seviyordu ya, beğeneceği bir armağan almıştı ya… Gördüm gözlerinde, delikanlının amacı yok, aracı var! Kitap bahane kadınlık şahane… Vay üretim vay!

“Mal üretemiyoruz ama çocuk dendiğinde elimiz öpülesi… Kimin kitabını verdin?”

Mehmet Rauf’un Eylül’ünü verdim. Yasak bir aşk ve psikolojik çelişkiler içindeki bohem yaşamını anlatır. Türk edebiyatında ilk psikolojik romandır, biliyorsun. Kızcağız anlar mı, anlasa da genç bundan hoşlanır mı? Aşkın yasağı çekicidir ya evlat; yaşayan bilir! Sonu her daim acıdır.

Bir sıkıntısı var gibi oturduğu sandalyeye kendini salamıyordu adamım. Gelen giden olmadığından onun konuşmasını ve bana bir el uzatıp konu paylaşmasını istiyordum. Sakallarını karıştırıyor, gözleri benden kitaplara, kitaplardan yazar kasaya gidip geliyordu. Biliyordum ki içinde açılıp kapanan vadiler vardı ve yuvarlanmamak için çırpınan bir de yüreği.

“Olmuyor be hocam!”

Ayaklarını titreterek konuşuyordu.

“Mani yazdım, basitlik sandı

Şiir yazdım, latife sandı

Yüreğimi verdim, şaka sandı!”

“Bu dörtlüğü yazdım en son. Tık yok! Bu nasıl bir kadın? Bir yanıt, bir söz… Yahu ağzını boz, bir küfür duyayım; Allah kahretsin ya!”

Kadınları tanıyamayız delikanlı. Uydururuz; kedi, yılan, tilki, cadı der kötüleriz, neden? Elde edemediğimiz kadın, içimizdeki urdur. İçimizdedir, büyür, ama çıkmasını asla istemeyiz! Verdiği acıdan yakınsak da o bizlere en yakın, en yok edici yangınlar gibidir. Kaçarak kurtulacağımızı bilmek de bize sonsuz yalnızlık verecektir, buna inanırız. Güzel, akıllı ve vicdanlı bir kadının varlığını, belki düze çıkarız da gönlümüz bayram eder bahanesiyle özlemle arasak da ömrümüz onu bulmaya yetmeyecek denli kısadır. Nurullah Ataç bir denemesinde sevgiyi şöyle betimler.

“Hepimiz iki büyük korkunun, ölüm korkusu ile yalnızlık korkusunun zincirlerine vurulmuş değil miyiz? Onları bir başımıza taşımadığımız için, onları unutabilmek için türlü işleri, türlü duyguları yaratmışız. Sevgi de kendimizi avutmak içindir. Seveceğiz, sevmeye inanacağız ki sevilelim; yani bizi düşünen, ölmemizi istemeyen, bizim ölmemizden belki bizim kadar korkan kimseler bulunsun. Böylece korkularımızı birleştirirsek, önüne geçilmez diye titrediğimiz sona belki karşı koyar, onu hiç olmazsa geciktiririz. “

Bu sözler sevginin bir başka nedenini görmemiz içindir. Özellikle geçkin sevgilerin en yoğun yaşandığı yaşlar, gençlerin kıskandığı sadelikteki sevgilerdir. Burada uzunluğu kısalığı tartışmak istemiyorum adamım, ama sevginin zamanını duygular değil ömür belirleyecektir bu yaşlarda.

“Bu nedenledir ki sevgilerin yoğunluğu, kıvamı, lezzeti, kullanma biçimi, paylaşma arzusu, başlangıç alevi, bir başka dünyada ömür sürer gibi sorumsuzca, özel ve güzeldir; diyebilir miyiz?”

Doğru açtın adamım. Sevgi insanın duyabileceği en muhteşem ve yaşanması mutlak olan duygudur. Sevmesek çoğalamayız, yaşayamayız, yan yana gelip oturamayız, denizin kıyısında, ayaklarımız suda rakımızı içemeyiz. Bir karşı cinse sarılmak istesek de neden sarıldığımız sorusunu beynimize anlatamayız. İnsan olamayız ki sevmeden… Nedensiz nefret de duymayacağımıza göre dünyadaki varlık nedenimizin ne anlamı kalır ki? Hiç birimiz sevgi duymadığımız birine karşı şu satırları yazamayız.  Aç olmadığımızda geri çevirdiğimiz bir yemek gibi sevmeden de söylenemeyecek sözler vardır. Aşk bunun için üretici, yönetici, uygarlaştırıcı, yumuşatıcı, adam edici bir sondur. Cemal Süreya’ya bu dizeleri yazdıran o kadını kutluyorum her okuduğumda.

Sevgilim, bir günün ortası şimdi

Taşıtlar hızla gelip geçiyor, her yer kalabalık,

Ben seni düşünüyorum bir bodrum kahvesinde

Uzat bana uzat ellerini

(….)

Ben seni düşünüyorum, seni

Hani tıpkı o ilk günlerdeki gibi

(….)

Bu yüzden diyorum ki aşk eskidikçe aşktır

Sevgi eskidikçe sevgi.

(….)

Sevginin değil, sevgiyi anlatmanın ustasıdır Süreya. Bizler her âşık olduğumuzda biliriz ki o sevgiyi en iyi anlatan adam oydu. Kolayına kaçar, bir güzel ezberler, okurduk sevgilimizin kulağına, o da yemiş gibi yapar ama yemezdi!

Kadınları kandırdıkça seviniriz, bilmeyiz ki onlar bize gülmektedir içten, yürekten.

“Onun kitabını verseydin ya hocam çocuğa…”

Hazıra konmak yok! Delikanlının sevmek diye bir derdi de yoktu, gördüğüm buydu. Bak adamım; sevdin mi duygularını bir kalıba sokup iyi ve beğenilir bir aşk yontusu çıkaracaksın ortaya. Yazacaksan, şiir yazacaksın; fırçan iyi ise sevginin ışığını yansıtacaksın tuale; yontuya ilgi duyuyorsan, onu önce soyundurup düşünde, sonra vuracaksın keskiyi mermerine; tınıdan anlıyorsan az buçuk, yeni bir “Bu Kalp Seni Unutur mu?” şarkısını yazacaksın. Böyle bir maharetin varsa, senin alnından öpüp ‘seviyorsun be adamım” derim. Ne o, korktun mu adamım? Sevgi ona doğru koşmaktır, ter dökmektir, düşünmeden yola çıkıp sabırla ona ulaşmayı denemektir. Aksi de olur! Lakin başkasının dalıyla gerdeğe girmek erkekliğin aşkına yaraşmaz.

“Yazmadım mı sanıyorsun? Şunu sormak istiyorum günlerdir; sen olsan ve birisi sana sevgi suyuna bandırılmış, hiç duymadığın ve tanığı olmadığın sözcüklerin diliyle sevgi çığlıkları atsa… Ve her attığı o çığlığın sesinde, “sensiz olamayacak bir yaşamın” andı yankılansa… Okuduklarının güzelliğinden dem vurup seni sürgit yüceltse… Aynı sen; bunları ben yazmıyormuşum, beni yücelten sen değilmişsin gibi hep aynı duygusuzluğunu giyinsen… Yorumun nedir?”

Ne düşünüyordu? Neden düşünüyordu? Dolunay iriliğinde tek gerçek gökyüzünde asılı dururken toprakta iz aramak sana yakışıyor muydu adamım? Yüzü, elektriği kesilmiş ampul gibi söndü. Gözü dilimde, kulağı sözümdeydi. 

“Seni hiç sevmemiş bu kadın adamım!” dedim.

“Sen onu nasıl oldu da sevdin ben anlayamadım!”

Eli yandı gerçeği söyleyince. Kızmış gibiydi, irkildi oturduğu yerde. Doğru söyleyeni köyden kovarlarmış derdi atalarımız.

Ben kovmadım, ama o gitti!

Usum da onun peşinden…

Yine gelir mi, bilemem.