ADNAN BİNYAZAR’IN ELİF İLE MAHMUT’U
Halk edebiyatımızın sözlü geleneğe yaslandığını, bu edebiyat ürünlerinin önemli bir kısmını şiirsel yapıtların oluşturduğunu, edebiyat tarihi sayfalarından okumak mümkündür. Geleneksel edebiyatımızda anlatı da önemli yer tutmakla birlikte bu anlatıların çoğu kez manzum olarak kaleme alındığı, mesnevilerin eski edebiyatımızda öykü ve romanın öncülleri olduğu da bilinmektedir.
Bir de halk hikâyeleri vardır ki bunlar Anadolu insanının yaşama bakışını, dünyayı, aşkı yorumlama biçimini yansıtan, anlatı geleneğimizin asli unsurlarından olan yapıtlardır. Halk hikâyeleri sözlü gelenek içinde kuşaktan kuşağa aktarılmış; çok sonraları yazıya geçirilmiş anonim ürünler arasında yer alır. Halk hikâyeleri, âşık edebiyatı zenginliklerimiz içinde “hikâyeci” nitelemesini de kazanmış olan âşıklarımızın geliştirip yaşattığı anlatı, şiir ve müzik öğelerini bir arada bulunduran bir türdür. Zaman zaman özellikle meddahlığın da işe karıştığı çok yönlü bir geleneksel gösteri sanatına dönüşen halk hikâyesi anlatma, okuma ve dinleme olgusu ve bu olgunun gerçekleştirildiği mekânlar “kahvehane, köy odası, açık alanlar, ağaç gölgesi…) kendi kuralları içinde bir tiyatro ortamı sayılabilir.
Halk hikâyelerimiz İran, Kafkasya, Orta Asya, Hindistan ve Arabistan anlatı geleneklerinden beslenen, satırları arasında örtük ve açık olarak bu coğrafyaların kültürel etkilerini taşıyan, Anadolu’da yeniden yaratılan bir türdür. Bilinip anlatılan, okunan halk hikâyelerinin sayısı yüze varır. Hemen hepsinde konu, bir aşk üzerinde yoğunlaşır. Bazen de kahramanlık konusu işlenir. Halk hikâyelerinin aşkı işleyenleri, âşık geleneğinin tüm özelliklerini en iyi yansıtan hikâyelerdir. Bunların kahramanları kimi zaman gerçekten yaşamış olan âşıklardır ve hikâyenin konusu da onların yaşam öykülerinden alınmıştır. Örneğin; Âşık Garip, Ercişli Emrah gibi. Kimi zaman da bu kahramanlar masal, destan, tarih gibi kaynaklardan esinlenerek yaratılırlar. Bu türlerde hayal ürünü öğeler, gerçekçi ayrıntılarla birleştirilerek anlatılır. Örneğin; Yaralı Mahmut, Arslan Bey, Kerem ile Aslı, Arzu ile Kanber, Tahir ile Zühre, Elif ile Mahmut gibi.
Bu halk hikâyelerinden bazıları önce taşbasması olarak, daha sonraları da matbaa harfleriyle yayımlanmıştır. Halk hikâyelerinin düz anlatım bölümlerini oluşturan olay örgüsü, genelde, derleme olmakla birlikte, saz eşliğinde türkü şeklinde söylenen şiir bölümlerinin yaratıcıları çoğunlukla bellidir. Âşıklar, düz anlatımı şiirlerle birleştirerek hikâyeyi düzenlerler. Halk hikâyeleri, destandan modern hikâyeye geçişi sağlayan yapıtlardandır. Yer yer masal ve destan unsurları, olağanüstü olaylar da taşırlar. Bu hikâyelerin gelişip yayılmasında saz şairlerinin büyük etkisi vardır. Manzum kısımlar duygu dolu birer konuşmadan oluşur ve bu dizeler saz eşliğinde dile getirilir. Değişik bir anlatma üslubu ve geleneğinin olması, belli yerlerinde tekerleme adı verilen söz kalıplarının bulunması gibi nitelikleri, halk hikâyelerini pek çok yazın türünden ayırır.
Hikâyenin kahramanı çoğu zaman rüyasında (erenlerin elinden bir tas bade- ‘şarap’- içerek) âşık olur, sevgilisine kavuşma yolunda çeşitli serüvenlere atılır, sonunda sevdiğine kavuşur veya kavuşamaz; ama hikâye mutlaka kesin bir sonla biter. Halk hikâyelerinin gerçek yaşam olaylarından ayrılan, kendilerine özgü bir kurgu örgüsü vardır. Bu kurguda idealist ölçülere göre şekillenmiş bir hayat anlayışı savunulur. Bunun sonucu olarak hikâye kahramanı idealist bir kişiliğe sahiptir. Kendi içinde tutarlı bir mantığı taşımak koşuluyla halk hikâyelerinde her şey, her olay mümkündür. Pertev Naili Boratav ve M. Sabri Koz, halk hikâyeciliğimiz üzerinde önemli akademik çalışmalar yapmışlardır. Halk hikâyeleri, öteki pek çok geleneksel yazın türü gibi hem diliyle hem de içeriğindeki aşk, mücadele, sabır, dostluk, erdem… gibi temalarıyla kültürel değerlerin kuşaktan kuşağa aktarılmasına yardımcı olurlar.
Uzun süreden beri halk hikâyelerini içeren kitapların yeni basımlarıyla karşılaşma olanağı bulunmuyordu. Klasiklerin keşfedilmesi ve anlaşılması sürecinin yeniden başladığı son zamanlarda halkın yarattığı klasiklerden sayabileceğimiz halk hikâyelerinin, farklı bir anlayışla yeniden basımının yapılması sürecine girildiği görülüyor. Adnan Binyazar, halk hikâyelerinin kendine özgü dil ve söyleyiş özelliklerini değiştirmeden, aslını bozmadan, özgün bir çalışmaya imzasını atıyor Elif ile Mahmut’ta.
Bence kitabı güzelleştiren önemli bir yön daha var; o da Cem Kızıltuğ’un halk hikâyelerinin özünü, ruhunu kavrayan, yumuşak hatlardan oluşan, sevgi mesajını bağrında taşıyan özgün ve başarılı çizimleri… Bu yolla genç okurların da ilgi ve dikkati halk hikâyesine çekilmiş oluyor aynı zamanda. Kitabın girişindeki “O Abla!” başlıklı yazıda Adnan Binyazar, kendi çocukluğundan, duygu dolu bir anıyı aktarıyor. Çocukluk yıllarında, küçük bir Anadolu kentinde, bir aktarın vitrin camlarında sergilenen halk hikâyeleri kitaplarından birinin resimli kapağından çok etkileniyor. Kitabı ödünç alacak parası olmadığını anlayan “o abla” ondan para almadan, bu kitapları okuyup daha sonra getirmesini istiyor. Küçük çocuğa sınırsız düş evreninin kapılarını açıyor böylece.
Elif ile Yaralı Mahmut’u ilk kez o aktar dükkânından ödünç alarak okuduğunu anlatan yazar, kendisine okuma sevgisi kazandıran bu ablanın adını unuttuğunu; ama onun iyiliğini hiç unutamayacağını, güzel bir dille, bir değerbilirlik örneği vererek anlatıyor.
Sonra hikâye başlıyor: Bir türlü çocuk sahibi olmayan adil ve soylu Buhara Şahı Murat Han, bir gün veziriyle kıyafet değiştirerek daha önceden ününü duyduğu bir pınarın şifalı suyunu içer ve sonra pınar başındaki alıç ağacının dallarına dileğini bağlar. Derken, erenlerden bir yaşlı gelir ve ona yakında sıkıntısının sona ereceği müjdesini verir. Bir elmayı ikiye bölerek yarısını kendisinin yarısını da karısının yemesini söyler. “Bekleyin, ben gelip onun adını vereceğim.” der. Sonra da gözden kaybolur, “yokluğun içinde eriyip gider.” Burada pek çok halk hikâyesinde yer alan “büyülü elma”, “şifalı pınar” ve “erenin sır olma” motifleri dikkati çekmekte.
Rüyalar, halk hikâyelerinin asli unsurlarından. Kısa süre sonra bebek beklemeye başlayan Gülşah Sultan, her gece aksakallı bir eren görür rüyasında. Bir gece de altıntopu bir oğlan verip gözden kaybolur.
“Olmaz görünen oldu. Her kadın gibi, günü doldu, Gülşah Sultan bir oğlan çocuk dünyaya getirdi. Dudakları kırmızı, gözleri anadan süreli, teni gül kokuluydu.” diye anlatılır satırlarda. Günler, aylar, yıllar geçer. Oğlan adsızdır. Ona ad verecek olan yaşlı eren nihayet bir gün gelir. Oğlanın çok iyi at kullanmasını övenlere şöyle der derviş: “Kılıçta hüner göstermek akılla olur, ilgiyle olur. At adımına göre değil, adamına göre yürür. At binenin, kılıç kuşananın, demişler. Deneyelim bakalım, bunları bilgiyle mi yapıyor, yalnız alışkanlıkla mı?” deyip ona bir iki muamma (söz oyunlarıyla biçimlenmiş bilmece) sorar. Oğlan bunları zekâsıyla hemen yanıtlar. Bunun üzerine eren ona “övülmeye değer” anlamına gelen “Mahmut” adını verir. Dede Korkut Hikâyeleri’ndeki gibi: “Adını ben verdim. Yaşını Tanrı versin.” diyerek genç Mahmut’a bir kılıç armağan eder. Bu kılıcın büyüsü vardır; kınından çıkarsa büyüsü bozulup Mahmut kendinden geçecektir. Günlerce baygın kalacaktır. Kırk gün içinde kınına sokulmazsa oğlan ölüme gidecektir. Bu sırrı, eren, yalnızca Gülşah Sultan’a söyleyip ortadan kaybolur.
Günler, yıllar geçer ve bir gün oğluna kılıcını vermek zorunda kalan anne, kılıcın sırrından söz ederek dikkatli olması gerektiğini anlatır. Bir gün avda bir ceylanın ardına düşen Mahmut, ceylanı gözden yitirir. Bir mağaraya düşer yolu. Burası erenlerin mağarasıdır. Erenler onu bir odaya alırlar, duvarda ışıklı bir pencere açılır ve muhteşem bir bahçe görür. Sonra mağara duvarında bir güzel kızın ışıklar içindeki resmini. Kız ona gülümseyerek bakar. Mahmut’un kalbi duracak gibi olur. Halk hikâyelerinin olmazsa olmaz motifi olan “rüyada âşık olma” yaşantısı başlar. Ona ad veren de dâhil olmak üzere erenler kendi ellerinden “dolu” içmelerini isterler. Bu, kişiye ermişlik kazandıran bir içkidir. Bunu içen “Hak âşığı” olur aynı zamanda. Halk hikâyelerinde sık sık tasavvuf felsefesi öğeleriyle karşılaşmak ilginçtir. Resmine âşık olduğu kızın adının Elif olduğunu öğrenen Mahmut, resmi “sevgi iğnesinin ucuyla gözünün iç köşesine” yazmıştır artık. Kara sevdaya düşer. İçine kapanır. Töre gereği anne ve babasına durumunu anlatamayan Mahmut’un, sazını konuşturarak içindekileri dökmesini sağlarlar. Deyişleri “Kerem’in yüreğinden kopan alev”dir. Bu kısımlarda sazla dile getirilen hece ölçülü, dörtlükler halindeki doğaçlama şiirler, hikâyenin karakteristik unsurları olarak dikkati çekiyor: “Çağırırım Elif diye / Unutmasın beni diye / Kimi görsem seni diye / Yüzüne bakar ağlarım” diyen Mahmut’un dili çözülür sazla. Her şeyi anlatarak sevdiğine kavuşmak üzere izin ister. Ana baba ne kadar yalvarırlarsa da vazgeçiremezler Mahmut’u.
O, sevdiğine kavuşmak için zorlu bir yolculuğa çıkar. “Yolculuk” klasik anlatıların merkezinde yer alan bir motiftir ve anlatının kendisi de aslında bir yolculuk; bir okuma- dinleme yolculuğu sayılabilir. Yolda Korkut adında bir yoldaş da edinir kendine. Zorlu bir yolculuktur çıktıkları; Arabızengi adlı bir yaman yiğitle karşılaşırlar. Dövüşün sonunda onun bir kız olduğu ortaya çıkar. Kız, Mahmut’a hayran olmuştur ama Mahmut’un gözü Elif’ten başkasını görmez. Arabızengi şöyle der platonik bir aşkla: “Senin gibi bir yiğide hiç rastlamadım. İzin ver de sabaha kadar yüzüne bakayım.” Daha sonra da Demiratlı adlı başka bir zorlu karakter çıkar karşısına…
Mahmut, yolda çabalayadursun, Gence’de sarayda yaşayan Elif de rüyasında Mahmut’u görmüş, erenlerden “dolu” içmiş ve sevdaya düşmüştür. O da bir gün sevdiğinin geleceğini umut ederek bekler sürekli. Sonra da Ejderhan ülkesindeki serüvenler çıkar Mahmut’un karşısına. Uçan küpü olan kötü yürekli ve düzenbaz cadı motifi bu hikâyeye masalsı bir tat kazandırıyor. Mahmut’un kılıçla ilgili sırrını bir şekilde öğrenen cadı, Elif’e karşılık görmeyen bir aşkla tutulan Ejderhan Beyi’nin isteğine uyarak Elif’le Mahmut’u ebediyen ayırmak üzere türlü düzenler kurar…
Bu arada Binbir Gece Masalları’nın Kırk Haramiler’i bu hikâyeye taşınır ve kendilerini aşkla dolu birer deyiş söyleyerek fetheden Elif’le Mahmut’a yardıma gelirler. Metinlerin, söylence ve masalların birbirinden motifler ya da kahramanlar ödünç alması, çoğu zaman karşımıza çıkan ilginç birer kültürel alışveriş örneğidir. Bu öyküde aşk ve erenlerin manevi gizemi, aslında korkunç haydutlar olan Kırk Haramiler’i dize getirir. Yer yer Dede Korkut Hikâyeleri’ne özgü Oğuzca söyleyişler, ses tekrarları (aliterasyonlar), sözcük tekrarları da dikkatleri çekmekte: “Oğul, oğul, can oğul, gözümün ışığı oğul, ak beşikte emzirdiğim oğul, gece demeyip gündüz demeyip büyüttüğüm oğul” der anne Gülşah Sultan. Hikâye boyunca şiddetin değil sevginin ön planda olması; aşkın yüceltilmesi, önemli bir bakış açısı oluşturuyor.
Elif ile Mahmut, halk kültürünün ve dilinin yüzyıllar boyunca yarattığı söyleyiş, anlam, duygu ve düşünce zenginliklerinin kaynaştığı bir yapıt. Bu aşk hikâyesinin sonunu merak edenler ilgiyle okuyacak ve inanılmaz yaşantıların kapılarını da aralayacaklar.