EDEBİYATTA YAŞAYAN HAYALET
Hayal dünyasında yaşamayı sevenler, Pera’da Avrupai üsluplu, eski ve görkemli yapıların süslü cephelerine dikkatle baktıklarında, bazen uçucu, seyyal bir varlığın; Hayalet Oğuz’un siluetinin taş duvarlardan geçerek caddeye yavaşça süzüldüğünü görebilirler. Özellikle akşam saatlerine doğru Beyoğlu’nun eğlence ortamlarının canlanmasıyla birlikte edebiyatımızın en sıra dışı kimliği olan Hayalet Oğuz ya da asıl adıyla Oğuz Halûk Alplaçin, 1950’lerin, 60’ların Beyoğlu’sundaki bohem yaşamı geri getirircesine, zaman dehlizlerinden geçip caddedeki kalabalığa karışıverir.
Hayalet Oğuz, gizemli bir haleyle çevrelenmiş varlığıyla; sıra dışı kişisel özellikleriyle, toplumun yerleşik kurallarına yönelen tek kişilik başkaldırısıyla edebiyatımızın en unutulmaz şahsiyetleri arasında yer alır. Hayalet Oğuz’un yaşamına dair ilginç ayrıntıları, onunla ilgili anılar ve tanıklıkları, Sezer Duru ve Orhan Duru’nun, Hayalet Oğuz’un ölümünden yaklaşık 20 yıl sonra birlikte hazırladıkları O Pera’daki Hayalet adlı kitapta bulmak, bambaşka bir okuma heyecanı verir insana.
O Pera’daki Hayalet’ten öğrendiğimize göre 1950 kuşağı sanatçılarının masa başı sohbetlerinin müdavimi Hayalet Oğuz, ince ve sıska görünümüyle hayalete benzerdi. Sessizce gelip sohbete katılır; içkisini içer, mezelerini yer, çoğu zaman hesabı arkadaşlarına bırakıp giderdi. Parası olduğunda arkadaşlarına cömert davranmayı ihmal etmezdi. Kimdi Hayalet Oğuz? Hayatından hiç bahsetmeyen, kara gözlüklerinin ardında saklanan bu gizemli adam, başkalarının yaşamına dair çok şey bilirdi; İstanbul’un entelektüel çevresinde olup bitenleri, kimin nerede ne yaptığını gayet iyi izlerdi; belleği dopdoluydu.
Hayalet Oğuz’un en önemli özelliği, mülksüzlüğü kendi yaşamına uyarlayan gerçek bir bireysel direnişçi olmasıydı. Bütün maddi yüklerden kurtulmuş, hafiflemiş ruhuyla kelebek gibi özgürdü. Günübirlik yaşayan Hayalet Oğuz’un hiç evi olmadı, üzerindeki giysiler ve bir İngilizce sözlük dışında hiçbir maddi varlığı yoktu. Gerektiğinde giysilerini temizleyicide bırakır, diğerini giyerdi. Uyurken yastık olarak da kullandığı İngilizce Sözlük ekmeğini kazandığı bir araçtı; çeviriler; özellikle polisiye romanlar çevirerek kazandığı paralarla geçinirdi. Babıâli’nin bu çileli emekçisi, ayrıca senaryo yazımında Bülent Oran ve Ertem Eğilmez gibi sinemacılarla çalışırdı. Yüzlerce senaryo yazdığını; ama pek çoğunun filmini izlemediğini söylüyor tanıyanları.
Hayalet Oğuz, çoğu zaman dostlarının evinde, bazen Beyoğlu otellerinde kalırdı ya da sabahçı kahvelerinde, meyhanelerde. Gece kaldığı evde dostlarını rahatsız etmez; onların yaşamlarına karışmamaya dikkat eder; varlığını belli etmeden sabahleyin sessizce çıkıp giderdi. Bazen bir köşeye çekilir; çevresine sükûnet ve sessizliğini yayarak çeviriler yapar, dergilere yazı ve şiirler yazardı. Hiçbir zaman valiz ve cüzdan taşımamıştı Hayalet Oğuz. Bunlar gereksiz ayrıntılardı yaşamında. Devlet dairelerine yolu düşmemişti; içki masalarından, edebiyat toplantılarından, film ve yayınevi bürolarından, daracık sokaklardan, kalabalık caddelerden geçip neon ışıkları arasından hayalet gibi süzülürdü. Sessiz bir isyanı çoğaltırdı içinde; belki de bütün varlığı, görünmez bir isyandan ibaretti.
O Pera’daki Hayalet’te, Oğuz Halûk Alplaçin’in efsaneleşmiş yaşamöyküsünü okurken, o yıllarda Beyoğlu ve çevresindeki entelektüel yaşamın sayfalara tüm canlılığıyla yansıdığına tanık oluyoruz. Sezer-Orhan Duru ikilisinin, Hayalet Oğuz hakkında güzel tespitleri var: Onu, bir dönemin gerçek bohemi, yazın dünyamızın kalender ve efsane kişisi olarak niteliyor, “aramızdan bir hayalet gibi geçti.” diyorlar. “Hayalet Oğuz, kendi yaşamını bir sanat yapıtı haline getirebilmiş ender insanlardan biriydi.” sözüyle değerlendiriyorlar. Kitaptaki anı parçaları, yaşanmışlıklar, tanıklıklar üzerinden Hayalet Oğuz’un gizlerini çözmeye, dünyasını anlamaya çalışıyoruz. Kimseye asalak olmamaya çabalayan Hayalet Oğuz, kazandıklarının tümünü dostlarına harcardı. Bazen arkadaşlarının kitaplarını ödünç alır, dağınık yaşamı yüzünden orada burada bırakır, geri getirmeyi unutur ya da başka arkadaşlarına armağan ederdi.
Hilmi Yavuz, Leylâ Erbil, Tezer Özlü, Ahmet Oktay, Fethi Naci gibi ustaların anılarını okurken zihnimizde netleşiyor Hayalet Oğuz. Dostlarının, onu olduğu gibi kabullenmiş olmaları dikkatimizi çekiyor. Ömer Uluç onun için; “Oğuz sadece o an var olan bir insandı.” diyor; Demirtaş Ceyhun, onu “Kendine ait bir duvarı bile olmadı ömründe.” sözleriyle anıyor. Leylâ Erbil, Eski Sevgili adlı uzun öyküsünde Hayalet Oğuz’u öykü kişisine dönüştürüyor, gülüşünü şöyle dile getiriyor: “Hayatı, hayatını, yaptıramadığı çürük dişlerini, göremediği ve göremeyecek olduğu ailesini, değiştiremediği ve değiştiremeyeceğini bildiği düzeni protesto eden bir gülüş.” Leylâ Erbil, bireysel başkaldırının sistemi değiştirmeye yetemeyeceğini sezdiriyor böylece. Hayalet Oğuz’un varlıklı, feodal bir aileden geldiğini; bazı sorunlar nedeniyle onlardan kopmuş olduğunu da belirtelim.
Ahmet Oktay, “Gizli Çekmece” adlı anı kitabında şöyle yazıyor: “Hayalet Oğuz, Oğuz Halûk ve Oğuz Alplaçin. Hangisiydi bunlardan ve hangi kimliği gerçekti? Bana öyle geliyor ki edinmesi mümkün olabilecek herhangi bir kimliği edinmemek için çalıştı (…) Kendini her şeyden mülksüzleştirdi. Kitaplık yerine bellek; yerleşiklik yerine konukluk; ev yerine otel; peşin yerine veresiye; yatak yerine apartman paspası, park kanepesi, meyhane masası; bordro yerine yövmiye…” Fethi Naci, onu “ip gibi ince, zeki ve esprili, zengin bir iç dünyası olan biri” olarak anlatıyor. Bankalarla hiç işi olmadığından, fazla parasını Fethi Naci’ye verir, gerektiğinde ondan alırmış. Eşine dostuna “Bugünlerde Naci’ye epey destek oluyorum.” demeyi de pek severmiş.
Tezer Özlü, onu “Hayalet Oğuz” adlı öyküsüyle ölümsüzleştirmişti: “Oğuz yaşamının çeyrek yüzyılını elliye yakın dostunun evinde geçirdi. Oğuz aylarca da benimle kaldı. Onun konukluğu bir kelebek gibiydi. İnsana kendini hiç belli etmemeye çalışır, hiçbir özel isteği olmaz, ince ve sevimli bir sesle konuşur, eve gelirken çiçekler ve pasta getirir, bana Alman eğitiminden geçtiğim için, Mutti derdi.” diye söz eder ondan. Birçok dostunun belirttiğine göre, Hayalet Oğuz kadınlara nazik davranan bir insandı, cebinde kalan son parayla, kalacağı evin hanımına çiçek alıp götürmeyi ihmal etmezdi. Özellikle mavi karanfil, siyah gül almayı severdi; kendi farklılığını simgelercesine.
O Pera’daki Hayalet içinde ayrıca Oğuz Halûk’un şiirlerinin, bir öyküsünün ve Rock’n Roll’a dair bir kitabının olduğunu belirtelim. İlk şiirlerinde eleştirel ve mizahi boyut; daha sonrakilerde İkinci Yeni etkisiyle soyutlamalar, imgeler dikkatimizi çekiyor. “Beş Adet İsmail” öyküsünde anlatılanların, insanın içini acıtırken aynı anda güldürebilmesi müthiş. Hayalet Oğuz’un “yaşamını da kara mizaha dönüştürmüş bir kara mizahçı” olduğunu unutmamalı.
1975’te, kırk altı yaşındayken yaşama veda eden Hayalet Oğuz’un cenazesini, arkadaşları, aralarında para toplayıp kaldırdı. O gün mezarının üstü çiçeklerle örtülüverdi bir anda. Can Yücel, Ahmet Oktay ve Cevat Çapan birer şiir yazarak onu anmayı ihmal etmediler.
Hayalet Oğuz, dünyadan hafif adımlarla; Demir Özlü’nün ifadesiyle “Chagall’ın resimlerinde havada duran insanlar gibi” gelip geçti. Adressiz, mülksüz, evsiz, kimliksiz yaşamayı yeğleyen sessiz ve umarsız başkaldırısıyla edebiyatın yüreği ve belleğinde derin izler bıraktı.