NECLA AKDENİZ İLE KUİR EDEBİYAT ÜZERİNE SÖYLEŞİ

NECLA AKDENİZ İLE KUİR EDEBİYAT ÜZERİNE SÖYLEŞİ

Şebnem Birkan: Biraz yazar Necla Akdeniz’i tanıyabilir miyiz, yazma ritüeliniz nedir?

Kendimi “uzun sürmüş bir uykudan uyanan ve asıl yapması gerekeni hatırlayan” olarak ifade ediyorum. Bu sebepten yazmaya (okumaya değil) geç başladım, arayı kapatmak içinse gece gündüz okuyor, araştırıyor, gözlemliyor ve yazıyorum. Bahçede iki yüzyıllık devasa bir meşe ağacı var, onun altında da küçük bir çalışma odası. Her sabah uyanır uyanmaz meşeyle hasbihal edip biraz yürüyüş yapıyor, sonra da çalışma masama oturup akşama kadar -mecbur kalmadıkça- kalkmıyorum.

Şebnem Birkan: Kuir edebiyatı biraz açar mısınız?

Kuir, yanlış anlaşılmaya müsait bir kelime. “Kuir”in sözcük anlamı tuhaf, garip, yamuk, aşağılık, anormal gibi anlamlara gelir. Aynı zamanda argoda “ibne” olarak kullanılır. Bu ismi ilk sahiplenen LGBTİ hareketi olduğundan kuir kelimesi (genellikle) LGBTİ’leri çağrıştırır ki doğru değildir. (Kendilerini kuir olarak tanımlayan LGBTİ bireyleri ayrı tutuyorum.) Çünkü kuir hareket, düşünüldüğünden daha geniş bir alanı kapsamakta ve sanıldığından daha büyük bir kitleyi kucaklamaktadır. Kuir hareket, sabit kabul edilen cinsiyet, toplumsal cinsiyet, cinsellik gibi kavramları alaşağı ederek, kimliğin çoklu ve değişken pozisyonlarına vurgu yapar. Dolayısıyla kuir; sabit, tutarlı ve doğal kabul edilen her türlü kimliğe peşinen itiraz eder. “normal-normallik” i kuran heteronormatif ideolijinin yapısını sorgularken amacı kenarda köşede kalanların merkeze çağrılması değil, bizzat merkezin darmaduman edilmesidir. Bu bağlamda kuir edebiyat, kimlik ve cinsiyet klişelerini alaşağı ettiği kadar dile hâkim olan eril söylemi de alt üst etmiştir. Bilindiği üzere edebi söylemin yegâne aracı dildir ve dil masum bir iletişim aracı değildir. Dildeki yapılar –yazı icat edildiğinden beri- heteronormatif kültürel kodlarla donanmıştır. Farkında olsak da olmasak da hepimiz bu kültürel hegemonyanın boyunduruğu altındayız. Tüm bu saiklerle edebiyat dili ister düzcinsel ister eşcinsel ister çokcinsel bağlamında olsun, içinde herhangi bir iktidar barındırıyorsa -bana göre- eril bir söylemdir. Benim kuir edebiyat derken kastettiğim; içsel bir iktidara sahip olmayan, sabit ve değişmez kimliklere dayanmayan, kabul görmüş normatif yapıları sorgulayan ve dile hâkim olan heteronormatif eril söyleme, elinde olan tek araçla yani kendi yarattığı diliyle (nötr veya daha yaratıcı) meydan okuyan metinlerdir. Tüm kurumlarıyla bilinç katmanlarımıza yerleşmiş olan heteronormatif kültürel dinamiklere karşı yepyeni bir dil oluşturmak, kuir edebiyatın olmazsa olmazıdır.

Şebnem Birkan: Öykülerinizi yazarken size ilham veren neler oldu?

Aslında “En Eski Oda” da yer alan öykülerin çoğu, daha önce Agora Kitaplığı tarafından basılan üç romanım; “Gök Kuşaksız, Kaotika ve Tereddüt Çizgisi’nden attığım metinlerden oluştu. Tabii, üzerlerinde yıllarca çalışıp düzeltmeler, değişiklikler yaptıktan sonra öyküye dönüştüler. Kuir bir yazar olarak dünyaya -tarihsel olarak inşa edilmiş hümanist ve düalist kültür indirgemeciliğiyle- salt insan merkezli değil, tüm canlıların yurdu olan doğa merkezli baktığım için öykülerin tamamı, bu bakış açısıyla oluştu. İçinde hayvanların, ağaçların ve diğer canlıların -insana eşit- yer bulduğu öykülerdir hepsi.

Şebnem Birkan: Öykü yazarken bir yönteminiz var mı, daha doğrusu öykü yazmanın yöntemi var mı? Çok fazla öykü yazma atölyeleri duyuyoruz, bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Elbette yazmanın kendine özgü teknikleri var. Sonuçta roman ve öykü iki yüzyıllık modern dünyanın yaratımı. Tabii, tekniğin yanı sıra bolca okumak, istekle yazmak ve sınırsız hayal gücü de gerekli. Yazma atölyeleri, teknik anlamda katılımcılara yol göstericidir ama onları yazar yapmaz. Yazmak isteyen kişi sebatla okumalı, ısrarla yazmalı ve bu süreçte yalnız kalmayı göze almalıdır. Hep söylediğim gibi: Yazmak, yeniden yazmaktır. 

Şebnem Birkan: En Eski Oda’da üç adet ödüllü öykünüz var. Yarışmalara katılmaya nasıl karar verdiniz ve bu yarışmalar hakkında neler düşünüyorsunuz? 

Yazın hayatıma romanla başladım. Agora Kitaplığı’ndan yayımlanmış üç romanım olmasına rağmen tek öykü kitabım yoktu. Dolayısıyla öykü konusunda kendimi sınamak istedim ve 2022 yılında üç öykümü, üç farklı yarışmaya gönderdim. Hiçbiri boş dönmedi. 2022 yılında “Kabul Günü” Kaos GL. 17. Kadın Kadına Öykü Yarışması’nda Jüri özel ödülünü aldı; En Eski Oda, Nilüfer Belediyesi Sait Faik Öykü Seçkisi’ne girdi; Yeryüzü Sürgünleri ise Kitap Cumhuriyeti Öykü Seçkisi’nde yer aldı. O şevkle yeni öyküler yazdım ve dosyamı yayıncım Agora Kitaplığı’na yolladım. Sağ olsun Osman Akınhay ‘En Eski Oda’ adını verdiğim dosyamı okudu ve basmaya karar verdi. İkinci sorunuza gelince, ödüllü bir öykücü olarak öykü yarışmaları hakkında şunu söyleyebilirim: Bu yarışmaların çoğunda jüri üyeleri hep aynı bilindik isimlerden oluşuyor, yani köşe başlarını tutmuş büyüklü küçüklü edebiyat kanonlarından. Tabii, bu durumda ödüller de -metnin içeriğinden bağımsız- belirli hesaplarla veriliyor. Ender de olsa, yollanan metinleri okuyup tarafsız bir gözle değerlendiren jüri üyeleri de var. Söz konusu üç yarışmaya öykülerimi gönderirken -öncelikle- jüri isimlerine baktım ve malum edebiyat kanonları içinde yer almayan isimlerin olduğunu görünce katılmaya karar verdim.

Şebnem Birkan: Bodrum’da yaşıyorsunuz ve günümüzde Bodrum özgürlükler beldesi olarak ün yaptı. Bodrum’un sizin yazım hayatınıza nasıl etkileri oluyor?

Açıkçası Bodrum’a, daha doğrusu Gümüşlük’e yazmak için geldim. On yıla yakındır burada, doğanın içinde gönüllü bir inziva hayatı yaşıyorum. Tabii, her sahil şeridinde olduğu gibi Bodrum da açık bir şantiyeye dönüştü. Durumdan memnun değilim ama dayanabildiğim kadar buradayım. Sonrası kim bilir?

Şebnem Birkan: “Hadi Bak Bana” da farklı cinsel yönelimi olan bir erkeği ve “Kabul Günü”nde ise evli ama lezbiyenliğini yaşayamayan bir kadını konu etmişsiniz. Türkiye’de eşcinsel olmak nasıl bir durum?

Elbette çok zor. Teknolojik açıdan yapay zekâ çağında yaşıyorken evrimsel açıdan henüz emekleme aşamasındayız. Bir sürü insan maalesef hâlâ cinsel yönelimini açıklamaktan korkuyor, özellikle bu topraklarda. Zira tıpkı kadınlar, çocuklar, hayvanlar gibi LGBTİ bireyler de şiddete, tecavüze uğrayıp canice öldürülüyorlar. 

Şebnem Birkan: Dilinize değinmek istiyorum, öykülerin dillerinin birbirinden çok farklı oluşu dikkatimi çekti, bunu özellikle mi yaptınız, neden?

Bu soru için ayrıca teşekkür ederim. Kendi adıma böylesi önemli bir hususu, size fark ettirebildiysem ne mutlu bana. Çünkü öyküleri yazarken muradım sadece farklı konuları işlemek değildi, aynı zamanda farklı sesleri de verebilmekti. Maalesef son zamanlarda okuduğum öykülerin çoğu -tornadan çıkmışçasına- birbirine benzer konular ve dillerden yazılmıştı. Kuir bir yazar olarak farklı bir yol izlemek istedim ve her öyküyü farklı bir üslup ve sesle dillendirdim.

Şebnem Birkan: “Salıncak” adlı öykünüzde adeta sesli, okura efektler vererek Gülazer’in trajik hayatını anlatıyorsunuz. Ensest, tecavüz ve aile içi şiddeti büyülü gerçekçi bir anlatım kullanarak ifade etmişsiniz, bu konuda bize neler söylemek istersiniz?

Ne yazık ki bizim coğrafyaların acı gerçeğidir bu söyledikleriniz. Gülazer’in trajik hayatı, bu topraklarda yaşamış, yaşayan ve her türlü şiddete, tacize, tecavüze maruz kalmış, küçük yaşta evlendirilmiş, olmadı hunharca öldürülmüş tüm çocuklara ve gençlere adanan hazin bir öyküdür.

Şebnem Birkan: Aslında öyküleri tek tek irdelemek ve başka sorular sormak isterdim ancak öykülerin büyüsünü bozmamak için daha fazla soramıyorum. Bundan sonra roman mı, öykü kitabı mı yoksa başka bir eser mi gelecek?

Başta belirttiğim gibi yazmaya geç başlayan biri olarak süratle arayı kapatmak istiyorum. Elbette edebî tarzımı ve dünyaya bakışımı bozmamak kaydıyla. Zaten on yıldır hayatım okumak, araştırmak, gözlemlemek ve yazmaktan ibaret. Halihazırda kafamda yazılmayı bekleyen bir sürü konu var; fakat hangi formatta yazacağıma henüz karar vermedim. Belki roman belki öykü belki de -ve umarım- şiir.