SAİT FAİK ABASIYANIK VE SEMAVER ÜZERİNE NOTLAR
‘Yazmasam deli olacaktım’
“Şiir olmayan yerde insan sevgisi de olmaz. İnsanı insana ancak şiir sevdirir. Yoksa cinayetler alır yürür. İnsan, insan yüzüne bakamaz olur. Şiir; büyük laflar, sözde büyük düşünceler, sahte vatanperverane lakırdılar, boş ahlak kaideleri değildir. Şiir insanı insana yaklaştıran şeydir. Harpler şairsizlikten çıkar. Cinayetler şiirin okunmadığı yerlerde işlenir. Kuvvetli insan, şiir sevmediği için zayıf insanı döver” Sait Faik Abasıyanık
Aristokrat bir ailede gözlerini dünyaya açan Türk edebiyatının hüzünlü ustası Sait Faik Abasıyanık, öykücü kişiliğiyle bilinse de aslında iyi bir şairdir. Abasıyanık, film şirketi kurmaya teşebbüs eder ve 2 tiyatro oyunu taslağı da hazırlar.
Garip akımın öncülerinden Orhan Veli ile arkadaşlığı ve Veli’ye sarf ettiği sözler, birçok edebiyatsever gibi beni de derinden etkiler. 1954 yılında Varlık’ta yayınlanan yazıda, Sait Faik’in şu sözleri gönül telimi titretiyor. Diyor ki Sait Faik Abasıyanık;
“Bir delikanlı Orhan’ın şiirlerini okumuşsa içi titremeden, gözü yaşarmadan insana, ağaca, kuşa, taşa, toprağa, Ankara’ya, İstanbul’a bakamaz; kaldırımına tüküremez, ağacını kesemez; sokakta kendi halinde, sakalı ağarmış, paltosu yırtık, üfürsen uçacak bir adamın -Süleyman Efendi budur diye- eline sarılmadan edemez olur. Orhan’ın şiirini okuyan kız, erkek, kimseyi öldüremez, kimseye sövemez.Türkçe Orhan’ın elinde bugüne kadar bilmediğimiz hale gelmişti. Biz Türkçemize neler, ne ukalalıklar, ne yabancılıklar takmış, ne paçavralar giydirmiştik. O, Türkçeyi soyuvermiş, yakışır urbalar giydirmişti. Aman şu Türkçe ne güzel şeymiş dedik. Birçoklarımız dedik. Dedik amma yine de mektep kitaplarına bu Türkçeyi yakıştıramadık.”
Cumhuriyet döneminin önemli yazarlarından birisi olan Haldun Taner ise, Sait Faik’i şöyle anlatır: “Sait Faik’i, Sait Faik yapan, bütün o yüksündüğü özellikleriydi. Aylaklığıydı. Okul kaçkını başıboşluğuydu. Hiçbir ciddi işi ucundan tutamayan gelgeçliğiydi. Sonunda kendini olduğu gibi kabul etti. Dünyadaki, toplumdaki hikâyeci yerini bilinçle aldı. Burgaz çalılıklarından çekti bir kızılcık dalı kopardı, kalem gibi yonttu ucunu yaşama batırdı ve yazmaya koyuldu. Disiplinli yazarlar gibi muntazam çalışmıyordu, yazma işine asılmıyordu. Eserekli yaradılışına uyarak durup dinlenip bazen sadece yaşayıp yazmayı unutarak yazmaktan ekmek parası beklemeyerek, yazıyordu.”
Türk hikayeciliği Ömer Seyfettin’den sonra Memduh Şevket Esendal, Refik Halit, Fahri Celalettin gibi ustaların sürdürdüğü bir türdü. Sabahattin Ali, Refik Halit’in memleket hikâyeciliğine diyalektik bir görüş katmış ve bu yeniliği ile 1940’ların tek ismi olmuştu. Sait Faik ise onların yapmadığı bir şeyi yaptı. Türk hikayeciliğine o zamana kadar hiç benzersiz bir tarz getirdi. Bir tez savunmuyor, bir yaşantıyı yansıtmıyordu.
İnsan sevgisi dolu, doğa sevgisi dolu bir yüreği vardı. Neye baksa bu sevgi ile ısınıyor, ışıklanıyordu. Biz ancak o el attıktan sonradır ki en önemsiz görünen insanların ve şeylerin zevkine eriştik. Bir şeytan minaresi, bir karpuz sevgisi, bir mangal ve iskemle, bir karmeriyeli mezar, bir boya sandığı, bir projektörcü, bir balıkçı, bir garson, bir papaz efendi… Sait onlara bakınca, onları anlatınca birdenbire ilginçlik kazanıyorlardı. En belirgin özelliklerinden biri de fikir namusuydu. Çok varlıklı, apartmanlı, otomobilli bir şair dostu onu bir gün Boğaz’a götürmüş, mükellef bir ziyafet çekmiş, gezdirmiş, içirmişti. Sonra da Cağaloğlu’na, şairin bir kitabının basıldığı basımevine uğramışlardı. Provalara şöyle bir göz atan Sait Faik: “Eli açık, ikramcı adamsın. Bugün beni aldın, yedirdin, içirdin, krallar gibi gezdirdin ama iş şairliğe gelince berbat bir şairsin.” demişti. Hey gidi koca Sait Faik. Bakın öleli yirmi yıl olmuş. Ne var ki hikâyelerinin her biri dün yazılmış gibi diri ve canlı. Bir yazar için bundan büyük talih olur mu?”
“Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.” diyor Sait Faik…
Edebiyatımızda çığır açan usta ismin “Semaver” öyküsü, derin izler taşır. Onun eserleri, İstanbul’un kenar mahallelerinde yaşayan sıradan insanların hayatlarını ve bu insanların günlük yaşamlarındaki incelikleri büyük bir ustalıkla işler. “Semaver” öyküsü de Sait Faik’in bu yeteneğini en iyi yansıtan eserlerinden biridir. Bu öykü, Ali ve annesinin mutlu, huzurlu hayatlarını ele alan sıcacık bir aile hikayesidir.
“Semaver” ilk olarak 1936 yılında yayınlanmış ve aynı zamanda Sait Faik’in yayınladığı ilk kitap olma özelliğini taşır. Bu öyküde, Sait Faik’in hikâyelerinin beslendiği ana kaynaklar olan kahvehane köşelerinde pinekleyen insanlar, balıkçılar, her sabah işe giden fabrika işçileri ve seyyar satıcılar gibi karakterler göze çarpar. Sait Faik, İstanbul’un tarih kokan sokaklarını, caddelerini ve varoş mahallelerinde yaşayan fakir ama mutlu insanları büyük bir ustalıkla hikâyelerine dahil eder.
Semaverin sıcaklığı ve ailenin mutluluğu
Hikâyenin merkezinde, İstanbul’un Halıcıoğlu semtinde şifalı bir gecekonduda yaşayan anne ve oğlu Ali’nin mutlu hayatları yer alır. Annesi her sabah erken kalkar, yeni doğan bir bebeği sevip öper gibi oğlunu öper ve koklar. Mutfakta kaynayan semaverde demlediği sıcak çay ve kızartılmış ekmek kokusu, onların mutluluğunun ana sığınağıdır. Semaver, çay kaynatmaktan öte, bu mutlu aileyi bir arada tutan sihirli bir fonksiyona sahiptir.
Uzun süre işsiz olan Ali, nihayet bir fabrikada iş bulur. Bu durum, anne ve oğul için yeni bir mutluluk kaynağı olur. Ali’nin annesi, her sabah kalkar ve sabah namazını kılarak Allah’a oğlu için dua eder. Dünyada oğlundan başka kimsesi olmayan bu kadın için Ali, hayatının tek tesellisi ve dayanağıdır.
Mutluluğun sembolü: Semaver
Sabah namazından sonra annesi, oğlu için ekmek kızartır ve semaverde çay demler. Semaverin buharı ve sıcaklığı, mutfakta yayılan bütün güzel kokuların önüne geçer. Ailenin mutluluğu, semaverde kaynatılan çayın mis kokulu güzelliğinden beslenir. Artık bir işi olan Ali, her sabah annesinin demlediği çayla kahvaltısını huzur içinde yapar, annesinin hayır duasını alarak evden çıkar.
İstanbul’un fotoğrafı
İstanbul, uykusundan yeni uyanmıştır. Sabahın habercilerinin derinden gelen güçlü sesleri, Boğaz’ın serin sularını yırtarak geçen vapurların ve tramvayın sesleriyle karışır. Ali, her sabah alışık olduğu çayın ve ekmeğin mis kokusunu alarak uyanır. Ancak bir sabah, bu kokuların gelmediğini fark eder. Evde eski sıcaklık ve canlılığı göremeyince telaşlanır ve annesini aramaya başlar. Ne yazık ki, annesinin cansız bedeniyle karşılaşır.
Artık kaynamayan bir semaver
Zamansız gelen bu ölüm, Ali’nin dünyasını alt üst eder. Annesinin yorgun kalbi, daha fazla dayanamaz ve oracıkta son nefesini verir. Annesinin ölümü, evde sürekli kaynayan semaverin de artık kaynamamasına neden olur. Mutluluğu bozan bu ani ölüm, aynı zamanda o evdeki huzurun da sonu olur.
Sait Faik Abasıyanık’ın öyküleri, insana odaklıdır. Yazar, özellikle şehirde yaşayan az gelirli insanların yaşamlarını bütün gerçekliği ve çıplaklığıyla anlatır. Sait Faik, kuyumcu titizliğiyle yazdığı satırlarla okuyucuları bu yaşamların içine davet eder ve onların dünyalarına bir pencere açar. “Semaver” öyküsü de bu yeteneğin en güzel örneklerinden biridir.