YASEMİN ÜNAL/RÜYALAR

RÜYALAR

Suratı asık dolanıyor evin içinde. Masayı kurdum, bekliyorum, sakinleşsin, otursun; ağız tadıyla yiyelim yemeğimizi. Atışmadan, birbirimize laf sokmadan, sakince hatta belki kimbilir, keyifliyse yapacağı esprilere gülerek… Ne var ki o öyle asık suratla dolanırken, “Yemek hazıır!” diye sesime neşe katmaya çalışıp çağıramıyorum, çekiniyorum. Parlar, aksi bir laf eder, ben de alınganlık yaparım ve ortam gerilir iyice. Oysa hava güzel, ılık bir yaz akşamında sakin bir kıyıdayız. Köy evinin geniş bahçesinde mandalinalar, zeytinler, dutlar, badem ağaçları insanı doğaya bakmaya, anlamaya, şehri, koşturmacaları ve sorumlulukları unutmaya davet ediyor. Birazdan çiçekli masa örtüsüne dizilmiş tabak ve çatallara bakarak yemek yiyeceğiz. Eğer didişmeden konuşabilirsek sorunları halledeceğiz. Bekliyorum öylece.

Gökyüzü alacakaranlığını hepten karartıyor, tek tük yıldızlar beliriyor. Sokak lambaları da olmasa gepgeniş bir lacivertliğe hayranlıkla bakmak ikimizi de sakinleştirecek, eminim. Terasta oynayan iki kedi yavrusu birden ferahlık benzeri bir duygu getiriyor içimize. Onlar böyle kaygısızca oynarken iki yetişkin insan niye susarak otursun? Elbette yüzümüz yumuşuyor, gülümsemeye benzer dudak kıvrımlarımız, gözlerimizde pırıltılar beliriyor, ikimiz de kedi yavrularını seyrederken bu saçma sapan küslüğün sonundayız, göz göze gelip masaya doğru yürürken.

Orada zaman, tüm devinimler asılı kalıyor, ikimiz de fotoğraf karesinde hapsolmuşçasına siyah beyaz yassı bir gerçeklikte birbirimize bakarken kalıyoruz.

***

Yataktayım, hava ılık, etraf sessiz, huzurla uyuyorum yukarıdan kendime bakarken. Sol yanağımı elimin üstüne bırakmış, bacaklarımı kendime doğru çekmişim. İnce beyaz çarşaf üstümde, çok hafif nefeslerle  kıpırtısız yatıyorum. Odanın köşesindeki yer minderinde iki ufak kedi yavrusu da birbirlerine sokulmuş uyuyor. Minik tüylü bedenleri yavaş sakin inip kalkıyor. Oda karanlık, ev karanlık, sokak lambasının ölgün ışığı holü istemsiz aydınlatıyor.

Yukarıdan bakan ben ama sallanan da ben. Evet, yatak sallanmaya başlıyor. Sonra duvarlar, sonra tavan, sonra lamba, sonra yavru kedilerin minderi sallanıyor. Niye bu kadar uzun sürüyor bu sallantı? Kalkamıyorum, neden? Hem yukarıdan görebiliyorum hem tüm bedenim, içim dışım sallanıyor? Kalkmam lazım, kızımı uyandırmam lazım! Kedi yavrularını ve kızımı alıp evden dışarı çıkmamız lazım! Yoksa bu duvarların altında kalacağız! Aşağı bahçeye inmemiz lazım!

Yok canım rüyadayım, buralarda böyle şeyler olmaz. Şimdi gözlerimi açacağım, güneş doğmuş olacak. Beni ilk kedi yavruları karşılayacak, sonra çayı koyarken kızım kalkacak, gözleri mahmur, “günaydın annem” diyecek. Dün akşamki küslük çoktan unutulmuş, “bana kahve yapsana” diyecek. Elim gitmiyor raftan kahve kavanozunu almaya çünkü ellerim de titriyor. Çünkü yukarıdan görüyorum, oda karanlık, elektrikler kesilmiş, sokak lambası da aydınlatmıyor evin içini!

Hiçbir şeyi yerli yerine oturtamıyorum. Kafam da sallanıyor çünkü. Yastık başımın altından kayıyor. Büzülüyorum iyice, ufalıyor bedenim. Ruhum da sıkışıyor sanki. Nefeslerim sık, düzensiz, “tamam” diyorum, al sana geliyor yine bir astım krizi daha. Göğüs kafesim paralanacak gibi nefes için boşuna debelenirken gözlerim yerinden uğramış, donup kalıyorum.

Demek babam da annemi böyle korumaya çalışmıştı o gece. Uykunun en derininde yakalanmıştı ikisi de buna benzer bir sallantıya. Daha ne olduklarını anlayamadan duvarlar çökmüştü üstlerine. Ne duvarı, tüm apartman çökmüştü, tüm site çökmüştü, yerle bir olmuştu bütün mahalle ve şehir. Demek babam da kalkamamıştı, aynı benim gibi kalakalmıştı yataktan. Sadece sarılabilmişti anneme korumak için. Yıkıntıların içinde öyle bulmuşlardı ikisini, birbirlerine sarılmış olarak.

Ben kime sarılacağım? Kızım nerede? Kalkmam lazım, onu aşağı indirmem lazım! Duvarlar ve yer ve yatak sallanmaya devam ediyor. Bu ne uzun bir rüya, bitsin artık! Uyanayım da çayı koyayım. Kedi yavruları… Uyandılar ama oynamıyorlar. İkisi de koşarak odadan çıktı, yattığım yerden gördüm. Yukarıdan bakan ben nerede peki? Çarşafın soğukluğu değiyor omzuma, bedenimin tam üzerinde bir fil oturuyor şimdi. Çarşaf da soğuk, fil de buz gibi ve çok ağır. Nefes giremiyor, çıkamıyor. Filmlerdeki ağırlaştırılmış sahnelerin uçuyor gibi koşan, süzülerek yükselen amorf şekillerine bürünmüşüm. Konuşmak, bağırmak istiyorum, sesim çıkmıyor. Fırlayıp kalkmak kızımı kucaklayıp bahçeye koşmak istiyorum, bedenim taş kesilmiş, nefesim durmuş, çarşaf çok soğuk…

“Hiç takılmayacağım, bir daha hiçbir şeye üzülmeyeceğim, karışmayacağım. Bir nefes alabilsem ve kalkıp kızımı kucaklasam, kedi yavrularını alıp şu evden dışarı çıkarabilirsem, bir daha hiç ama hiç…”

Kapının kenarından kızım bakıyor, beyaz pijamaları karanlıkta parlıyor. Tam orada zaman, tüm devinimler asılı kalıyor. İkimiz de fotoğraf karesinde hapsolmuşcasına siyah beyaz yassı bir gerçeklikte birbirimize bakarken kalıyoruz.