ÇIĞ DERGİSİ I. ÖYKÜ YARIŞMASI BİRİNCİLİK ÖDÜLÜ
A. SONAT ŞEN
ÖFKE
Ahmet öfke ile masaya yumruğunu vurunca tespihi elinden yere düşürüyor Talat. Yan masalarda demlenenlerin bakışları onlara çevriliyor. Ne bu bakışlar ne Ahmet’in öfkesi, Talat’ın alkol kokan neşesine engel oluyor.
“Ne dedin sen?” diye bağırıyor Ahmet. Uyuyan yılan uyandı. Yıllar boyu içinde biriken öfkenin tapası çekildi sanki. Talat sebep olduğu gerginlikten dolayı pişman değil. Aksine, bu anların keyfini çıkarıyor sanki. Taşı zevkle kuyuya attı. Söyledikleri çok da umurunda değilmiş gibi pantolonunun üzerinde olmayan tozları eliyle silkeliyor, gömleğinin kollarını bir kez daha katlıyor.
“Ben mi saldım adamı Ahmet? Bana ne kızıyorsun?”
“Nasıl ya nasıl? Müebbetti onun cezası!”
Kuyunun dibine düşen taş, ortalığı bulandırmaya başlıyor. Meyhaneci Cavit gerginliği hissettiği masaya yanaşıyor.
“Gençler, sakin olun. Bu akşam bitti size sanırım. Hesabı bir dahaki sefere hallederiz. Hadi, siz yavaş yavaş toparlanın da…”
“Başlatma hesabına da sana da Cavit abi! Git başımdan Allah’ını seversen!”
“Sonuçta adam çekti cezasını demek ki…”
“Hadi gençler, hadi!”
“Tamam Cavit abi, yok bir şey! Hem o adama hayatını borçlusun bence.”
“Ne saçmalıyorsun Talat sen ya?”
Talat, Ahmet’in kabaran öfkesini körüklercesine gülümseyerek; “Tabii oğlum, sonuçta ananın ne olduğu malum… Belki de sen öldürecektin bir süre sonra. Adam sana iyilik yaptı belki de…” Ahmet bu kez ayağa fırlıyor ve kalkarken de eliyle masayı ters yüz ediyor. Tabaklar, bardaklar, yarım kalmış şakşuka, humus, gavur dağı, babagannuş… hepsi meyhanenin kirinin, pisliğinin içinde bir tarafa savruluyor.
“Talat, sen ağzından çıkanı duyuyor musun? Kasten mi yapıyorsun bunu bana?”
Cavit, Ahmet’i kolundan tutmuş, meyhanenin dışına çıkması için çekiştiriyor. Meyhanenin müdavimlerinden Hüseyin Efendi de Talat’ın yanında. Sandalyenin arkasına astığı ceketini, delikanlının eline vermeye çalışıyor. Sanki temiz hava, iki gergin gencin öfkesine şifa olacak. Ne Talat ne Ahmet çıkıyor ama dışarı.
“Çekiştirmesene Hüseyin abi! Oğlum, hepimiz biliyorduk ananın ne olduğunu, bir sen ayılmamıştın.”
“Sakin olun gençler. Uzatmayın. Hadi, hadi!”
“Neymiş benim anam?”
“Orospuydu oğlum! O ros puuu!”
“Ne dedin sen? Hemen geri al lafını. Arkadaşım demem öldürürüm seni. Geri al!”
Kuyunun suyu taşıyor. O an, onları yıllardır bir arada tutan geçmişin sırları çatlıyor. Ahmet’in saniyeler içinde şakaklarında damarlar beliriyor. Yüzü kıpkırmızı oluyor. Gözlerinden ateş püskürürken ortalık savaş alanına dönüyor. İki saat önce “şerefe” diyerek mutlulukla tokuşturulan kadehler, birbirlerinin başında kırılmaya başlıyor. Muhabbetle omuzlara konan eller karşılıklı yumruk atıyor. Meyhanede devrilmemiş masa, kırılmamış bardak, tabak kalmıyor nerdeyse… Müşterilerin kimi mutfak tezgahının ardına kimi masaların altına saklanmış… Elinde kadeh, sokağa kaçanlar da var. Daha uzağa değil ama olan biteni görecekleri mesafedeler. İzliyorlar. Hep yaptıkları gibi…Bir tek Meyhaneci Cavit ve Hasan Efendi uğraşıyor kavgayı ayırmaya.
“Gençler, sakin olun gençler! Hasan Efendi tut şunun elini. Bıçak… Al elinden bıçağı. Tut, tut, tut Hasan Efendi! Aman diyeyim! Sakin Ahmet, sakin oğlum! Dur, dur yapma gözünü seveyim! Hasan efendi, bir şey oldu mu Hasan Efendi? Ne yaptın oğlum, ne yaptın Ahmet? Dur, dur gözünü seveyim! Yapma Ahm…Talat, Talaat… İyi misin oğlum? Talaaat… Ambulans çağırın! Kaçıyor, tutun! Ahmet! Ne yaptın sen? Kaçma, kaçma Ahmet… Yakalayın! Poliiiiissss! Poliiissss!”
Ahmet, elindeki kanlı bıçağı, kapıda göz göze geldiği sarhoş Niyazi’ye aldırmadan savuruyor bir kenara. Ardına bakmadan koşarak gecenin karanlığına sığınıyor.
Meyhaneci Cavit, dakikalar içinde yaşananları anlamaya çalışıyor. Talat’ın göğsünden sızan kan, onun da ellerine bulaştı artık. Ilık ılık. Kıpkırmızı… Kan durmuyor. Kan meyhanenin zemininde kırmızı bir göl oluşturuyor. Talat’ın gözleri şaşkın… Talat’ın gözleri pişman… Talat’ın gözleri korkmuş…
“Korkma oğlum, korkma Talat… Geliyor ambulans.”
Meyhaneci Cavit yeterince korkuyor. Talat’ın gözlerinden kayıp giden hayatı, ağzından çıkan son derin nefesi tanıyor. Bitti. Cavit allak bullak, perişan… Mekânın gediklilerinden Hasan Efendi hala Ahmet’le kavga eden Talat’ı korumaya çalışıyor sanki. Elleri kolları ile havada olmayan birilerini itiyor. Az önce yaşananları izleyen diğer müşteriler, meyhanenin zemininde yere saçılmış barbunya pilakinin, haydarinin, lakerdanın arasında boylu boyunca uzanan Talat’ın ve onun kanlar içindeki gövdesini dizlerinin üstünde tutan Hasan Efendi’nin ve Cavit’in başucundalar. Ürkek seyirciler, şimdi yaşananları anlamaya çalışıyor. Her kafadan çıkan ses ayrı ama cümleler aynı soruyla bitiyor. Kanlar içindeki Talat’a bakarak “Öldü mü?” diye soruyorlar birbirlerine fısıltıyla. “Ölmüş mü? Öldü mü? Ölmüş…
Ambulans geldiğinde herkes kenara çekiliyor. Yerde Talat’ın cansız bedeni, kolu kanayan Hasan Efendi ve yaşananlara bir anlam veremeyen meyhaneci Cavit var. Bir de ters yüz olmuş sandalyeler, masalar, kırılan kadehler, yarım kalmış mezelerle dolu parçalanmış tabaklar, içine kan karışmış cacık, ezilmiş kavun dilimleri…Hasan Efendi Talat’ın başını bu pisliğin içine koymak istemiyor. Cam kırıkları Talat’ın başına batmasın. Cavit güçlükle ayağa kalkıyor. Düzelttiği sandalyelerden birine çöküyor. Elleri kanla kaplı. Üstü başı kan içinde. Şaşkın… Çaresiz…En çok da üzgün… Ambulansla eş zamanlı gelen polis, kalabalığı meyhanenin bir köşesine topluyor.
Hayatı izleyerek yaşayan o güruhun içinden sarhoş Niyazi, bağırıyor. “Ahmet yapptı! Görrrdümm benn…Kaççtı ama… Bıçağı savurrrdu, kaçtı…” diyor. Talat’ın gözleri açık, aralık ağzından nefes çıkmıyor artık. Kalbi atmıyor. Ambulanstan inen sağlık görevlileri yapılacak bir şey olmadığını söylüyor polise baş ve göz işaretleriyle. Hasan Efendi, kanayan sol koluna müdahale eden hemşireyi görmüyor bile. Gözlerini, az önce dizlerinin üzerinden indirilen Talat’ın açık gözlerine kenetlemiş. Oğlunu beş yıl önce Güneydoğu’da askerlik yaparken şehit verdikten sonra mecnuna dönen adam, gaipten gelen bir sesle konuşuyor. Talat, o ve ses… Orda sadece üçü var sanki…
“Ayıramadım Hatice’m… Çok öfkeliydi, çok gençti ama ayıramadım. Anası hayatta değildir inşallah Hatice’m. Evlat acısı zor, dayanılmaz. Çeken bilir Hatice’m… Sen bildin. Ben bildim… Ama bilmesin başka kimse… Ayıramadım. Gitti gencecik çocuk… Ayıramadım.”
Cavit, başı önde… Polislerden ikisi onun başında. Mekân sahibi olarak karakola götürecekler onu. Diğer müşterilerin de ifadeleri alınacak. Gece uzun… Gece karanlık…
Ahmet, ardında bıraktıklarını düşünerek koşmaya devam ediyor. Nefesi kesilene, ayakları isyan edene kadar koşuyor. Ne yaptı az önce? En yakın arkadaşına bıçak çeken el, onun eli miydi? Elindeki kan Talat’ın kanı mı? Sus dedi ona. Geçmişi unutmak, silmek için bu kadar uğraşmışken onu en acıtan yerinden vurduğunu bilerek konuştu Talat. “Orospu çocuğu!” Kulaklarında hala çınlayan bu cümle…
Ahmet koşarken nereye gittiğini düşünmüyor. Ama ayakları biliyor nerede olması gerektiğini. Bu evleri, bu sokağı tanıyor. Talat’la dostlukları bu sokaklarda başladı. Sadece çocukların mutlu olduğu sokaklar bunlar. Değişen hiçbir şey yok şehrin bu tarafında. Aynı pislik, aynı viranelik. İçine yoksulluktan başka bir şeyin giremediği evler… Sokağın karanlığına evlerden sızan soluk ışıklar olmasa, zindan gibi ortalık. Saatler önce ellerine bulaşan kan nedeniyle kendini soktuğu yer gibi. Sokak karanlıkta kalırsa, o evlerde yaşananlar görünmez oluyor sanki. Işık sızan şu evde yaşamıyor muydu bir zamanlar? Yıllardır girmediği bu kapının ardında bırakmamış mıydı çocukluğunu, ilk gençliğini? O adam annesini orospuluk yapmaya bu evde zorlamamış mıydı? Karanlık, tüm anıları bir sinema filmi gibi seriyor şimdi Ahmet’in gözlerinin önüne.
Çocukken bir şeylerin diğer evlerden farklı yaşandığını hissederdi ama bilemezdi neyin ne olduğunu Ahmet. Büyüdükçe o şerefsizin annesine zorla yaptırdıklarının ne demek olduğunu anlamış ve eve getirilen o adamlardan birini yaka paça evden atmıştı. Bu yaptığının cezasını ödeyen annesi olmuştu ama. Canıyla… O canın cezası ise yirmi dört yılda ödenmişti demek…
Ahmet eli ayağı titreyerek vuruyor kapıya. Biri, ayaklarını sürüyerek ona doğru geliyor içeriden. Yıllar önce, annesinin cenazesi çıkarken kapanan o kapıyı şimdi açan bu ihtiyar, annesinin ve onun hayatını mahveden o adamdan başkası değil. Bazı yüzler unutulmaz. Adam, Ahmet’i karşısında görünce bir adım geri çekiliyor. O da unutmamış. “Yaklaşma!” diyerek elindeki tespihi Ahmet’e doğru savuruyor. Ahmet tespihi yakalayıp koparıyor. O an kanlı elleri görüyor adam. Yere saçılan taneler evin taşlığında oraya buraya sıçrarken telaşla iki adım daha atıyor geriye. Tekrar bağırıyor “Yaklaşma orospu çocuğu!”
Bu evde büyüyen güçsüz çocuk değil artık Ahmet. Filmin kötü adamından korkmuyor. Yıllar önce annesinin tabutunu çıkardıktan sonra dışardan kilitlediği kapıyı, şimdi içerden kapatıyor. Filmin sonu yeniden çekilecek. Bu kez bağıran o;
“Ne dedin sen?”