NECLA AKDENİZ/SALINCAK

Salıncak

Taak dedi açıldı pencere, vuu dedi üşüştü rüzgâr. Elin­den süpürgeyi atamadan oldu olanlar. Gene geç kaldı Gü­lazer! Rüzgârın bilindik sesiyle çocukluğunun menevşe,  geven, süsen kokuları da üşüştü içeri. Odanın her köşesinde ıslık çala çala dolaştı rüzgâr. Oralı olmayınca Gülazer ‘uç uç’ oyununu başlattı. Ciik dedi basma perdede sıkışan kuş­ları uçurdu, çuu dedi çekyatın örtüsünde solan gülleri kanattı, gıyk dedi halıda bekleşen gövel ördekleri kışkırttı. Ardından çevirdi soluğunu Gülazer’e, huu dedi belikli kara saçlarını çözdü, üff dedi morarmış yanaklarını öptü. İşte o vakit dayanamadı Gülazer, eski bir zaman düşünün peşine takılıverdi.

“Hüthüt kuşu nasıl uçar, biliyon mu Gülazer gız?

“Nasıl uçar, buba?”

“Hüüt, hüüt…”

“Adı gibin desen ya şuna!”

“Benim gızım da büyücek, hüt hüt deyip şeherli okullara gidecek, yavuz bi öğretmen olup çıkacek.”

“Şeherde deniz var mıdır, buba?”

“Olma mı heç?”

“Cup cup çimeriz he mi, buba?”

Gülazer’in sıcacık baba evinin ocağından usulca süzüldü rüzgâr, dumanlı bacasına kondu. “Uç uç” deyince Gülazer, aldı sırtına kızı, çocukluk bahçesinin ceviz, dut, armut ağaç­larında gezdirdi bir bir. Elma ağacına gelince dayanamadı Gülazer, en kırmızı elmayı koparıp iştahla yedi. Hoop de­yince rüzgâr, bir sıçrayışta tutundu ellerinden incir dalına.

Kahkahası havada, bedeni boşlukta

Sallandı, sallandı, sallandı…

Derken esip gürlemeye başladı rüzgâr. “Uçma, uçma!” diyemeden Gülazer, döne döne devasa bir burgaç oldu; vuu diye diye hayvanlı ahırların, ekili tarlaların, çağıltılı derele­rin üstünden geçti, üç köy ötedeki evin kapısına dayandı.

“Kapı eşiğinde ne sallanıp duruyon, gız?”

“Yemin olsun rüzgâr sallıyo, ana.”

“Deli deli konuşma! Akşam vakti anca cinler çarpar eşik-te. Töbe de gir içeri.”

Gülazer’le birlikte rüzgâr da girdi içeri. Islık çala çala bir odada bir mutfakta dolaştı. Oralı olmayınca Gülazer, pat dedi yumuk ellerine kondu. Kâh kuzinenin üstünde kayna­yan ayran aşını karıştırdılar kâh fırınında kızaran tandır ekmeğini çevirdiler. Yemek vakti gelince duvara asılı sof­rayı devirmeden indirip örtüye yerleştirdiler. Çorba çanağını tam ortaya, tandır ekmeklerini yanlara dizdiler. Turşu kabını getirirlerken taak dedi açıldı kapı. Kara poşulu, koca göbekli, burma bıyıklı adam başmağını çıkarıp hışımla daldı odaya. “Hoş gelmişsin ağam.” dedi ana, patlak dudağı­nın kenarıyla. Cevap vermeden sofraya çömeldi adam. Peşinden anayla Gülazer. Sofra bezini dizlerine çekip ağanın ayran aşına kaşık sallamasını beklediler. Burma bıyıklarını bulaya bulaya çorbayı höpürdetti adam, tandır ekmeğini şapırdata şapırdata mideye indirdi. Ana, Gülazer’e kaş göz etti, bir koşu mutfaktan ıslak elbezini yetiştirdiler. Yatsı eza­nını duyunca sofradan kalktı ana, ayaklarını sürüye sürüye yataklı odaya geçti, namaza durdu. İlk defa Gülazer’e bakıp sırıttı adam. “Gız!” dedi, “gene giymemişin aldığım fistanı.” Başını öne eğince Gülazer, sesini yükseltti. “Kalk hele, giyin de gel!” Beliklerini iki yana salladı Gülazer. “Ne diyom sana piç kurusu?” Cevap gelmeyince sofra devrildi, ana koştu, Gülazer kaçtı, rüzgâr pustu.

Gece yarısı pis kokulu nefesin hırıltısıyla sıçradı tetikli uykusundan Gülazer. “Yapma beybuba, yapma!” diye ün­lemeye kalkıştı. Kıllı elinin birini Gülazer’in ağzına, diğerini boğazına dayadı beybuba. “Sus gız!” dedi, “boğarım bak hinci!” Karanlık odanın dibindeki yer döşeğinde bir sağa bir sola debelendi Gülazer. Çürük kolları yakaladı beybuba, kavruk bacakları araladı. Abandıkça abandı tüy kadar hafif bedene. Salyalı ağzıyla yeni çıkmış memeleri dişledi, arsız eliyle tüysüz apış aralarını elledi. İşi bitince, “Şeytanın dölü!” diye hırlayıp Gülazer’in suratına şaplağı indirdi. “Bi daha ses edersen ananla kapının önünde alırsın soluğu.” Sarıldı yorgana, akıttı yaşlarını çarşafa Gülazer. Tepesi attı adamın. “Dul garıya imam nikâhı kıydığım yetmedi, piçiyle uğraşıyom bi de!” Söylene söylene derpisini giydi, yataklı odaya geçti. Sabah ezanına kadar gözleri açık bekledi Güla­zer. Anası abdest almak için ayakyoluna giderken fısıldadı: “Ana, ana!” Gülazer’in sesi, anasının kulağında kahır olup çınladı. Bir kızının yanına gidip ağıt yakacak oldu, bir duy­mazlığa gelip ayakyoluna gidecek. Ağzı ahraz, aklı görmez olana dek bekledi. Sonra açtı kapıyı, çıktı dışarı. Anası çıkınca rüzgâr girdi içeri. İşte o vakit aldı koynuna oyun arkadaşını, derin bir çocuk uykusuna daldı Gülazer.

“Uç rüzgâr, uç…”

“Kız, nasıl sallanıyon öyle incir dalında!”

“Sallanmıyom ki, Emine, uçuyom ben uçuyom.”

“Anam diyesi ki Gülazer’e kısmet çıkasıymış.”

“Ne kısmeti?”

“N’olcak, koca işte koca…”

“Hele bitireyim şu ortayı, göstericem onlara kısmeti!”

“Kız, bana da öğretsene uçmayı.”

Silkelenip uyandı Gülazer. O hırsla çekyatın örtüsünü çekip kızıl gülleri silkeledi. Halının üstüne çıkıp gövel ör­dekleri süpürdü. Perdeyi suya batırıp hüthüt kuşlarını çiti­ledi. Dağılmış kara saçlarını yola yola iki belik yaptı, kınalı ellerini ova ova ağarttı. Gitti heladan bozma mutfağa, çay­danlığı ocağın üstüne koydu. Peynir kırıntılarını buzdola­bından, akşamdan kalma ekmeği naylon torbadan, kimselere diyemediği kahrını yüreğinden çıkardı, masaya koydu.

“Hadi gir içeri de fistanını kuşan, kınalı kuzum.”

“İstemiyorum dedim ya!”                                                                        

“Deme öyle. Kurtuluyosun işte!”

“………”

“Şeher şeher diye tutturan kimdi?”

“Bubam.”

“Başlama gene! Hazırlan hadi çabuk.”

Elinde kahve tepsisi yan gözle damada baktı Gülazer. Bir de ne görsün! Ağarmış saçları, dökülmüş dişleriyle bey­bubadan yaşlı bir herif kurulmuş sedire. Oracıkta sesi koca bir çığlık oldu, içine içine çağladı.

Duymaz mı Gülazer, gündüzleri çeşme başlarında, ge­celeri evlerin içlerinde konuşulanları. İşitmez mi kahve­lerde vayy deyip iç çeken adamları, tarlalarda vahh deyip yazıklanan kadınları. Sesmez mi Gülazer, anasının dayak yiye yiye taş kesilen yüreğini. Deyivermedi mi Gülazer, beşe giderken öğretmeni kenara çekip sorduğunda başına gelenleri. Daha ayına varmadan sürülmedi mi okuldan öğ­retmeni. Ramazan’da teravihe gittiğinde utana sıkıla fısıldamadı mı Gülazer, imamın gebe karısının kulağına. “Allah’ın hikmetinden sual olunmaz!” diye karısıyla haber salmadı mı köyün cüppeli imamı. Bilmez mi Gülazer, bu evde ka­lırsa her gece her gece… Bilmez mi hiç, bir ayağı çukurda şu adamdan gayrı kim…

Hele bir şehre gitsin. Hele bir yol yordam öğrensin. İşte o vakit biliyor yapacağını Gülazer.

“Deli karı! Başladın gene kendine konuşmaya.”

“Ağam diyom ki, denize gitsek…”

“N’apıcan denize gidip? Mayo giyip orospu mu olucan?”

“Töbe ağam. Sadece…”                                                                        

“Tepemin tasını attırma, kırarım o fingirdek bacağını. Mır mır geveleyip duracağına dua et sahibine, dua! Kim kı­yardı hükümet nikâhını kullanılmış haspaya?”

“Boşa beni o vakit.”

“Kancığa bak sen! Boşayım da hepten yollu ol di mi? O deli kafana sok, kefenle çıkarsın anca bu evden.”

Şehir dediğin iki göz odaymış meğer. El kadar bahçe­lerde ne yeşil bir ağaç bitermiş ne kokulu bir çiçek açarmış. Ne derdini dökecek kör kuyu varmış bu yaban ellerde ne boynuna sarılıp ağlayacak kınalı kuzu. Kat kat göğe dizili evlerde ne Emine gibi yaren varmış ne kapısını çalacak güleç bir tanış. Üç yıl oldu babasının mezarına gitmeyeli Gü­lazer. İki yıl oldu anasının kahırlı sesini duymayalı. Anası ininde, babası mezarında haber bekler Gülazer’den. Ah, varıp köye mezarına yüz sürebilse babasının, anlatıverse bir avazda olan biteni. Buba dese, hüt hüt deyip şeherli okul­lara gittim, yavuz bi öğretmen olup çıktım, hemi de kıvır saçlı, gül ağızlı yağız bir oğlana sevdalandım.

Çabalamadı mı Gülazer, şehre gelince yol yordam öğ­renmeye. Diretmedi mi bildiğini yapıp koca denen ihtiyar­dan kurtulmaya? Heves etmedi mi Gülazer, sırtında gömlek, bacağında etek, ayağında topuklu sokaklara karışmaya. O sıcak yaz günü evden çıkıp gizlice denize gitmeye kal­kışmadı mı? Kahvedeki herifler saniyesinde yetiştirmediler mi ihtiyara? Denizi göremeden kara saçlarından sürüye sü­rüye tıkılmadı mı karanlık ev içlerine? Sabahına bohçasını toplayıp kaçacak olmadı mı Gülazer? Otobüs durağına va­ramadan gözünü, kaşını patlatmadı mı ihtiyar? O günden beri pencerelere demir parmaklık taktırmadı mı? Her sabah evden çıkarken kapıyı üstüne kitlemedi mi? Bilmez mi Gü­lazer, bağırıp çağırsa da ağlayıp üstünü başını parçalasa da kimselere duyuramaz sesini.

Derin bir ah çekti Gülazer. Ahı, çıplak duvarlara çarpa çarpa cılız bir seda oldu, kendi kulağına çınladı. İşte o vakit Gülazer, gitti demirli pencereyi sonuna dek açtı. Parmakla­rını götürdü ağzına, nefesini ıslık yapıp pembe bulutlara üfledi.

Bekledi, bekledi, bekledi…

Tam ümidi kesmişken vuu dedi başına üşüştü rüzgâr. Pencereyi kapadı Gülazer, “uç uç,” diye seslendi oyun ar­kadaşına. Bu sözle coştu rüzgâr, Gülazer’in gözü önünde hoplaya zıplaya rengârenk bir fırıldak oldu. “Dön dön” de­yince Gülazer, ese gürleye döndü, döndükçe saçaklandı, sa­çaklandıkça upuzun bir ip oldu.

Saldı beliklerini Gülazer, bir sıçrayışta tutundu boynun­dan arkadaşına.

Kahkahası havada, bedeni boşlukta

Sallandı, sallandı, sallandı…