ONUR YILMAZ/ÇIĞ DERGİSİ I. ÖYKÜ YARIŞMASI İKİNCİLİK ÖDÜLÜ

ÇIĞ DERGİSİ I. ÖYKÜ YARIŞMASI İKİNCİLİK ÖDÜLÜ

ONUR YILMAZ

DÜŞMÜŞ İNSANLAR

Kuzeye doğru yol alan trenin pencereleri sırılsıklamdı. Adeta yukarıdan birisi kovalarca su boşaltıyordu. Son haftalardaki en şiddetli yağmur, yolculara yerle göğün birleştiğini düşündüren koyu gri ve bulanık bir manzara sunuyordu. Yolculardan bazıları rayları inşa eden firmanın iyi bir iş çıkardığına inanmak istiyor, bazılarıysa Tanrı’ya sığınıp dualar ediyordu.

Ben ise kompartımanımda yolcuların horlamalarının arasında ders notları çıkarıyordum. Sayfalarca metni temize geçirirken lambanın titrek ışığında yazımın giderek çirkinleştiğine aldırmadım. Bilimde çürütülmesine rağmen oyuk dünya kuramı hakkında yazılmış edebiyat eserleriyle ilgili bir sunum hazırlamam gerekiyordu. Gezegenin içinin boş olduğu, kutuplardaki deliklerden yeraltındaki farklı dünyalara geçiş yapıldığını ileri süren bu teori üzerine pek çok roman vardı. Elimden geldiğince özetlemeye çalışacağım bu kitaplar, sırtıma yasladığım çantanın içinde okunmayı bekliyordu fakat bu horlamaların arasında kafamı veremeyeceğimden işin pratik kısmıyla ilgileniyordum.

Yağmur gittikçe şiddetlenip tren ani zıplamalarla gürültü çıkarınca mışıl mışıl uyuyan yolcular kıpırdanarak uyanmaya başladı. Birbirlerine endişeyle bakıyorlardı. Yaklaşık bir saat sonra yağmurun bitmediğini görmek beni de telaşlandırdı. Pencereden dışarı bakan, trenin deniz altında ilerlediğini bile düşünebilirdi. Bazı kompartımanlarda tavan delinmeye başladığı için yolcular başka bölümlere tahliye edilmişti.

Sarsılmalar artıp elektrikler giderken karanlık içinde kaldık. Koridordaki birkaç kişi dengesini yitirip düştü. Kimse sakinliğini koruyamıyordu, çocuklar çığlık çığlığa oradan oraya koşuyordu.

Yanımda oturan orta yaşlı bir adam gayet rahat bir tavırla sigarasını yaktı. “Ucu en azından bize ışık olur.” diye seslendi.  “Herkes yerine dönse ve yolculuk bitene kadar sessiz olsa sorun olmaz. Ortalıkta feveran etmenin bir manası yok!” Görünüşe göre tek başına seyahat ediyordu, sakinleştireceği bir çocuğu veya başına bir şey gelmesinden korktuğu yakını yoktu.

Tren bir kez daha sarsıldı, hepimiz koltuklarımızda sağa sola yattık. Karşımda oturan yaşlı kadın ve oğlu aralarında fısıldaşıyordu.

“Hadi ilaçlarını alıp uyumayı dene anne! Uyanınca varmış olacağız lütfen!”

“Varamayacağız, varamayacağız!” diye sayıkladı annesi.

Onların yanındaki genç bir çift ise suskun bir şekilde oturuyordu. Karanlıktan yüz ifadelerini seçemiyordum ama onların da korktuğu anlaşılıyordu. Ortamın gerginliğinden el fenerimle okumaya çalıştığım kitabı kaldırmak zorunda kaldım. Birkaç dakika sonra tren büyük bir engele takılmışçasına aniden durdu. Öne doğru, yaşlı kadının valizinin üstüne yuvarlanıp kafamı çarptım. Kanın alnımdan aşağı sıcak sıcak süzüldüğünü hissettim. Düştüğüm yerden toparlandığım sırada tren hareket etmeye devam etti. Kimse, hiçliğin ortasında bir istasyon olmadığından iniş için hazırlanmamıştı.

Yanımdaki umursamaz adam sigarasını söndürüp; “Ben bir etrafı kolaçan edeyim.” dedi. “Sizinle geliyorum.” dedim. Orada öylece oturmak sinirimi bozmuştu. Yerden küfürler ederek kalkan insanların arasından geçip öne doğru kondüktörün bulunduğu bölüme gittik. Ancak ortalarda hiçbir çalışan görünmüyordu.

Tren, çıkışı görünmeyen zifirî karanlık bir tünele girdiğinde yağmuru geride bıraktık. İkinci bir sigarayı ağzına götürmüş fakat yakıp yakmamakta kararsız görünen yanımdaki adam; “Bu bölgede herhangi bir dağ yoktur ki tünel gereksin.” dedi dalgın dalgın.

Çok uzun bir süre sonra tünelin sonunda minik bir ışık göründü, her yeri beyaza boyadı. Birkaç saniyeliğine trenin rayları terk ettiği ve havada süzüldüğüne yönelik çılgın bir fikre kapıldım. Derken tren yavaşladı ve kendimizi yerlilerin “Kalopi” dediği gerçeklikte bulduk.

Kurtulduğuma sevinerek yolcularla birlikte aceleyle trenden indim fakat ayağımızı bastığımız topraklar bizim bildiğimiz dünyadan çok farklıydı. Tren rayları toprağın altında kaybolmuştu. Eşi benzeri görülmemiş değerli taşlarla, elmaslarla dolu bir ormandaydık. Ormanın bir tarafında altınla kaplı vadiler, gümüş dağlar ve diğer tarafında pırlanta kumsallar vardı. Şokun etkisi geçer geçmez birkaç kişi ağaçlara saldırıp dallardan sarkan renkli taşları koparmaya başladı. Çığlıklar atıp dans ediyorlardı.

Sigarasını titreyen ellerle yakan adamın gözlerindeki şeytani parıltıyı yıllar sonra bile unutamadım. Hazinesine nereden başlayacağına karar verememişti.

“Burası bizim dünyamız değil.” dedi bir grup. “Yetkili birilerini beklemeliyiz.” Trenin yanından ayrılmayıp dönüş için beklediler. Ben ise esen rüzgârı yüzümde hissedebilmek ve kendime gelebilmek için deniz kenarına gittim. Büyük bir çoğunluk, ışıldayan denizin kenarında inciler ve pırlanta kaplı deniz kabukları topluyordu. Yanlarında getirdikleri kıyafet dolu bavullar boşaltılmıştı. Birkaç değersiz ceket ve pantolon suyun üstünde yüzüyordu. Dakikalar sonra onların sadece giysi değil, yolculardan bazıları olduğunu anladım. İnci toplayanlar arasında çıkan anlaşmazlıkta öldürülmüşlerdi.

Gözleri fal taşı gibi açılmış ganimet toplayan insanlardan uzaklaştığımda yalnız olmadığımızı fark ettim. Yerliler tıpkı bir zamanlar bizim dünyamızda var olduğu söylenen Amazon ormanlarındaki yüzleri boyalı ve bellerine yapraklar bağlamış kimselere benziyordu. Beni ürkütmemek için yüzlerinde dostça bir gülümsemeyle yaklaştılar ama temkinli olduklarını görebiliyordum. Silahımın olmadığını göstermek için ellerimi havaya kaldırıp gülümsedim. Aynı dili konuşmasak da birbirimizi anlayabiliyorduk. Bir nesnenin yüzlerce adı olması o nesneyi farklı bir nesne yapmıyordu. Kendilerine “Eski İnsanlar” diyorlardı. Nereden geldiğimizi sordular, her şeyi anlattım.

“Söylesene genç, yanındaki “Düşmüş İnsanlar” neden doğaya, Kalopi’ye ait olanı sahiplenmeye çalışıyorlar?” diye sordu birisi. “Geldiğiniz yerde böyle şeyler yok mu?” “Onların  “Düşmüş” olmasının bir nedeni var.” dedi bir başkası. Her birinin sesi o kadar güzeldi ki şikâyet etmeden saatlerce dinleyebilirdim. Dilleri, kullandığı kelimeler adeta şarkı gibiydi. “Sizden geldiğiniz yere dönmenizi istemek zorundayız.”

“Epey acınası görünüyorlar.” dedi birisi kararsızca. “Onlara yardım edebiliriz.”

“Evet, evet bize yardım edin lütfen!”

Bu konuşan, trende yanımda oturan nikotin bağımlısı orta yaşlı umursamaz adamdı. Onunla birkaç kişi daha gelmişti. Arkalarına sakladıkları ellerinde kan lekelerini gördüm. Yerlilere ilgiyle bakıyorlardı.

“Çok zor durumdayız.” dedi orta yaşlı adam. “Dünyamız krizde! İçecek suyumuz bile yok. Bazı bölgeler sıcaktan dolayı yaşanılacak yerler olmadığı için göç ediyoruz. Tarım yapacak toprağımız kalmadı. Bize yardım eder umuduyla Mars’a gönderdiğimiz koloni iletişimi kesti. Kendi kaderlerimize bırakıldık. Yardımınıza ihtiyacımız var.”

Yerliler buna karşılık aynı sözleri tekrar etti. “Düşmüş olmanızın bir nedeni var. Doğru ile yanlışı ayırt edemeyen sömürgeci bir ırksınız. Dokunduğunuz bütün dünyaları mahvettiniz. Açlığı, kıtlığı, fakirliği yarattınız. Teknolojileriniz tarafından hapsoldunuz. Doğaya karşı geldiniz.  Şimdiyse yardım dileniyorsunuz.”

“Dediğiniz hiçbir şeyi yapmadık. Bizim hiçbir suçumuz yok!”

“Kabullenmiyorsunuz bile! Yaptıklarınızla yüzleşemiyorsunuz. Hayır, burayı da çürütmenize izin vermeyeceğiz!” Sesinde kabalık yoktu. Aşağılama yoktu. Olabilecek en nazik şekilde olması gerekeni açıklıyordu. Bir liderleri olmadığı için sırayla konuştuklarını fark ettim.

“O halde elimizdeki hazinelerle dönmemize izin verin.”

“Kalopi’den çıkardığınız her şey öte tarafta toz haline gelecek. Hiçbir işinize yaramayacak.”

Düşmüş İnsanlar, Eski İnsanlar’a tartarcasına baktı. Neler olacağını daha ağızlarını açmadan görmüştüm. Yerlilerin kendilerini savunmalarına olanak yoktu, düşününce faydalı silahları da yoktu. Aniden üstlerine saldıran Düşmüş İnsanlar’a karşı hiçbir şey yapamadılar. Aralarına girip engellemeye çalıştım fakat kafama yediğim darbeyle yere yığıldım.

Uyandığımda av bitmişti. Kalopi’nin dört bir yanını dolaşan Düşmüş İnsanlar, Eski İnsanlar’ı avlamış veya tutsak etmişti. “Dokunduğunuz bütün dünyaları mahvettiniz!” Yerlilerin haklılığı karşısında nutkum tutulmuştu. Trenden inen yolcuların yarısı da arbedede öldürülmüşlerdi ama tek bir yerlinin bize zarar verdiğini düşünmüyordum. Düşmüş İnsanlar, birbirlerini yerlilerin onlara zarar verdiklerini söyleyerek kandırıyorlardı.

Kalopi’deki ilk gecemizde yerlilerin neden güçlü silaha ihtiyaç duymadıkları anlaşıldı. Her şey birden oluvermişti. Kadim büyülerle korunan Kalopi, şafak sökmeden Düşmüş İnsanlar’dan intikamını acı bir şekilde aldı. Işıldayan sakin deniz havaya yükseldi, elmas ağaçları köklerinden sökülecek bir rüzgâra kapıldı, gümüş dağ patladı, yer ile gök birbirine karıştı.Sabaha ne yerlilere zarar vermiş ne de Kalopi’nin doğasına dokunmuş olan insanlar uyanabildi.

Bütün yerlilerin avda öldürüldüğünü sanıyordum. Ta ki mağaralarından hiçbir şey olmamış gibi çıkan Eski İnsanlar’ı görene kadar.

“Sanıyoruz evinize dönmek istiyorsunuz.” dedi yerlilerden birisi.

Bazı kadın ve çocuk yolcular; “Mümkünse burada kalmak istiyoruz.” dedi.

“Buraya uyum sağlayacağını düşünenler kalabilir. Ancak dönmek isteyen Düşmüş İnsanlar unutmasın ki buraya bir orduyla bile gelseniz fethedemeyeceksiniz. Sizin dünyanızı çoktandır terk etmiş bir büyüyle korunuyoruz. Düşmüş İnsanlar bunu anlayamaz.”

Ben de yeniden trene binenler arasındaydım. Yerliler treni geldiği noktaya ittirirken bu saf dünyaya ait olmadığımı hissetmiştim çünkü hazır değildim. İçimde yok etmem gereken günahlarım vardı. Belki bir gün hak ettiğimi düşünürsem Kalopi’nin kapılarını yeniden zorlayabilirdim.