BERKAY ÇARKI/AŞK-I KIYAMET

Aşk-ı Kıyamet

                                                                                                                     Kedileri mutsuz bir sokağın,

                                                                                                          İnsanları da mutsuzdur, Kiraz Hanım!

Seninle upuzun bir düşü bekler gibi güneşi beklediğimiz gecelerimiz olurdu. Öyle gecelerde yıldızlar kayarak bir boşluğa mı yoksa şarabımıza mı düşerdi, Kiraz Hanım? Yüreğime saplanan bu soru yalnız kısa bir öpüşmeyle dinerdi. Ve bir pencere yalnız iki insan oturup öpüşünce güzeldi.

Elimizde birkaç anıyla ömür geçti. Bir gün üstümüze kapanacak o perde sonsuzluğa mı yoksa geçmişimize mi kapanacak, Kiraz Hanım? Oysa aşk da çocukluk da ömürden geçti. Sen hiç gördün mü şarabımızı bitirmeden günün aydığını, sabahın üstümüze geldiğini?

Biz içtikçe hızla giyinip dışarıya çıkıyor içimizde bir çocuk ve geceler tehlikelidir çocuklar için, artık gündüzler de öyle, Kiraz Hanım.

Sormak isterdim sana, yanı başımızda duran çıplak bir sürahinin terlemesi utandırdı mıydı seni hiç? Ne tuhaf ikimizin çırılçıplak terlemesi, çok utandırmıştı beni. Ama zamanla bir fotoğrafa dönüşüyor her şey nasılsa… Hep bizim sandığımız akşamüstleri geceye, gece ise yalnızlığa varıyor. Oysa bir yere varmamanın ardındaki o yürüyüşler ne çok korkuturdu seni.

Bir yere varmanın başarısı kimi zaman bir sonun başlangıcıdır, derdi Muhsin Amca, nereden geldiyse aklıma…

Bugün salı mesela, salılar sıkıcıdır. Çarşambalar, cumalar sıkıcı. Balkona çıkıyorum sıkıldıkça ve her balkona çıkışımda bir kenti yürüyorum sanki, bir kentin ışıklı caddeleri oluyorum.

Salıncaklar kuruyorum sokak lambalarına, bir çocukluk kalsın istiyorum sokaklarda. Unuttukça yedi yaşımı, sallana sallana çocukluğuma dönmek istiyorum.

Bilyelerim yüreğimde gıcırdıyor hala, otuzuna basmış bir adamın çocukluğunu okşadıkça saçlarının dökülmesi avuçlarına, gerçek bunun neresinde, Kiraz Hanım!

Yanı başımda iki ses taşıyan bir ev, ben ise eşikler altından kendime sızıyorum, yalnızlığım bir odaya sığar sanıyorum. Oysa ne çok odası var evlerin. Sen bir odadan diğer odaya giderken seni nasıl özlediğimi anımsıyorum. Anımsamak her şeyi yeniden yaşamak gibi. Yağmuru dinlemek de öyle…

Bilirsin eylülde bir başka kokar yağmur, belki ikimiz bir yağmuru dinlemek için bulmuşuzdur birbirimizi. Kim bilir belki de sadece oturmak için bir pencere kenarında…

Biliyor musun, seninleyken zaman zaman içinde öyle yavaş ki! Birbirine bakan iki menekşe; biri gözlerinin altında upuzun serilmiş, diğeri ellerinde bir eylül akşamı. Bir yaz geçmiş, bir düğmesi kopmuş buruşuk gömleğiyle hala çiçeklere su veriyor karşı komşu. Hep aynı sözler, hep aynı hüzünler, oysa pencerelerden sarkan çiçeklerin bile her biri başka.

Bugün sığınacağım bir söz buldum kendime, yalnızken gölgesi gibidir insanın geceler. Şarap şişeleri ise denize bıraktığı gemiler. Evet, şarap şişelerinden gemiler, karaladığım kağıtlardan kuşlar yapmayı öğrendim geçen zamanda. Üç kanatlı kuşlar yapıp tek kanadını kendime sakladım. Kimi zaman tek kanatlı sakat bir güvercin kimi zaman ise tek kanatlı bir gökyüzü oluverdi yüreğim. Tek kanat hangi acıyı onarır ki! Oysa tek kanatla acıların ötesine gitmek isterdim. Meğer insan nereye giderse gitsin acısını da yanında götürüyormuş, Kiraz Hanım. Ve ben bir insanın bir insandan ne kadar uzağa gidebildiğini kelimelerin eski bir mezar anlamını yitirdiğinde anladım. Kelimeler dünyanın bütün uzaklıklarından daha uzak ve daha yakınmış insana. Ama ben seni bütün kelimelerden uzağa, en uzağa götürmek isterdim.

Bazen diyorum, bazen insanın giyindiği her şey geçmişe dair bir yürek üşümesi belki eski bir hırkayla bütün geçmişi giyinmesi.

Şimdi söyle, ayrı geçen onca zamanda, yıldızlar yüreğimize mi düşerdi, yoksa pişmanlığımıza mı? Ne fark eder ki Kiraz Hanım, ikisi de yalnızlığa açılan birer kapı değil mi?

Ayrılık küçük yazılıp büyük okunan, geceyle çiçeklenen bir yorgunluk değil mi?

Şimdi, seninle ben yalnız rüyalarda karşılaşıp konuşan iki yabancı değil miyiz? Böyle tekil bir yalnızlıkla seni yaşatmak, oturduğun sandalyeden kokunun sindiği dolaba kadar dört duvar arasında seni her gün anımsamak, umudun gökyüzü değil mi?

                                                                                                            İçine yıkılacak şehir kalmayınca,

                                                                                                            Şiir de eskitirmiş insanı…