ARABESK; GARİBANIN İSYANI VARSILIN MODASI
“Müzik söylenmesi mümkün olmayan şeyleri söyler.” diyor Victor Hugo. Anadolu halklarının dilinden ve sazından yayılan müzik bu söze haklılık getirmektedir. Yüzyıllardır süregelen göçlerin, savaşların, yiten ve doğan uygarlıkların; onları gerçek kılan halkların geride bıraktığı tınılardır dinlediklerimiz. İçlerinde çoğunlukla acı, zulüm, gurbet, savaş, ölüm, yoksulluk ve hükmedene karşı duyulan tepkiler sese ve dile dönüşmüştür. Her durumda ve her koşulda türküsünü yakanlar, derdini yüksek dağlara vuranlar, birbirlerinin sorunlarını sırtlayarak hükmedenlere duyurmasını bilmişlerdir. Güçlü ile güçsüzün kavgası dinse de müziğin kavgası hiç susmamıştır Anadolu topraklarında. Yaşatılan ne varsa ezilenden yana elbet karşılığını bulmuştur; bu başı dik tutma direnci, günümüzde de Anadolu’nun koynunda yaşamaktadır.
Osmanlı’nın Anadolu’ya sıkıştırdığı Türk kültürünü sazıyla, sözüyle, duyurmaya çalışanlar, 1950’den sonra başlayan demokratik özgürleşmenin (!) çarpık sanayileşmenin sağladığı iş umuduyla İstanbul’a göçtüler. Anadolu halkı ilk kez özgür bırakılmanın rüzgârına kapılmış, büyük kentlerin kapılarına dayanmıştı. Çok geçmedi, kentlerin varoşları işi ve eğitimi olmayan yoksul insanların gecekondularıyla çevrildi. ABD demokrasisinin sunduğu lebiderya özgürlük, sanayide emekçi gereksinimini karşılarken aynı hızla yeni bir halk sınıfını da doğuruyordu; Lümpenlik!
Demokrasinin sınırımızdan girmesiyle başlayan göç patlaması işsiz, yoksul ve niteliksiz on binlerce insanı kentlere yığarken kimse karşı çıkamadı. Demokrasi havarileri, bu insanların nasıl doyacaklarını, nasıl iş bulacaklarını, nasıl kentlere uyum sağlayacaklarını düşünmüyorlardı; lakin liberalizm fırsatlar sunardı, şanslı olan kazanırdı! Arabesk dinleyerek küçük Amerika olmayı bekleyenler çok geçmeden yanılacaktı! Lümpen, “ne iş olursa yapan insandı” ve evini toprağını, yaşlısını ölüsünü köyünde bırakmış, sazını ve sözünü alıp gelmişti. Saz ve söz onların gücü, dili, yüreklerinin isyanıydı. Köylerindeki küçük dünyaları, kentlere geldiklerinde kontrollerinden çıkmış, devasa boyutta bir canavarla yüz yüze kalmışlardı. Köylü, yine köylüydü! Açlık ve yoksulluk kentlerde de peşlerini bırakmamıştı.
Köylülükten lümpenliğe evirilenlerin müziği de sosyal değişimden payını aldı. Anadolu’da umut çığıran türküler yerini; acıları ve kaderleri yansıtan, içinden mağduriyet fışkıran arabeske bıraktı. Sazının telindeki toprak özlemi, kentlinin verdiği ötekileştirme, bir iç isyana dönüşmüştü. “Batsın Bu Dünya” diyenler eller üzerine alınıyordu. 90’lara değin görkemli sahnelerin ışığı ile bütünleşen, İstanbul’un elit sınıfının zevklerini simgeleyen Türk Sanat Müziği, kırsal kökenli bu insanların kulağına yabancıydı. Toplumsal sorunlar büyüktü; bunlara değineceği yerde, TSM’nin aşkı ve mutluluğu dile getirmesi, bir çeşit vurdumduymazlıktı! Sevmediler ve kendi müziklerini yaratmakta gecikmediler. Gazino dünyasının ağır topları bu acılı sese kulak vermek zorunda kaldı; yoksulluk müziğinin nağmelerinden paranın sesi de duyuluyordu! TSM devrini kapattı, kentlerin varoşlarından inen acılı arabesk, her kulağa ulaşan basitliği ile kentlerin gecesine gündüzüne egemen oldu. Artık o göçmenlerin çocukları kendi müziği ile eğlenir, ağlar, hüzünlenir olmuştu. Saray müziği adını taktıkları TSM hem kulaklardan hem gözlerden uzaklaşıyordu. Türkiye’nin doğusundan gelenler, yaşayış biçimlerinde karşılığını bulan arabeski dinliyordu artık!
Türkiye çok hızlı değişen küresel bir başkalaşımın çekimine karşı duramadı ve duramıyor. Bu hızlı dönüşümde ayakta kalmakta zorlanan halkımız, kadim geçmiş değerlerinin çekiminden hızla uzaklaşıyor ve dört bir yana savruluyor. Göçüyor, kaçıyor, siniyor, miskinleşiyor; ülke gelirinin kaymağı sofralarından uzaklaştıkça kaymağın çok olduğu ketlere doğru koşuyor. Bitmeyecek bir sevdaya tutulmuş gibi vahşi ve acımasız bir düzenin peşinden sürükleniyor. Arabeski bayraklaştırıp hak aradığını sanıyor. Demek ki uyuyor, uyutuluyor, lakin anlamaya yanaşmıyor! Kentlerde kazanabiliyorlar mı, hayır! Mutlu olabiliyorlar mı, hayır! Çocuklarını okutabilmek dışında elde ettikleri, karın tokluğu! Bedeli, yalnızlaşmak ve gettolaşmak… Köylülükte direnerek, geleneklerine sarılarak, arabeskini dinleyerek, sözde kentleşmek… Ne köylü ne kentli ne emekçi ne memur diyebildiğimiz bu sınıfsız toplum salt kaderde birleşiyor; hakkı ödenmemiş alın teri, üstesinden gelemedikleri yoksulluk, gurbet özlemi, acımasız ve duyarsız kent yaşamı… Dev bir sülük gibi kan emici, işsizlikle korkutan, sendikayla umutlandıran emperyalizm uşağı bir düzen… İşte toplumsal arabesk!
Adını, sesini ve tınısını ilk duyanlar önce tepkiyle karşılamıştı arabeski. Gazinoların kralları soğuk bakmıştı; sahnelerinde yer vermek istememişti! Öyle bir geldiler, öylesine bir müzik getirdiler ki yer yerinden oynadı. Sazı bir yana, sözü bir yana, geniş bir orkestra ile Maksim’e çıktıklarında bu müziğe söyleyecek tek söz bulamadılar. Kim nerede sahne alıyorsa hayranları oraya koştu, onu dinledi. İçi Anadolu, üstü başı çöl kokan değişik bir isyanın dilini konuşuyordu bu müzik. Doğu’nun yoksul sesi, Batı’nın yüreğini fethetmişti. İstanbul’un kadim kültürü üstünü başını soyunmuş, arabeske uygun giyinmek zorunda kalmıştı. Kentlerin havası buram buram kader, ayrılık, acı ve garibanlık kokuyordu. Sahneler İbrahim Tatlıses, Müslim Gürses, Ferdi Tayfur, Bergen, K. Emrah, Adnan Şenses, Sibel Can, Dilber Ay, Ceylan, Kibariye ve Ebru Gündeş gibi seslerin görkemli sesleriyle dolup taşıyordu. Büyük paralar kazandılar ve söyledikleri arabesk şarkılarla dinleyenlerinin aşk, gurbet, yoksulluk, ayrılık, ihanet, kader ve acılarını dindirmesini bildiler. Pardon, dindiremediler; bu duyguları körükleyerek büyüttüler ve kullandılar! Toplumun kaderiyle bir yığın derdini harmanlayıp şarkılar ürettiler. Kimisi bunları dinleyerek acılarına acı kattı bedenlerini jiletledi kimi genç kızlar varsıllığı evlerinden kaçmakta aradı. Arabesk karşılıksız sevenleri, kaderine küsenleri, işsizliğe lanet edenleri kinlendirdi. Arabesk, eli ayağı çalışmaktan, sömürülmekten tükenmiş insanların umutlarını öteledi. Sevgisiz, kaderci, ayakları üzerinde durmayan yüreği yetmeyenleri kendi iç dünyalarına tutsak etti. Şarkıların sözlerini kemanların ağır tınısıyla ağdalaştıran arabeskçiler; kimsesizlerin, arkasızların, dayısı olmayan garibanların babası kesildiler. Düzenin babaları rahat bir soluk almıştı; yoksulluğu sorgulayan yeni babaları vardı garibanların! Dinledikçe isyan ediyor, ettikçe yorgun düşüyorlardı! Kader, bu insanların alınlarındaki silinmez yazıydı; düzen bunu nasıl değiştirebilirdi? Arabeskin Prensi Ferdi Tayfur bile İstanbul’a geldiğine bin pişmandı! Öyle içten söylüyordu ki…
Ne umutla geldik koca şehire
Allah sonumuzu hayır getire
Alacaklı haciz koymuş Bekir’e
Hadi gel köyümüze geri dönelim
Fadime’nin düğününde halay çekelim
Bu adamı dinleyenler, onun gerçekten kendileri gibi olduğunu düşünecek denli saftı. Canı sılada, bedeni varoşlarda sıkışanların umutları bu şarkıların notalarında can buluyordu. Ekmeğinin peşinden kentlere yığılan emekçinin karnı doymuyordu. Onun ruhunu doyuran, arabesk şarkıların iç yakıcı nağmeleriydi. Varoşların insanı, alın terinin ve yoksulluğunun hesabını soracak, umut ettiği yaşama kavuşacak eylemciliğini bu müziği dinleye dinleye köreltti.
İster uyuştursun ister miskinleştirsin arabesk müziğe ilginin artması, üstelik eğitimi düzgün, aklı başında gençliğin arasında yaygınlaşması düşündürücü bir yozlaşmadır. Yapılan araştırmalar, Türkiye’de arabesk dinleyenlerin son üç yılda dörde katlandığını göstermiş. Uzmanlara göre bu müziğin pop ve rap türleri ile de söylenebilir olması, bir üstünlükmüş. Günümüz gençliğinin arabeski yeğlemesi, ruhsal doyumsuzluğun, ekonomik çöküntünün ve geleceğe güvensizliğin bir sonucu olamaz mı?
Arabeskin her zaman dinlenebilen bir müzik türü olduğunu hatırlatan uzmanlar; ”Gençlik rap müziği seviyor. Rap müziğinin içinde arabesk ve karamsarlık zaten var. Özellikle düşük gelirli aile çocukları büyükleri gibi acılardan beslenerek büyümeyi gelenek sayıyorlar.” diyor. Kuşaktan kuşağa değişmeyen, iyileşmeyen, görünürde artarak ruhsal dengeleri perişan eden ekonomik, sosyal ve sınıfsal belirsizlik toplumumuzu bu müziğe daha da itmektedir. Arabeski gelir-geçer türden bir moda sayanlar yanılıyor. Toplumun damarlarına sızarak birlikte düşünmeyi, ilerici mücadeleyi, hak arayışlarını pasifleştiren, insan-kader bağlamında özendirici özelliği ile bu müzik kesinlikle masum değildir. Yaşamını yerli yerine oturtamayan düşük gelirli yığınlar, Türk Halk Müziği bir yana, kendilerini arabesk müziğe kaptırarak psikolojik bir rahatlama edindiklerini sanıyorlar. Sokakların müziği arabesk, “yok gelirlinin” bir protestosu gibi savunulsa da gerçekte, “çok gelirlinin” aracı, amacı, eğlencesi ve modasıdır! Kentlerde hüzünlü bir çoğunluk Müslüm Baba’sını dinlerken bir mutlu azınlık da Boğaz sularına bakan mekânlarda kişisel doymuşluklarına aynı adamın sesiyle başkaldırıyor! Sokakların müziği farkında olmadan iki karşıtlığı kaynaştırarak yoksulluktan ve mutluluktan geberen gençleri aynı notalarda birleştirebiliyor!
Görevi bitmiyor; arabesk/pop karışımı bu soysuz gürültü, umudu kırık insanları bir sonraki günün sömürüsüne de hazırlıyor! Duvarcı Salih, hazır giyimci Fatma ve arkadaşları kente iniyor, gün başlıyor. Kentin bir başka yerinde yaşayan Efe için de öyle… Gün aynı, yaşam farklı; lüks arabasına aşkını almış, Boğaz’da kahvaltıya gidiyor. Arabeskin darbukası, kemanı arabasından yollara taşıyor. Aynı düzenin mutfağından yiyip içen ama farklı dünyaların gençleri olmaları, dinledikleri müziği değiştirmiyor! Arabesk, iki sınıf insanını “doyumsuzluğun” isyanında bir güzel kaynaştırıyor. Yoksul neden doymadığını bilmeden, varsıl ‘neden kendi tok, ötekiler aç’ sorgulamadan; Orhan, Müslüm, Tayfur babalarını dinleyerek avunuyorlar.
Türkiye’de ezilen, sömürülen, hakkını arayan, karşılıksız seven; ağasına, beyine, patronuna, adaletsizliğe, faşizme dil uzatamayan garibanlar tükenmez!
Ömür biter dert bitmez! Babalar biter, arabesk bitmez!
Müslüm Baba; Garipler şarkısında, sosyal patlamanın fitilini garibanın önüne koymuş, “Yakarsa dünyayı garipler yakar” haydi yak demişti. Ne değişti? Gökyüzünde Tanrı, yeryüzünde Baba, Ağa, Bey; yönetecek güçlü bir lider (!) aramaktan vazgeçemiyorsak demokratik olgunluğa erişememiş, kendi özgür irademizi kiraya vermişiz demektir. Geleceğimizi kurgulamaktan yoksunuz demektir; bu sonuç başkaları için sevinç, ulusumuz için hüsrandır. Böylesi kaderci bir müziğin eşliğinde sorunlarımıza Tanrı’dan çözüm beklemek, suya yazılan yazı gibi boşa emektir. Müziğimizden edebiyatımıza, toplumsal ilişkilerimizden siyasal seçkilerimize, yaptığımız hataların nedeni de budur. Sazın ve sözün söylediği gerçek şudur; ulusal bağımsızlığa ve Atatürk devrimlerine sırt dönerek İslamlaşmak tarihte ne anlama geliyorsa, Arap’ın müziği arabeski dinleyerek, ağlayarak, içerek, ona buna baba diyerek yardım beklemek aynı çağ dışılıktır. Halkımızın sanatçılık mertebesine yükselttiği arabesk şarkıcıları, yaptıkları işin yüceliğine inanmış ve “garibanların babası” sıfatıyla ödüllendirilmiş kişilerdir! Sanatsal anlamda halk kültürüne ne kattıklarını bilemem ama sevildiklerine göre “mağduriyet sanatının” ne işe yaradığını bilen “elek üstü insanlardır” diyebiliriz kendilerine.
Oysa kadim Anadolu halklarıyla sazın dostluğunu binlerce yıla sığdıramayız. Halk ozanlarımızın adlarını saymakla bitiremeyiz. Türk Alevi/Bektaşi geleneğini baskılayarak, toprağımızın sesini arabeskleştirerek, ulusal kimliğimizi örseliyoruz.
Kültürümüzü ayrıştırmak isteyenlerin tuzağına düşüyoruz. Doğu’daki feodal düzeni, kentlerdeki kalantorları, Ankara’daki doymazları yaratanlar, kendilerine şarkıcı birer “Baba” edinmiş çok mu, diyebilirsiniz! Müzikteki babalık mafyadaki babalığa benzemez; biri canları alır, biri acıları sömürür.
Bu işle yoğrulanlar, “müzik toplumun yüreğindeki sestir” diyorlar, hakları tamdır. Bizim yürek sesimizde Karacaoğlan, Köroğlu, Pir Sultan Abdal, Dadaloğlu, Mahzuni Şerif, Âşık Veysel gibi pirlerin sözü ve tınısı vardır. Anadolu halkları onları dinler yüzyıllardır. Dünya malından elini çekmiş, kendisini aşka, hakka ve hoşgörüye adamış ozanlar çıplaktı! Onlarca yalısı, yüzlerce evi, dönümlerce arazisi yoktu bu Bektaşi-Alevi pirlerinin.
Otoritenin, zulmün ve baskının karşısında; yoksul halkın, ilahi hakkın ve özgürlüğün yanında saf tutuyorlardı. Bedelini de ödüyorlardı; asılıyorlar, öldürülüyorlar, sürülüyorlardı. Oysa her daim haklıydılar; sözleri, sesleri, tınıları ve aydınlık öğütleri yüreğimizde ve kulaklarımızda aynı güzellikte yaşıyor.
Toplumsal çöküşün izleri yaygınlaştıkça umut arayıcı damarlar azalır. Nereye elini atsa boşluğa düşen insan teselliyi güzel bir sözde, bir tınıda, bir öğütte ya da bir güçlü eteğinin altında arar. Gariban halkımızın aradığı damarı arabesk müziğinde bulması siyasal sistemin bir taktiği diye düşünebiliriz! Başarılı da oldu bu görevinde arabesk; Türkiye’nin garibanı moral buldu, kendini anlatan müziğin tutsağı oldu. Söyleyenin cebine para, dinleyenin yüreğine uysallık pompaladı.
Orhan Baba “Hatasız Kul Olmaz” dedi af diletti. Müslüm Baba “Tanrı İstemezse” dedi kadere baş eğdirdi. Ferdi Baba “Merak Etme Sen” dedi; gönüllere su serpti. Azer Baba, damarları delen titrek sesiyle yumruğunu indirdi kadere; “Bir şeyler aklımı başımdan alır/Bir anda dünyayı yıkasım gelir” dedi. Lakin bu ülkenin garibanı ağızını açıp “yetti be kardeşim!” diyemedi!