ANNELİĞİN SONSUZLUĞU ÜZERİNE
Anneliğin sonsuzluğu üzerine yazmaya karar verdiğimde bu tanımı anlatmaya nereden başlayacağıma dair zihnimde birbiri ile yarışan fikirlerin çatışmasını izledim. 1996, 2009 ve 2011…Üç özel yıl, üç kıymetli hediyenin yaşam hediyesi olarak bana takdim edildiği yıllardır. Bu yıllar, beni zamansızlaştıran görevlerle donattı. Zamansızlıkta yaşayan annem gibi ben de ‘anne’ olarak anılmaya başladım.
1996 hayatımın ilk çeyreğinde henüz ne isteyip istemediğimi bilmediğim zamanlarıma denk geldi ve birden aldığım bu terfi ile birinin tüm yaşamını hayatıma ekledim. Oğlum Buğra Can, Haziran’ın beklenmedik bir şekilde yaz yağmuru yaşanan o ilginç gününde, gri bir gökyüzünü pencereden izlerken yaşama gelmeyi seçti. Günün tüm griliğine rağmen yaşamımın ilk tanımlayamadığım ama sihrinde kaybolduğum rengi ile tanıştım. Çok korkuyordum. Çok kez de korktum.
Yetişkinliğe yetişememiş, çocukluğunu pek anlayamamış ve gençliği kısa sürmüş bir anneydim. Akranlarımın üniversite anıları benimkilerle aynı olmadı ama üzerinden geçen 28 yıl sonra bugün kendimi her birinden daha şanslı hissediyorum. Birlikte büyüdük. Bolca hatalar, küslükler ve kırgınlıkları silip götüren harika anılarımız oldu.
Sonra 2009… İlk rengimin parlamaya serpilmeye başladığı yıllardı ve yaşamıma ikinci bir renk dâhil oldu. Oğlum Hakan Yusuf ile annelik madalyalarımı çiftledim. Küçük anne iken farkında olmadıklarımı fark ettim ve bir kez daha büyüdüm. Nisan bebeği oğlum, ikinci baharım oldu. İlkinde olduğu gibi yeniden yağmurun içine doğan bir bebeği kucakladım. Baharın huzur yayan bir yağmuruydu…
Öğrenciliğimin bittiği öğretmeye başladığım yıllar su gibi akarken muhteşem anıları biriktirmeye devam ettim. Final hediyesi daha güçlü bir dönüşüm yaşattı. Yıl 2011, 4 Temmuz… Gariptir, o gün de yağmurluydu. Doğum anına kadar son beş ay kızımı yaşamda tutma mücadelemiz, nihayet başarıyla sonuçlandı. Zor bir hamilelik oldu ve zorla kızım ile beraber birbirimize tutunup inadına yaşam yolculuğumuzu birleştirdik. İyi ki doğdu… Ben bambaşka bir anneye dönüştüm. Dr. Gabor Mate’nin dediği gibi “Kardeşler, asla aynı anne babanın çocuğu olmazlar…” Her anne baba her çocuğuna göre yeniden güncellenir. O kadar haklıydı ki… Elif Naz ile ben ‘ustalık’ kısmına geçiş yaptım.
Bütün bu anne olma serüvenimin içinde kocaman bir yetişkine dönüşürken, zamansızlıktan bir kadın, annem Mine Sultan hep yanımdaydı. Çocuklarımı yalnız büyütmem gerektiğinde hatta onların büyümesini keyifle ve heyecanla izlediğim her anımda… Tüm korkularımda, heyecanımda ve yeniden başlamam gereken her durumda…
Bu kutsal döngü içinde yaşam akarken bizden sonraki nesillerin de eşlik edeceği hayatları düşünmeden edemiyorum ve annelik unvanımı büyük annelik unvanıyla değiştireceğimi bilmek, beni çok heyecanlandırıyor. Annesi var olduğu halde, annesiz bir babanın çocuğu olarak yaşama başladım. Anneler gününden nefret eden ve adının anılmasını istemeyen bir babanın kızı ve annesini gizli gizli kutlayan, kutsayan bir çocuktum. Annem o gizli kutlamalarımızda babamı anlayabilmemiz için bize affedici nedenlerden olma uzun uzun konuşmalar yapardı. Kardeşlerimle birlikte durumu normalleştirirdik.
Bir gün: “Neden anneler günü kutlanıyor ki belki babam haklıdır, kutlanmamalı! Bir sürü çocuğun annesi yok!” dedim. Sonra binlerce annelik tanımını anımsadım. Doğurmanın annelik olmadığını babaannemden öğrenen babamı düşündüm. Aile olmayı başarmıştı ama o hep eksik bir çocuktu. Onun şefkat tanımı annemde karşılık bulmuştu. O vefat ettikten sonra annemin o özel gününü kutlarken daima babamı yâd ettik. “Kim icat etti bu annelik makamı kutlamaları gününü?” sorusunun cevabını da çok geçmeden keşfetmiştim.
Yıl 1908… Batı Virginia’da yaşayan genç bir kadın, Anna Jarvis, annesini kaybetmenin acısını kalbinde taşırken onun hatırasını yaşatmanın en anlamlı yolunun bir anma töreni düzenlemek olduğunu düşünmüş. Annesi Ann Reeves Jarvis, yaşamı boyunca kadın hakları ve toplumsal dayanışma adına çalışmış, özellikle iç savaş yıllarında hemşirelik yapmış ve savaşta oğlunu kaybeden annelere destek olmuş fedakâr bir kadındır. Anna, bu törenle sadece kendi annesini değil, anneliğin tüm yönlerini; şefkati, fedakârlığı, sonsuz gücü onurlandırmak istemiş.
O gün Philadelphia’daki bir kilisede düzenlenen bu sade ama kalbe dokunan anma töreni, katılımcıların gözyaşlarıyla kutsanmış. Jarvis, her katılımcıya beyaz karanfiller dağıtmış çünkü annesine göre beyaz karanfil, anneliğin saf sevgisini temsil ediyormuş. Bu çiçek, zamanla Anneler Günü’nün evrensel sembolü hâline gelmiş.
Anna Jarvis’in bu içten çağrısı kısa sürede Amerika‘nın dört bir yanına yayılmış. İnsanlar, bu özel günün kalıcı hâle gelmesini istemiş. Dilekçeler, yazılar ve kampanyalar neticesinde 1914 yılında ABD Başkanı Woodrow Wilson, mayıs ayının ikinci pazarını resmî olarak “Anneler Günü” ilan etmiş.
Jarvis’in içine sinmeyen bazı durumlar yaşanmış. Bu huzursuzluk zamanla büyümüş çünkü o, bu günü duygularla anmak isterken kapitalist düzenin çarkları ‘Anneler Günü’nün bir alışveriş şovuna dönüştürülmesine neden olmuş. Kartpostallar, parfümler, pahalı hediyeler… Oysa Anna’nın istediği şey şüphesiz, çok daha yalındı: Bir annenin emeğinin, kalbinin ve mücadelesinin fark edilmesiydi.
Jarvis, bu yüzden hayatının ilerleyen dönemlerini bu günün ticarileşmesine karşı mücadeleyle geçirdi. İronik bir şekilde, yarattığı günü savunmak zorunda kaldı. Ölümüne yakın söylediği şu sözler, annelik kavramına yüklediği kutsallığı anlatır: “Hiçbir mağaza, bir annenin sarılışını satamaz.”
Annelik, kalpten kalbe akan kutsal bir görevdir. Yalnızca biyolojik bir bağ değildir. Bazen teyze, bir komşu, öğretmen ya da bir yabancı kucağının şefkat sarışıdır. Sarılmayı seçen, beklemeden affeden, güven veren her kadın, annedir.
Simone de Beauvoir’ın “Kadın doğulmaz, kadın olunur…” sözünü biraz değiştirerek söyleyelim: “Anne doğulmaz, anne olunur.” Sevgiyle, şefkatle, vazgeçmeden… Kimi zaman gözyaşlarıyla kimi zaman sessiz dualarla…
Bu anlamlı günde, sadece kendi çocuklarını değil, bir milleti doğuran bir anneyi de anmadan geçmek olmaz: Zübeyde Hanım. O, yorgun bir coğrafyanın ortasında bir çocuk dünyaya getirdi. O çocuk büyüdü, milletin kaderini değiştirdi. Adı Mustafa Kemal Atatürk oldu. Zübeyde Hanım, oğlunun en büyük destekçisi, en sessiz gücüydü. Onun yetiştirdiği evlat, bir ülkeyi küllerinden yeniden var etti. Zübeyde Hanım, sadece bir anne değil, bir ülkenin yeniden doğuşunun ilk kıvılcımıydı.
Edebiyatın içinde yoğrulmaya başladığım yıllardan itibaren düşündüğüm bir tanım var: Edebiyatın annelere yazdığı mektuplardır, romanlar… Anne dokunuşu hissedilen karakterler bazen annesizlikten bazen de annesiz kalma isteğinden doğar. Şefkatin tanımının karşılığına oturtulan karakterlerle hikâye zenginleşir. Yazdığım tüm romanlarda karakterlerimi yarattığım o atmosferde yaşatmadan önce ona mutlaka gerçek bir insanmış gibi biyografi yazarım. Anne dokunuşunu, daima önemserim. Tüm psikanalistlerin birleşip Dostoyevski’yi bu konuda onurlandırması gibi… Bütün edebiyat dünyası, anneleri ve annelik bağlarını derinlemesine işler. Onlar kimi zaman hikâyenin sessiz gücüdür, kimi zaman dramın merkezindeki figürdür. İşte unutulmaz birkaç örnek:
John Steinbeck “Gazap Üzümleri”: Ma Joad karakteri, sadece ailesi için değil, tüm göçmenler için bir anne figürüdür. Gücünü dayanışmadan alır, liderliği sessizce, sevgiyle inşa eder. Gölgesinde herkes huzur bulur. Mutlaka sizin yaşamınızda da benzer figürler vardır.
Halide Edib Adıvar, “Sinekli Bakkal” (Emine ve Rabia): Rabia’nın annesi Emine, geleneği temsil eden bir karakterdir. Rabia’nın bireysel gelişimi, annesiyle olan çatışmaları üzerinden şekillenir. Buradaki anne-kız ilişkisi, sadece bireysel bir bağ değil, aynı zamanda eskiyle yeninin mücadelesidir.
Marcel Proust, “Kayıp Zamanın İzinde” (Annesiyle Olan Gece Rutinleri): Proust’un çocukluk anılarında annesi, güven ve huzurun somutlaşmış hâlidir. Özellikle annesinin onu öpmeden uyumasına izin vermemesi, anne figürünün varoluşsal önemini derinleştirir.
Tüm edebi eserler, yaşamın içinde nefes alan varlıkların alternatif yaşam atmosferini oluşturur. Bu yüzden okurlar diama mutlu son beklentisindedir. İdeal bir anne figürü ile rastlaşmak, annesizlikten yaşama kırgın insanlar için keyif vericidir. Edebi eserlerin beyaz perdeye taşınmasıyla sayısız film hatta dizi de bulabiliriz.
Karakterlerin var oluşu ailelerinin ilk dokunuşuyla şekil alır. Sigmund Freud: “İnsanın ilk sevgilisi annesidir ve bu sevgi, sonraki tüm ilişkilerin temelini oluşturur.” der. Erich Fromm: “Anne sevgisi koşulsuzdur, beklentisizdir. Bu yüzden insana gerçek anlamda güven duygusunu verir.” der ve güvenden eksik yaşama başlayan yetişkinlerin kederli mücadelesini okuruz kitaplarda. Cicero: “Tanrılar, insanların ihtiyaçlarını anneler aracılığıyla karşılar.” demiştir ve bu tartışılmaz bir konudur çünkü ilk yaşam suyu anne göğsünden akar. Bu şansa erişemeyenler için de mutlaka yaratan, bir şefkat kucağı var etmiştir.
Annelik, yalnızca bir kavram değil; bir duygunun, bir bağlılığın, bir yaşam biçiminin adıdır. Karnında yaşama hazırlandığımız kadının bir parçası olarak yaşamamış olsak da mutlaka yaşam bize bir şefkat kucağı sunar. Bizi büyüten, yetiştiren kalbin sahibi doğurmamış olabilir ama kalbimizi saran her kadın kutsaldır. Anneliğin biyolojiyle sınırlı olmadığını kabul etmek, insan olmanın özüne daha çok yaklaşmaktır. Bazen tüm anne beklentimizi babalar da karşılayabilir… Sevimli patileriyle, yumuşacık tüyleriyle kalbimizi sarıp sarmalayan sessiz dünyanın üyeleri konuşabilselerdi, onlara sevgiyle bakan elleri bir teşekkürle onurlandırmak isterlerdi. Unutmayalım teşekkür bazen sözle, hediye ile olmaz… Bakış, dokunuş ve sevginin yansıması; kalpleri parlatan en mükemmel, paha biçilmez hediyedir.
Bu yüzden, tüm kalbiyle sarılan, fedakârlıkla büyüten, sevgiyle yaşatan tüm kutsal insanların “Anneler Günü” kutlu olsun.