POLAT İNANGÜL/ÖTEKİ OLMAK YA DA İSTANBUL GİZLİYOR RENKLERİNİ

ÖTEKİ OLMAK YA DA İSTANBUL GİZLİYOR RENKLERİNİ

Özen Yula’nın “İstanbul Beyaz Rakı Rengârenk” Oyunu Üzerine Bulanık Bir Çözümleme

“ …Asıl felaket güzel insanlarım, tarihin bizi yalan anlatacak olması!”

Nedir öteki? Nedir bireyi öteki kılan, kıldıran şey? Etnik kimlik mi? Din mi? Mezhep mi? Coğrafya mı? Yoksa ekonomik koşullar mı?

İşin aslına bakacak olursak, bunların tümünün insanların birbirlerini “öteki” kılmaları için yeterli nedenler olduğunu görürüz. Bu da demektir ki hepimiz aynı zamanda birbirimize göre ötekiyiz. Gerçekte din, etnik köken ve coğrafi koşullar her ne kadar insanları ayrı kılan nitelikler olarak gözükse de hepsinin temelinde en belirleyici nedenin ekonomik olduğunu göz ardı edemeyiz. Şu artık herkes tarafından bilinen bir gerçekliktir; tüm savaşların nedeni ekonomidir. Egemen güçlerin savaşları din, dil, ırk ve mezhep gibi kimliklere büründürmesinin nedeni kendilerini haklı göstermek için yaptıkları bir uydurmacadan başka bir şey değildir. Tarihe baktığımız da bunun aksini görmek olanaksızdır. Örneğin Haçlı Seferleri olsun ya da İslam dinindeki cihat anlayışı olsun her ne kadar dinsel gözükse de aslında hepsinin temeli ekonomiktir. Yeni yerler kuşatıp oraların zenginliğini, malını mülkünü almak, kılıç zoruyla vergiye bağlamaktır esas amaç. Oysa ilkel topluluklara baktığımızda coğrafi koşullar ve inanışlar açısından birbirinden farklı olan bu ilkel topluluk insanlarının bu tür sorunlardan uzak yaşadıklarını görürüz. Ne zaman ki toplayıcılık terk edilmiş ve yerleşik yaşama geçilmiş işte o zaman insanın kavgası da başlamıştır; çünkü artık ekonomik değerler gelişmiş ve insan tarlasında gereksiniminden fazlasını üretmeye başlamıştır. İlk olarak bu fazla ürünü paylaşma aşamasında çıkmıştır insanın birbirini öteki olarak görmesi… efendi ile uşak ayrımı… Bu durum köleci toplumda da feodal toplumda da kapitalist toplumda da değişmedi. Her dönem ekonomik güce sahip olanlar diğerlerini öteki kıldı ve onların üzerinden yaşamını sürdürdü. Dün krallar, padişahlar varken de öyleydi, bugün egemen sınıf varken de… İlk yerleşik hayata geçilmesinde artı ürünle başlayan savaşım, bugünün dünyasında artı değer ile sürmektedir. Elbette bugünün gelişmiş dünyasında daha karmaşık ve daha üzeri örtülü bir biçimde devam etmektedir bu savaş. İktidara sahip olan güçler tarafından eşitlik, özgürlük vb. söylemler adı altında gizlenmeye çalışılmış olsa da…

Özen Yula’nın “İstanbul Beyaz Rakı Rengârenk” adlı oyununa da buradan yola çıkarak öteki kavramı açısından bakmak olasıdır. Egemen güçler, belli bir sınırla yarattıkları orta sınıf ile bizlere; sanki herkes öyle yaşıyormuş gibi göstermelerine, görsel ve basılı medyalarında sürekli bu düşünceyi empoze etmelerine karşın gerçeği gizleyemiyorlar; çünkü şehirlerin dili anlatıyor gerçeği. Kentin sokakları, caddeleri gizlemiyor hiçbir şeyi ve biz biliyoruz ki medya değil şehrin arka mahalleleri söyler gerçeği. Çünkü insan biriktirdikleriyle var oluyor ve hiçbir şey nedensiz ortaya çıkmıyor. Ne insanın kendiyle savaşı ne de “İstanbul Beyaz Rakı Rengârenk”in anti-kahramanları… Evet, Özen Yula bu kavramı ele alıyor oyununda. Öteki olmak ya da öteki kılınmak… Yula, burada içimizde olan, buna rağmen varlığını hiç kabul etmediğimiz (-ki bu kabulleniş “rahat dünya”yı “rahatsız” edecektir şüphesiz) fakat yok saymamızın da mümkün olmadığı bir kitlenin, öteki olanların öyküsünü anlatıyor. Oyundaki ötekiler ise büyük şehre gelmiş hamile Genç Kız, ekmeğini çöpten kazanan Yaşlı Kadın, Fahişe, Kuşçu Delikanlı, Yetimhane Çocuğu Necmi, Yaşlı Fotoğrafçı, serseriler, travestiler, işçiler, tinerciler, seyyar satıcılar, sarhoşlar ve yazarın kendi deyimiyle “İstanbul’a namını verenlerden bir kısmı”… İşte İstanbul bu renklerini gizliyor ve bembeyaz bir sayfa çiziyor bizlere, egemenlerin söylemiyle. Oysa öteki olan renktir, çeşitliliktir; ama unuttukları bir şey var, en çabuk kirlenen renk beyazdır.

Oyuna baktığımızda ilk dikkatimizi çeken şey, şiirsel bir dille yazılmış olduğudur. Tıpkı Antik Yunan dram metinleri gibi… Oyun genelinde İstanbul’un “öteki” yüzünü göstermektedir. Yazarın ele aldığı bu konunun pek de bakir bir konu olduğu söylenemez. Konunun çok bilindik ve sıkça kullanılan bir tema olmasına rağmen, manzum bir dille yazılmış olması ve oyundaki tiplerin zenginliği metni çekici kılıyor. Bilindik bir tema dedik çünkü alt tabaka insanının öyküsünü anlatan benzer konulara birçok sanat eserinde -örneğin sinemada ve edebiyatta- rastlamak olası. Bu konu birçok kez çeşitli açılardan ele alınmıştır. Örneğin Yılmaz Güney filmlerinde bu tema toplumsal bir sorun olarak ele alınırken daha çok tiyatro metinleri ile tanınmış yazar Memed Baydur’un oyunlarında felsefi açıdan işlenir. Yula ise burada var olan durumun bir panoramasını çizer bizlere. Oyunun tüm bu klişe ve sıkça kullanılan bir tema üzerine kurulu olmasına rağmen zengin görsellikle ve şiirsel dille iç içe çizilmesi, her ne kadar basmakalıp da olsa I. Perde I. Sahne’deki Ahali’nin sözlerinde olduğu gibi okuyucuyu sıkmıyor ve aksine metne daha sıkı bağlıyor.

Ahali: (…)

Bu değirmen

bu insan öğüten şehir sana ar verir,

Al bavulunu git buradan Gelen her kişinin ardından

bakan ve bekleyen biri vardır…

Özellikle “bavulu alma ve dönme” metaforu ekonomik ve sosyal nedenlerden dolayı, metropol kentlere göç eden insanlar için sıkça kullanılan bir metafordur; fakat burada özgün bir ifade ile ele alınması bilindik olmanın verdiği sıkıcılığı kırıyor. Yazar burada rakının bulanıklığından yola çıkarak oyuna bir bulanıklık içinde bakmıştır. Karakterler sıra dışı fakat tutkular sıradandır. Aşk, umut, sevda, şiddet ve geçmişe özlem herkesin uzaktan yakından az çok tanıdığı duygulardır. Sıra dışı da olsa kimi insanların sıradan tutku ve duyguları yaşıyor olmalarını göstermesi bizi bir gerçeğe götürür. O gerçek ise, insanın her yerde insan olduğudur. Yula, aynı zamanda bu oyununda dilde de bir arayış içindedir. Kimi yerlerde yalın bir içtenlikle birbirinden güzel tamlamalar kullanırken (Ihlamur kokan bu şehir… Kaybetmenin bulmaktan kolay olduğu bu dünya… Tragedyaların klibe döndüğü bu çağ… Zamanın imzası yüzümde vücudumda ellerimde… v.b) kimi bölümlerde sıradan kalıplaşmış beylik sözlere de rastlamak mümkündür.

Hayat bu harcanır

Aşklar da yaşlanır

Ey İstanbul

sen beni aldın, Allah da seni alsın!

Ölüm var hepimiz eşitiz bir tutam canımız çürüyüp giden

Hayat zor yaşanıyor

Yazar, kalıplaşmış beylik sözler ile şiirsel dilin bir sentezini yapmakta ve bunları karakterin tamamlayıcısı olarak kullanmaktadır. Yani bir anlamda bu sözler “öteki”nin fakat bir o kadar hayat tecrübesine sahip olanların konuşmasıdır. Başka bir anlamda ise bu replikler dünyaya bakış açılarının göstergesidir. Bu bakış açısı, sistemin dışına itilmişleri ve bir çürümenin, tükenmişliğin izlerini verir bizlere. Yaşlı Fotoğrafçı’nın sözleri ise bu çürümüşlük ve tükenmişlik karşısında geçmişe olan bir özlemi dile getirir:

Yaşlı Fotoğrafçı : (…) Ellilerden bir şarkı olsun tercihen Karcığar

Yorgo biraderim rakıyı tazeleyiver

(Cebinden uçları eprimiş bir fotoğraf çıkarır)

İnsanın şarkıları olmalıdır firkate, hicrana ve vuslata dair Sadi biraderim

birini okuyuver!

(Birden ürperir)

Bu gece tadı bir tuhaf rakının Galiba bu siyah beyaz film kopuyor Yorgo hesaba yazıver!

Yaşlı Fotoğrafçı burada kaybolan değerlerin temsilcisidir. Belki geçmişimiz geleceğe ışık tuta- bilir fakat ”an” yalnızca yaşandığında önemlidir. Sonrası içinse sadece “anı”dır. Fotoğrafta an’ı belgeler. Ancak o saniyeden sonra artık an “anı” olur. Yaşlı Fotoğrafçı’da tıpkı geçmişte kalmış bir anı, eski bir fotoğraf kartı gibidir.

Ancak her şeye rağmen bir umut taşır Yula. Oyunda Genç Kız’ın hamile olması geleceğe dair bir umuttur. Adam ise onu terk eden, işçilerle bağ kurmuş ve kıza bu umudu ve bilinci aşılayarak yok olmuştur ortadan. Kız kendisini hamile bırakanı bulduğunda artık onu aşmıştır; çünkü onu arama süreci bir bilinçlenme sürecidir ve bu süreç sonun- da kendine yardımcı olan delikanlıyı seçmiştir.

Delikanlı, Yula’nın deyimiyle “tenideli” bir gençtir. Küçük, sırça kuşlar yaparak hayatını ka- zanmaktadır. Bu yanı ile küçük burjuva aydınını ve sanatçıyı temsil eder. O, yaşamdan uzak ve yalnızdır. Sevdiğini arayan ve karnında onun çocuğunu taşıyan kızla birlikte bu arayış serüvenine katılması onu bilinçlendirir ve hayat tecrübesi kazandırarak onu hayatla bütünleştirir.

Böylece, aydınları temsil eden Delikanlı ile halktan kopuk aydınların, ancak düşünce ve ey- lemiyle birlikte hayatın içine girdiğinde bir anlam ifade ettiklerini görürüz. Bu nedenden kaynaklı olacak ki Genç Kız, oyunun sonunda aradığı adama değil delikanlıya döner. Burada umut, bilinç ve sanat, sevgi ve arayış tecrübesi ile birleşerek yeni bir sentez oluşturur. Bu sentez sonunda da kuşlar canlanır ve özgür bırakılır. Bu tür bir son aydınla birlikte “öteki”lere de bir umut ya da bir yol göstermektedir.

Yula, oyunda şiirselliğin yanı sıra epizodik bir anlatımda kullanmıştır. İki perde ve on üç epi- zottan oluşan oyunda epizot başlıkları ise kendi içinde ayrı bir bütünlük oluşturur. Bu başlıklar İstanbul’un keşmekeşini anlatır bizlere ve her biri sanki İstanbul’a yazılmış bir şiirden koparıl- mış dizeler gibidir. İstanbul’un zorba kuşları, İstanbul’un yağmur yemiş taşları, İstanbul’un dağınık saçları, İstanbul’un yaydır kaşları, İstanbul’un pişman aşkları… vb. Oyundaki diğer bir önemli unsur olan tiplere baktığımızda ise Asalak Necmi, Dönme Yıldız, Travesti, deli- kanlının eski ve düşkün sevgilisi Ayla, Sarhoş, Falcı’nın kardeşi Kamelya, Tinerciler hepsi birer anti-kahramandır. Uyuşturucu kullanır, rakı içerler… ve bilirler hayatın ve “öteki” olmanın acısını… Ancak bu şekilde katlanabilirler bu iki- yüzlü dünyaya ve İstanbul’a… ve Yaşlı Kadın oyunun son sözünü söyler:

Yaşlı Kadın:

Asıl felaket güzel insanlarım, tarihin bizi yalan anlatacak olması!

Evet! Tarih yalan söyler ve ötekileri değil, öteki kılanları haklı çıkarır. Eğer bir gün İstanbul her şeyi itiraf etmek zorunda kalırsa, belki o gün çirkinleştirenleri değil çirkinleştirilenlerin öyküsünü anlatır ama bugün İstanbul gizliyor renklerini, yok sayıyor ötekileri; oysa şimdi bir tek rakı bilir kendini içenlerin rengini…

Yani İstanbul bembeyazdır, rakı ise rengârenk…