İNTİHAR
İlk ne zaman aklına gelmiş, ciddi ciddi ne zaman düşünmüştü hatırlayamadı. Çok uzun bir süredir zihninin bir tarafını meşgul ediyordu. Düpedüz mutsuzdu işte! Sosyal çevresi ve hatta sosyal medya ile ne kadar iletişimi varsa sonlandırmış, biraz da içi sızlayarak bazı ilişkilerine son vermişti. Komşuları kapıyı çaldıklarında açmıyor, onlar da ısrar etmiyorlardı. Fakat gözler üzerindeydi! İnsanlar çok değiştiğini kendisinden gizli seslendiriyor, gerçek dostları da yapabilecekleri bir şey olup olmadığını soruyordu! Aslında kimsenin kimseyi, gerçek anlamda, taktığı da yoktu. Herkes işinde gücünde koşuşturmasında, hazzındaydı. Uzun süredir kendisinin müdahil olduğu hiçbir konu yoktu ki kendisi ile görüşülsün. Gıyaben konuşulan biri haline gelmişti. Üzerindeki gizem ve sis perdesi yalnızca başkaları tarafından merak duygularının oluşmasını sağlıyordu. Günden güne bu çekilme ve kahırlanma onu istediği sona doğru bir yolculuğa çağırıyordu! Buhranlı günlerden kendinin katılamayacağı yaslı günlere doğru… Ne olacak en fazla birkaç hafta sürer, çoğu için yalnızca atıştırmalık bir sohbet konusu olurdu! Beklentili ve koşullu bu kadar sevginin ortasında bir Haldun’un lafı mı olurdu? Çocuklarının büyümesi geldi aklına; vefasız, sorumsuz ve aramayan çocuklar haline ne ara gelmişlerdi? İlk evleri, daha da uzağa gitmeye gerek yok, ilk maaşını harcadıkları kebapçının kokusu sardı burnunun direğini. Burnunun direğini sızlatan şeyleri de hatırlıyordu; anne babasını trafik kazasında kaybetmesi, kardeşinin alkolik olması, tedavi günlerini ve tabii ki en çok karısının kanser olma süreci ile onu kaybetmesini. Sızlıyordu işte! Düşünmeden duramıyordu. Bu dünyadan çekip gitmeye belki de Nesrin’i gömdükleri gün karar vermişti! Kim bilir? Nerede kırılıp vazgeçmişti hayattan? O kadar neden arasında bunun için zorlanmıyordu. Bir sefer adaletli davranmamıştı hayat ona! Hep iş güç, sorumluluk, koşuşturma ve emekli olduktan sonra da yalnızlık yüklemişti.
“Ağabey bakar mısın?”
Gitmek istedi. Tekrar seslendi genç:
“Ağabey lütfen bakar mısın?”
“Buyur?”
Yine bir sorumluluk yükleniyordu işte! Diğerlerinin her söylediğini dinleyip inanmak ve ne olursa olsun o konuyla ilgilenmek üzerine kuruluydu hayatı. Yapı işte! Huyu onu terk etmiyordu! Uzaklaşsan, gitsen kim ne diyecek?
“Ağabey dedem yatalak ve aç. Şurada sur dibinde bir barakada kalıyoruz. Allah rızası için bize yardım et!”
Haldun iyice gerildi. Artık son vermeyi düşündüğü şu hayat denen sorumluluk ve görev kaosu bitmeyecek miydi? Neden reddedemedi? Bocaladı ve bunu belli etti. Genç gözlerini hiç ayırmadan bakıyordu. Vardır bir hikmeti!
“Hadi gel gidelim, dedene bakalım!”
Genç şaşırdı. Kendisine güvenmediğinden mi, yoksa adam bir farklı olduğundan mı? Ayıramadı!
Kekeleyerek:
“Olur ağabey, gidelim.”
Gencin baraka dediği, üç saç metal üstüne örtülmüş, kalasların tuttuğu, kartonlarla çevrelenmiş on metrekarelik bir yer ve girer girmez müthiş bir sidik kokusu insanın sınırlarını zorluyor, bulantısını arttırıyordu. Burası durulacak gibi değil! Çuvalların üzerini örttüğü, belli belirsiz nefes aldığı anlaşılmayan karartının olduğu yere baktığında içinde ilk hissettiği duygu acıma ve hüzün oldu. Ne hayatlar var be! Bizimki de dert mi sorun mu, diyesi geldi. Sonra duygulanımını da çok bencilce buldu. Düşkün birine bakıp şükretmek bu toprakların oldum olası kodlarında olduğundan artık sıkıntı yaratıyordu!Genç sessizce köşeye çekilmiş Haldun’u izliyor, adamın ne yapmaya çalıştığını anlamaya çalışıyordu. Haldun kokuya alışmış fakat gözleri eskisi kadar iyi görmediğinden görüntüyü anlamaya çalışıyordu. Başka bir boyutta biri ile karşılaşmış gibi şaşkındı. İyice yanaştı. Çuval isten simsiyah olmuş, en fazla kırk, kırk beş kilo gelecek yaşlı dedenin üzerini örtüyordu. Yalnızca sidik değilmiş kokuyu yaratan, yaşlının apış arasındaki, sözüm ona, alt bezi de bok içindeydi. Sarsıldı, tansiyonunun düştüğünü hissetti, oracığa çöküverdi, terledi; o soğuğa rağmen içerisini ateş bastı. İntihara gerek kalmayacak kalp krizinden temiz gidecekti!
“Kardeşim burada mı yaşıyorsunuz?”
“Evet.”
“Peki size kim bakıyor?”
Genç önce anlamadı, dik dik baktı sonra;
“Bizim kimsemiz yok ağabey. Belediye ara sıra yemek ve yakacak veriyor. Diğer türlü ben dileniyorum. Dedeme yardımcı olabilecek hiçbir kurum bulamadık. Çoktandır yatalak yatıyor. Bakılması gerektiğinden işe de giremedim. Günde dört beş kez gelip kontrol etmem gerekiyor.”
Haldun çok uzun süredir daldığı “içine gömülüp ortalığı unutanlar” konseyinden ayrılıp “mutlak içtenlik” grubuna adım attı. Sordu:
“Sana sadaka vermem senin yalnızca bugün işini görecek. Yarın ne yapacaksın?”
Delikanlı yalnızca başını öne eğdi. Belli belirsiz iç geçirdi. Ne söyleyebilirdi ki? Gerçekler ayan beyan ortadayken konuşup sessizliği bozmanın ne alemi vardı?
Haldun önce ayağa kalktı, öncelikle derin bir öfkenin üzerine gelen o kalbi duygunun ne acıma ne de bencillik olmadığından emin olmak için biraz bekledi! Sonra sağ elini delikanlının sol omzuna koyup gözlerinin içine baktı. Yavaşça:
“Yaşadığım yer çok yakın ve yalnızım. Evde emekli bir memur olarak günlerim televizyon izleyerek geçiyor. Seni ve dedeni misafir edebilirim. Hem onu yıkar, üzerine benim giysilerden bir şeyler uydurur, yemek yedirip sağlık kontrollerini yaptırıp belki de iyileştirebiliriz. Senin için de iş bulabilmen için koşturabiliriz! Ne dersin?”
Genç büyük bir şaşkınlık içinde adamı tartmaya çalışıyor ve kulaklarına inanamıyordu. Bu sefer de kendisi ateşler içerisine girip böyle bir teklifi yapabilecek insan hala var mı diye düşünmekten cevap veremiyordu! Kekeleyerek:
“Ağabey ciddi misin? Madde kullanmıyorsun değil mi?”
Biraz ileri gittiğini hissetti. Hemen toparlanarak:
“Şu söylediklerin toplumda hiç karşılaşmadığım ve karşılaşmayı da ummadığım teklifler olduğundan lütfen kusura bakma. Hala şaşkınlık içerisindeyim. Bunları tüm benliğimle algılamaya çalışıyorum.”
Genç öyle sözcükler seçiyordu ki sıradan biri gibi değil, okumuş yazmış ve olabildiğince yol yordam bilen bir insan profili çiziyordu. Haldun toparlandı, o doğru eylemin doğru düşüncesi ile birleşme anındaki mucizeye, hayranlıkla bakar gibi baktı, genç de ona baktı ve yumuşak bir ses tonu ile:
“Sahi senin adın ne?”
“Ziya ağabey.”
Ziya ellerindeki kiri gizlemeye çalışarak tedirgin elini uzattı. Haldun elini sıktı, ortam soğuk fakat eller sıcaktı. Haldun düşündü ‘Bu Ziya ve dedesi ben ölmeyeyim diye gönderilmiş olmasın?’