FİLİZ CİVANER/ÇOCUK VE TAŞ HEYKELLER

ÇOCUK VE TAŞ HEYKELLER

 Yıl 1958. Antalya. Karaoğlan parkında iki katlı bir evin yüksek bodrum katında yaşıyoruz. Kardeşim doğalı altı ay kadar olmuştu. Hesabıma göre çok küçükmüşüm,  dört yaş civarı, ama hatırlıyorum. Yaşadığımız evi, parkı, kayaların arasında köpüren dalgalarıyla, uçurumlarla, derin yarlarla inilen vahşi denizi. Ya da sonraki yıllarda yaşadıklarımla, annemin anlattıkları ile birleşen hatıraları. Yine de bir ışık çakması gibi bir an beynimde oluşan bir görüntü, bir yüz, bir bakış, parka inen merdivenler gibi detaylar o yaşıma aitmiş gibi. Hesap yapınca hayretle kalakalıyorum. Evet, hatırlıyorum işte!  Evin ana kapısından çıkınca bir bank vardı. Zaten parkın içindeydi evimiz. Annem kardeşimi bebek arabasına yatırır, elimden tutar, parka çıkardık. Elindeki kitabı banka oturur oturmaz, açar, okumaya başlardı. Gür, koyu kahverengi saçları omuzlarında bitiyordu. Dudakları etli ve şımarıktı. İnce belinden dizlerinin altına inen eteği, babet ayakkabıları, karpuz kollu beyaz poplin bluzu ile tipik, modern genç anne. Elindeki kitap, bebek bakımı ile ilgili; kalınca, popüler ve havalıydı. Annemin evden çıkarken giydirdiği tertemiz kıyafetimi kısa süre içinde kirletir, toz toprağa bulanmış olarak ve elimde çoraplarımla karşısına dikilirdim. Ne büyük çaresizlik!  Az sayıdaki diğer kıyafetler ve çoraplar da ıslak. Daha fazlasına sahip olmak için yeterli para yoktu. Genç bir savcının maaşı ne kadar olabilirdi ki? Büyük babamın maddi desteği de olmasa ne yapardık, bilmiyordum.

Parkın girişinden başlayan büyük bir havuz iç kısımlara doğru ilerliyordu. Kat kat yapılmış olup suların şelalelerle aktığı, içinde taştan yapılmış insan heykellerinin bulunduğu bu havuz beni çok etkilemişti. Bir kadın ve bir erkek heykelinin arasında bir çocuk heykeli, annesi olduğu anlaşılan kadının elini tutuyordu.    

      -Anneciğim, bu adam ve kadın neden çocukla beraber suyun içindeler? Neden kıpırdamıyorlar?

     -O çocuk yaramazlık yapmış annesinin sözünü dinlememiş. Allah Baba da onları taş yapmış!

     -Ben seni hiç üzmem anneciğim. Ben taş olmam değil mi? Hiç birimiz taş olmayalım.

     -Benim akıllı kızım, artık üzerini kirletmeyecek. Kardeşine bakacak, onu öpecek. Aferin kızıma. Akşama baban gelince bu gün çok uslu durduğunu anlatacağım.

Havuz da heykeller de o kadar büyük geliyordu ki bana, yıllar sonra gördüğüm zaman hayretler içinde kalmıştım.

      -Babam beni yüzmeye götürecek anneciğim. Ben yüzüyorum. Babam tutmuyor beni artık.

Parkın içindeki Erkekler Plajı’ndan denize giriyorduk, babamla. Kayalıktı. Bu gün, suya atladığım beton platform, üzerindeki minik ayaklarımla, beynimde, anlık ışık patlamaları gibi beliriyor. Hemen de yok oluyor. Denizi çok seviyordum, hep sevdim.

Kısa bir süre sonra, park içindeki bu evden, daha büyük ve bahçe içinde bir eve taşındık. Önce çok üzülmüştüm, ancak yeni evimizin bahçesinde portakal ağaçları vardı. Alçak balkonda ağaçlara uzanıp portakal koparmayı çok sevince eski evi kolaylıkla unuttum. Artık kardeşimle dışarıda oyun oynayacak kadar büyümüştük. Dört tekerlekli bisikletimizle henüz bomboş olan sokakta geziyor, arada bir balkona çıkan annemize el sallıyorduk.

Bir gün annem ve babam bizi karşılarına aldılar ve güzel haberi verdiler. Yaz gelince Konyaaltı’na obaya taşınacaktık.

     -Deniz var mı orada?

     -Tam deniz kıyısı çocuklar!

      -Yaşasın!

Aylar geçiyor, yazlığa taşınma zamanı yaklaşıyordu. Sokakta oynama saatleri artmış, kontroller azalmıştı.

     -Çocuklar, ben bakkala kadar gidiyorum. Evden uzaklaşmayın, olur mu?

     -Tamam anne. Merak etme.

Annem, eve dönerken bir kadının korkunç feryatları ile karşılaşmıştı. Bizi düşünerek heyecanla, kadının etrafında toplanmış kalabalığa yaklaştı.

    -Ne olmuş?

    -Kadıncağızın çocuğu kaybolmuş. Her yere bakıldı, bulamıyoruz.

O sıralarda Ayla isminde küçük bir kız çocuğu kaybolmuştu. Bugün bile akıbeti bilinmiyor. Annem, derin bir üzüntü ile kadına baktı.

    -Vah zavallı…

Bir anda bizi hatırlayıp evimize doğru koşarak gelirken gözleri ile beni ve kardeşimi görmeye çalışıyordu. Bende anahtar olduğunu düşünüp evde olmamız için dua ederek kapıyı açtı. İçeriden mırıl mırıl konuşmalarımızı duyunca derin bir oh çekti.

     -Çocuklar aferin size. Benim akıllı çocuklarım. Bakın bir çocuk kaybolmuş. Annesi ağlıyor.

     -Anneciğim, bak biz dışarıda ne bulduk. Çok tatlı anneciğim.

Annem, dönüp bize bakınca gözlerine inanamamış, elindeki file de gümbürtü ile yere düşüvermişti.

Sarışın minik bir kız çocuğunun iki elinden sıkı sıkı tutuyorduk. Üzerine battaniye sarmıştık ve ağzına tıkıştırdığımız yiyecekler üzerini renk renk lekelenmişti. Zavallı çocuk korkudan açılmış gözleri ile anneme bakıyordu ve dokunsan ağlayacaktı. Annem olanı biteni anlamaya çalışırken birden yavrusunu kaybeden kadını hatırladı.

   -Eyvah! Siz ne yaptınız çocuklar? Nereden buldunuz bu çocuğu?

Ağlamaya başlamıştım. Annem omuzlarımdan tutmuş sarsıyordu beni.

    -Hadi kardeşin küçük, sen nasıl yaparsın bunu? Ne diyeceğiz şimdi annesine?

    -Ne olur kızma anneciğim. Bak çok iyi baktık ona. Sokakta oynuyordu. Yazık. Acıdık ona. İçeri aldık

   -Annesi çocuğu arıyor her yerde. Gel yavrum, ne yapmışlar sana.

Çocuk artık haykırarak ağlıyordu. Ben ise çok korkuyordum. Aklıma gelen başıma gelecekti; Taş olacaktım! Beni de havuza koyacaklardı. Konyaaltı’na gidemeyecektim. Allahım, ne olur kardeşim de taş olmasın. Her şey benim suçum, kardeşim çok küçük. Kimse taş olmasın, ne olur Allah’ım!

Annem süratle toparlanıp, çocuğu kaptığı gibi dışarı koştu. Sonrasını görmedim ama şimdi tahmin edebiliyorum. Kadın, çocuğunun bulunmasına o kadar sevinmiştir ki, anneme kızmamıştır bile.

Ben ise kayboldum. Bir süre saklanmaya karar verdim. Kardeşimle vedalaşıp onun ağlamasına aldırmamaya çalışarak, evden kaçtım. Bir süre saklanıp kendimi unutturacaktım Üstelik annem polisler gelecek demişti. Onlar beni hemen havuza götürüp taş yapacaklardı. Oradan uzak olursam,  kurtulabilirdim. Zaten birkaç gün sonra yazlığa taşınacaktık. Oraya şimdiden gidip, saklanabilirdim. Babam da gelince ortaya çıkardım. Annem çok kızgındır ama babam beni taş olmaktan korur. Hem de özlerler beni. Özleyince annem de kızmaz

Konyaaltı’nda sıra sıra dizilmiş obalar vardı. Denize en yakın sıra en pahalı ve itibarlı olanlardı ama hepsinde de aynı şekilde tek büyük bir oda, mutfak, banyo gibi bir aralık vardı. Tuvaletler ortak kullanım için dışarıdaydı.  Antalya halkı, yazın yaylalara taşınırken, artık daha genç ve modern aileler deniz kıyısında yazı geçirmeyi tercih ediyorlardı. Türkiye’de bisiklete binen ilk şortlu modern genç kadınlar, muhtemelen üç büyük şehirle birlikte burada görülmüştür. Yazın insanlar obalara taşınınca, kalın Amerikan bezinden yapılmış güneşlikler, taşlıklara bakan tahta direklere gerilir, müthiş sıcak günlerin güneşine set çekilirdi. Buzdolabı henüz Türkiye’de üretilmediğinden, genellikle dağlardan kamyonlarla gelen buzlar mutfaklarda ve taşlıklarda kullanılırdı.

Ana cadde denize doğru döne döne inerken hala kullanılan bir varyant oluşturuyordu Antalya küçücük bir şehirdi. Evimiz yakın olduğu için kolaylıkla varyanta ulaştım. Evden kaçarken biraz ekmek ve peynir de almıştım, neyse ki. Denize bakan duvarda oturdum. Yorulmuştum. Aşağıda görülen yüzlerce obanın neresine gideceğime karar vermeye çalışıyordum. Artık oraya gitmekten de korkuyordum. Ekmeğimi çıkarıp iştahla yedim. Tatlı bir uyku bastırdı.  Duvarın üzerine kıvrılıp uyumuşum.

    -Ebru, Ebru, güzel kızım… Bak yanındayız. Korkma kızım. Şana kimse bir şey yapamaz canım kızım.

     -Anneciğim, babacığım, taş olmadık değil mi?

Nerede olduğumu anlamaya çalışırken ellerimle vücudumu yokluyordum. Çok şükür, taş olmamıştım!

İşte babam gelmişti ve beni bulmuştu. Yaşasın babacığım diye düşündüm. Ağlamamaya çalıştım. Gücümü annem de görmeliydi.

Biliyordum; taş olmayacaktım. Hiçbirimiz taş olmayacaktık. Babam, tehlikenin geçtiğini anlatırcasına göz kırptı bana. Aşağıda obaları parmağımla işaret ederek sordum:

    -Hangisi bizim babacığım?