SEYDALİ ÖNAL/KENDİ İÇİNDE KAYIP

KENDİ İÇİNDE KAYIP

Kendi kitabıma girdim saklandım
Kelime kelime buldular beni
Denizin dibinde ot oldum bittim
Balığın karnından yoldular beni

                                           (Âşık Mahsuni Şerif)

Sabah evden çıkıyorum dilime bir türkü pelesenk olmuş, söylediğimin ben bile farkında değilim. Mırıldanıp duruyorum kendi kendime. Bu bende yeni bir durum değil. Çocuklukta da vardı, anam bu halime çok üzülürdü. “Neme lazım oğlum, gören de kendi kendine konuşuyor; delirdi mi derler, zaten soyunda da var diyorlar. ”derdi. Soyumda olan delilik mi yoksa dilinde bir türkü sesimesiyle gezmek mi olduğunu anlamlandıramazdım.

Benim de dilim de bir türkü…Okulun koridorunda dolaşırken öğretmen arkadaşlarımdan biri gelip sessizce yaklaşarak “Biraz ses ver.” dediği zaman farkına varıyorum türkü mırıldandığımın.

 Âdemoğlu doğduğunda safiydi, cıbıldı ne elinde bir gizli ajanda vardı ne de riyakârlık. İnsan büyüdükçe o çocukluk masumiyetini yitirdi, masumiyet kayboldukça çirkin bir varlığa dönüştü. Masumiyet, yerini ince hesaplara; içtenlik, yerini maskelere bıraktı. İnsan, kendi özünden uzaklaştı; başkalarının beklentilerini giyinip kendi gerçeğini unuttu. Bu dönüşüm, belki de en büyük trajedidir: Kendiyle doğrudan bir bağ kuramayan, sahiciliğini yitirmiş, çelişkiler içinde kıvranan bir varlığa evrilir insan.

Dünyanın gürültülü, keskin, gerçek, çıplak hayatından ve kötülüğünden kaçmak istersiniz. Kitapların deryasında, kelimelerin sarmalında kaybolmayı arzularsın. Zannedersin ki, “balıklar gibi derya içinde olup da deryayı bilmeyenlerden”olacağım. Ama bu gerçekleşmez.

Ne kadar saklanmak istersen de bir isim, bir fiil, bir sıfat; her biri bir adım daha yaklaştırır seni aşikâr olmaya. Anlarsın ki insan hangi hikâyenin kurgusunun dehlizlerinde susup beklese de gizlendiği yol sonunda kendine çıkar. Kurgu bile insanı kendi hakikatine sürükler. Kitaplardaki kelimeler arasına saklandıkça asıl hakikatimizi kelimeleri oluşturan seslerde buluruz.  Kurgu dünyasına, hayal gücüne ya da kitaplara sığınmak bile bizi kendi gerçeğimizden uzaklaştırmaz; aksine daha da yaklaştırır. Kitapların satır aralarında saklanırken kelimelerin taşıdığı seslerde içsel dünyamıza ait izleri buluruz. Yani hakikatten kaçtığımızı zannederken en çıplak ve samimi hâlimizle yüzleşiriz. Kurgu, bu anlamda bir maske değil, bir ayna olur.

İnsan, tarih boyunca anlam arayan bir varlık oldu. Fakat modern çağ, bu arayışı daha karmaşık, daha belirsiz bir hâle getirdi. Özellikle günümüz dijital dünyadaki ilerlemeler ve iletişimin gelişimi insanın mana arayışına değişik bir boyut kattı. Sosyal medya aracılığıyla iletişimin altın çağını yaşarken insan içten içe kendine yabancılaştı. İletişime geçebileceğimiz kişiler bir telefon kadar yakınımızda olsa da her gün onlarca yüzle karşılaşsa da bir tek kendine yabancılaştı en çok. Çalışmak, üretmek, tüketmek döngüsünde birey, kendi varoluşunun anlamını kaybetti. Kim olduğunu, neye inandığını, neyi sevdiğini unuttu. Modern insan artık bir “ben” değil, başkalarının projeksiyonunda şekillenen bir “görüntü” hâline geldi. Yabancılaştı; hem dünyaya hem diğer insanlara hem de en çok kendi özüne.

İnsan, dikkatini dış dünyanın karmaşasından çekip kendi iç dünyasında yolculuğa başladığında, sığ olandan derin olana doğru bir yolculuğa çıkar.  Bu da bir bağlamda kişinin kendi özüne dönmesini, gerçek benliğini bulmasını sağlar. Gerçek benliğe dönmek, bastırılmış duygularla, korkularla ve arzularla yüzleşmeyi gerektirir; bu da insanı dönüştürür, olgunlaştırır. İç dünyanın keşfinin yolculuğuna çıkan kişiyi dış dünyanın gürültüsü oyalayamayacaktır. Bu bir kaçış da değil Gülten Akın’ın “Ah, kimselerin vakti yok/ Durup ince şeyler anlamaya” dizelerinde belirttiği insan artık hayatın sessiz çığlıklarını duyumsamaya başlamıştır. Hayatın özü de sessiz çığlıkların melodilerinde gizlidir. Oysa günümüz insanı, bir yerlere yetişmenin telaşı içinde çırpınıyor.

“Hoşça bak zatına ki zübde-i âlemsin sen / Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen” beyitinde Şeyh Galib, insanın kâinattaki özel yerini ve değerini hatırlatır. Nasıl kigözbebeği, görmeyi sağlayan en değerli noktadır, insan da yaratılmışların en değerli varlığıdır. Şair, bu beyitle insana kendi değerini fark etmesini, özüne saygıyla ve sevgiyle bakmasını öğütler. Çünkü insan; mananın ve sırların taşıyıcısıdır, yeter ki kendi içsel yolculuğuna çıkabilsin.

Hararet nârda’dır sac’da değildir,/ Kerâmet sendedir tâc’da değildir,/ Her ne arar isen kendinde ara, /Kudüs’te Mekke’de Hâc’da değildir ” dizeleriyle Hacı Bektaşı Veli, hakikatin dışsal nesnelerde değil, insanın kendi iç âleminde aranması gerektiğini anlatır. Dış nesneler bir “sac”dır, asıl gerçek sıcaklık ateşin özündedir, görüntüsünde değil. İnsanı yüceltenin dış görünüş, makam ya da unvan değil, akıl ve kalp olduğunu söyler. Son satırda ise aradığımız hakikatin dış mekânlarda değil; insanın kendi öz benliğinde, kalbinin derinliklerinde saklı olduğunu vurgular. Bu söz, insanın içsel bir yolculuğa çıkmadan hakikate ulaşamayacağını, dışa değil içe yönelmesi gerektiğini hatırlatır.

Dersin bitimiyle eve doğru yol alıyorum. Sağlı sollu yıkılmaya yüz tutmuş evler, çatlamış duvarlarıyla birbirine yaslanmış; sanki düşmemek için birbirine tutunan evler arasından. Kapı önlerinde yosun tutmuş taş basamaklar, çerçeveleri kararmış pencereler… Sokağın her kıvrımında hafif bir rutubet, eski tahta ve toprak kokusu hissediliyordu. Bayırın en üstünden, bu köhne sessizlik aşağıya doğru ağır ağır yayılıyordu; yaşlı bir kentin, hatırlanmak isteyen bir anısı gibi.

Taş duvarlara sinmiş zaman, güneşle birlikte çatlaklardan sızıyor. Zeytin ağaçları, dar kaldırımlara gölgesini serip serinliğini bırakıyor. Rüzgâr, dallardan süzülen o kendine has zeytin kokusunu taş duvarlara, eski kapılara, yorgun taşlara işliyor. Sokak bittiğinde bir deniz başlıyor usulca; ama arkasında kalan her şey hâlâ o kokuda yaşıyor ve benim dudaklarımda bir türkü içten içe mırıldanıyor:

Şal kumaş yapılmaz tazı çulundan
Vazgeç gönül parasından pulundan
Pir aşkına Pir Sultan’ın yolundan
Mahzuni ol diye saldılar beni