KLAZOMENAİ’NİN BÜYÜCÜSÜ HAYAL İRTEGÜN
Erken Tunç Çağı’nda şehircilik anlayışının da devreye girmesiyle daha farklı bir boyut kazanan Klazomenai’nin uygarlık merkezi oluşunu; dönemsel yontuculara, ressamlara ve o günün deyimi ile büyücülerinin farklılığı ve gücüne borçlu olduğunu kimse söylemiyor ama ben bunu biliyorum.
Uzun ve kısa bir yolculuğun kıyısında o kültürel kalıtın devamı olan Urla’dayım. Klazomenai’nın bütün sırlarını bulutlardan tuvale indiren, yüreğindeki umudu renklere, renkleri şarkılara dönüştüren renk yontucusu Ressam, Hayal İrtegün’ün tuvallerinde çoğalttığı bahçelerdeyim.

Ressamın, gözleri sonra elleriyle dokunduğu tuvalin köşesinden içeriye giriyorum. Yolculuklar gizemlidir. Hele bu yolculuğun içsel derinliğinde ressam saklanıyorsa daha da zordur.
Sanatı bir bütün olarak algılamış olan sevgili dostumun tablolarında hayatın bütün çizgilerini, anlık duyarlılığı geleceğe taşıyan usta bir çizginin en güzel örnekleri içinde dolaşıyorum. Hepimizin içinde yaşadığı doğayı anlamlandıran, doğanın psikolojisini insanla buluşturan anlayışı ile felsefenin derinliklerinde renklerle bizi /izleyicileri büyülü bir dünyaya götüren, gezintiye çıkaran sevgili Hayal; çağdaş bir ressam olarak gelenekten-geleceğe uzanan duyarlı anlatımını nahif söylencesini hikayelere dönüştüren bir ressam olarak özgünlüğünü koruyarak, paylaşımın ortasında bir büyücü gizemiyle ruhumuzu ve gerçekleri kendi üslubuyla sürekli yeni sayfalara taşımaktadır.
Ressamlar hayatı ve dünyayı yorumlarken tablolarını, kendi ütopyaları ile süsleyip renk ve desenlerle bize ulaştırır… Çok sancılı bir rüyadan geçip günlerce uykusuzluğun derinliğine kendi öykülerini serpiştirirken çocuklar gibi heyecanlandıklarını biliyorum. Üstelik resmi bitirip şöyle karşısına geçerken derin bir soluk, gururlu bir ruh coşkunluğu ve doygunluğu ile hissettiği duygunun parasal karşılığı olmadığını da biliyorum. Bitirilen her tablo; ressamın kendine özgü birikimin renklerle sevişmesi, kavgası veya sonucudur. Her yeni tablo artık ressamın çocuğu ve en güzel eseridir.
Sevgili Hayal’in bize, hayata armağan ettiği tablolarındaki bahçelere girerken; nahif ama gerçeküstücü yorumuyla, doğada var olmayan ancak dinsel kavramların hayallerimize işlediği cennetten köşeleri ve mutluluğunu hissettirir. Yelkenlerini boğmuş rüzgârın saçlarında kalan yağmurun ıslaklığını taşıyan bulutların tepesinde evden kaçmış çocukların çığlığını, söylencelerini haykıran martıların ve kırlangıç sürülerinin şarkısını dinlersiniz. Büyülü bir loşluğun içinde, sıyrılan perdenin ilkbaharında ve yağmurdan sonra ıslanan ağaçların mutluluğunu ifade eden meyvelerin arasında sizde artık o cennette kaybolmuş çocuklar gibi dolaşabilirsiniz.

Hep söylenmiştir; her insan yaşadığı coğrafya ya benzer diye… Sevgili Hayal, sanatçı kimliğiyle bunu en çok kendi üretimsel sürecinde içselleştirip derinliğine yeşil tüneller açan bir hayatın şarkısıyla yansıtır. Bu nedenle ressamımızın eserlerinde çizginin ve renklerin anlamı görünenin ötesindedir.
Özellikle; doğduğu ve yıllardır yaşadığı coğrafyanın bütün çelişkilerini, hüzün ve mutluluklarını, özlem ve nefretini renklerle desen ve figürlerle görsel metne çevirirken, izleyicilerin ve eleştirmenlerin daha dikkatli olması gerektiğine de vurgu yapar.
Çünkü tablolarında, farklı bir sıcaklık vardır. Bu, kullandığı baskın renklere de yansımaktadır. Baskın olan yeşil renk; umudun doğumun ve ölümsüzlüğün sıcaklığı, heyecanı, ışık pervanelerinin kanat izleri veya en önemlisi özlemin farklı dillerdeki ifadesi olarak kırmızı noktalarla betimlenirken, İzleyicileri de şaşırtıyor. Kendi algı veya bahar algısında aşk vardır. Yeni aşklar, yeni doğumlar, yeni umutlar ve baharın uçsuz bucaksız renkleri içinde, küçücük çocukların hayallerini süsleyen ve yalnızca damları görülen evlerin içindeki naif hareketliliği, kendi içsel fırtınadan kopardığı renklerin çığlığı olarak değerlendirmek, ressamı anlamak için yeterli değildir.

O noktalar…Binlerce noktadan oluşan figürlerin veya hayatın yansımasında doğan o çoğul taleplerin anlamını çözmeye çalışıyorum.
Neden nokta? Neden noktalardan oluşan bir anlatım? Susuyorum. Birden sahneye Milay çıkıyor. Hayalin tablolarındaki noktalardan, ağaçlardan yola çıkarak hikâye başlıyor.
“Uruguay’da politik tutuklular, izin almadan konuşamazlar, ıslık çalamazlar, gülümseyemezler, hızlı yürüyemezler, başka tutuklularla selamlaşamazlar; gebe kadın, yan yana kadınla erkek, kelebek, yıldız ve kuş resmi yapmaları da yasaktır.
Bir pazar günü ‘ ideolojik fikirler beslediği için’ işkenceden geçip hapse atılmış olan öğretmen Didasko Perez’i beş yaşındaki kızı Milay ziyaretine geliyor. Milay, babasına bir kuş resmi getiriyor. Muhafızlar resmi, cezaevinin kapısında yırtıyorlar.
Ertesi pazar, Milay babasına bir ağaç resmi getiriyor. Ağaçlar yasaklı olmadığından resim içeriye alınıyor. Didasko resmi övüyor, sonra ağaç dallarının arasına serpiştirilmiş, yarı gizlenmiş duran, renkli, küçük beneklerin ne olduğunu soruyor:

“ portakal mı bunlar? Yoksa başka meyve mi ?”
Milay, parmağını babasının dudaklarına bastırıyor: ” Şşşşt” duymasınlar…
Sonra eğilip babasının kulağına fısıldıyor: “ Saçma konuşmasana… Görmüyor musun, göz bunlar…Senin için gizlice getirdiğim kuşların gözleri.”
Hayal, bize burda görünenin ötesinde başka şeyler anlattığına eminim. O meyve olarak betimlenen noktalar, yüreğinde sakladığı umut kuşlarının gözleri mi? Hayal, bu özgün çalışamalarıyla, noktalarda sakladığı mesajı ile Resim dünyamızın Milay’ıdır.
Evet hoş geldin sevgili Hayal… sevgili Milay.
Zaman geçiyor…Hayalin tablolarından çıkmak istemiyorum. Farklı bir huzurun renklerle yazılmış şiirindeyim.
Hayal’in tablolarında çığlıkların arkasından gelen suskunluğun daha farklı anlamları da vardır. Ressam burada, tablolarında; saf ve temiz uykularını, gökyüzünde saklanan kanatları ile süsleyip hayata armağan eder. İzmir…Betonlaşma ile çoğalan, doğayı öldüren tanrıların sığındığı mağaranın hemen bitişiğinde gizlenmiş Klazomenai’nın/ küçük kızı Urla’nın gözlerini, ellerini önemsiyorum. Maddenin paslı zincirlerini üzerinden atmış ve gölge halinde dolaşırken, doğaya ve hayata olan saygısını çiçeklere armağan ederken, ressam, birden susar. Susmak, dinlemektir…Dinlemek kendini bulmak ve bilginin büyülü kanatlarına ulaşmaktır. İşte Urla dan bize el sallayan ressamın suskunluğu…
Düşen yalnızca renklerdir. Düşen ninniden doğan seslerin tütsü dumanında çoğalarak geri gelen kendi ruhlarından doğan çocuklardır. Hayat, birbirine sarılarak farklı anlamlara koşan desenler arasında sonsuz yolculuğun çocukluğudur zaten. Dingin ve huzurlu sofrada sunulan zeytin tanesinden artan bütün kutsal figürlerin peşinden gitmeye hazırlanan insanlar, Susarak konuşurlar. Öyle ki susarak konuşmanın figürlerle canlanmasını bize armağan eden derin bir bilgenin tesbih tanesindeki yorgun umutlarına düşer aşklar. Her tablo bir aşkın sonucudur aslında.
Soruyor ressam…Nedir hayat! Bu yıldızdan bakan kim! Ruhumuzun şarkılarını kim yazacak!
Ah…bu sonsuzluğun içindeki uğultuda dingin ve sessiz alfabeyi nasıl anlatsam…
İşi zordur ressamın…
Ressam tuvalin başında, renklerin kendi yüzlerindeki figürlerin masalına düşmüş ilginç kahramanlarıyla çoğalırken, ruhunun sessizlik ırmaklarındaki taşların ağırlığını da bırakıp gökyüzüne bakar…
Gökyüzü kendisidir. Tuvalin kendisi, ruhunun aynası, suskunluğundaki anlam, yüreğindeki fırtınaların kendi payına kalan resmidir. Derin, soğuk ve kalabalık. Herkesin koro halinde koşturduğu bu sonsuzluğun yeryüzüne düşmüş renklerin ilahiler eşliğinde kendi ruhunun hafifliğinde, sıcaklığında çoğaltarak açar.
Obje yerine, görülmeyen ama var olan hayallerindeki motifleri, müzikal ahenk ve kusursuz uyumla tuvalde işlerken; renkleri enstrümana çevirerek karmaşık ve gereksiz ifadelerden kurtarmaktadır. Yalnızca kendisinin duyduğu ninnilerin bütün hüzünlü ezgileri, siyah bir isyandan doğan kızıl bir insan akıntısının bıraktığı izlere dönüştürerek, kapalı bir öykünün içinde kendini-izleyicinin kendisini bulmaya ışık olmaktadır.

Tablolarında, doğaçlama olarak bıraktığı lekeler; renklerin duygusal yapısını değiştirerek armonik bir yapıya kavuşturduğunda, çocuk mırıltılarından şarkılara uzanan bir söylencenin kurgusunu da bizlere bırakmaktadır. Yarattığı çok yönlü söylemleriyle, resmin mekânsal kuruluş mantığını da silerek, imgeleri özgürleştirmektedir
Bunu biliyor ressam…Ve buradan sonsuz bir yolculuğa çıkar. Kalabalıklar arasında yalnızca ruhunu ve yüreğini yanına alıp hayatın yalınayak sofralarından geçer. Mırıltılar halinde yayılan seslerin peşinden uzaya, yıldızlara, uzaklara, yakınlaşan sonsuzluğa bakarken, tuvale kuşların kanatları düşer. Tıpkı Miya’nın yemyeşil ağaçların içinde saklanan kuşları gibi…
Her sanat eseri ancak sanatçısı tarafından üretilebilir. Aynı temada ürün verilse bile, aynı yapıtla karşılaşmanız mümkün değildir. Aynı manzaraya bakan ressamların, yaptığı tablo da farklı olur. Çünkü tuvale yansıyan görüntü; üretici süje olan sanatçının o anki psikolojisi, birikimi, duyguları ve düşüncelerinin toplamı veya sentezidir. Ve ancak yalnızken dökülür renkler ellerinden.

Çünkü yazarların da ressamlar gibi kendi içinde kaybolduğu anları vardır.
Cennetten çalınmış yemyeşil bir bahçenin ortasındaki ağaçların içinde, mutluluk ifadesi olan meyvenin kıyısında kayboldum.
Beni ancak çocuklar bulabilir.