ÜÇ GÜZELLER
Zamanlardan bir zaman, tanrıların çağında; denizlerin altında bir tanrıça geldi dünyaya, İhtiyar Nereus’la Doris’ten doğma, Thetis dediler adına. Görür görmez gönlü ısındı ana tanrıçanın yeni tanrıçaya, aldı kanadının altına. Thetis de iki etmedi Hera’nın bir dediğini, hoş tuttu gönlünü Olimpos’un hanımının. Bir zaman gelip de kızışınca arası Zeus’la Hera’nın, kaldırıp atılınca ateşin efendisi Olimpos’un yamacına, Thetis sahip çıktı emekçilerin tanrısına.
Ancak bir gün geldi kaydı Zeus’un gönlü Thetis’ten yana. Gelince kulağına Prometheus’un kehaneti, Thetis yönünü bile çevirmedi o yana. Bir korkudur düşürmüştü kehanet Zeus’un içine. Türlü eziyetler etti fırtınaların efendisi ateşin titanına. Elde etti de istediğini. Getirecekti hükümranlığının sonunu tanrının Thetis’ten doğacak olan çocuğu.
Hiçbiri tanrıların alamadı göze bu tehlikeyi, koydular akıllarına Thetis’i bir ölümlüyle evlendirmeyi. Baktılar göklerden aşağıya, çarptı gözlerine Phtyia’nın Kralı.
İstemedi Thetis Peleus’un damatlığını, çıkardı türlü zorluklar, ancak yaptı tanrılar aralarını. Tertiplediler dillere destan bir düğün, saldılar dört bir yana haberini. Tek bir tanrıça kaldı elinden korktukları. Kimse tek bir söz etmedi Nemesis’e, intikamın efendisine.
Darıldı tanrıça Olimposluların bu haline; koyuldu yola, vardı düğüne. Tanrıların hepsi dizilmişti bir ziyafet sofrasının etrafına. Görmek mümkün değildi masanın kendini üstündeki bolluktan. Ölümlüsünden tanrısına her birinin yediği önünde, yemediği arkasında…
Nemesis izledi bu şöleni uzaktan, parladı gözleri öfkenin ateşiyle. Vermeliydi cezasını bu hadsizliğin.
Belirdi tanrıçanın elinde göğün kızları Hesperidlerin elmalarının en göz çeleni. Çiziktiriverdi tanrıça asıl işini, beliriverdi elmanın üstünde belanın habercisi.
“Sahibidir bu elmanın, en güzeli…”
Gizledi tanrıça soydaşlarından kendini, salıverdi elmayı masalarının ortasına; üç malum tanrıçanın tam karşısına.
Aradı tüm gözler birbirini. Neyin nesiydi bu altın tanesi?
…
Az zaman önce, tanrıça masaya elmayı bırakmadan bir haber duyuldu Troya’nın ulu duvarları arkasından. Bir oğlu olacaktı Kral Priamos’la Kraliçesi Hekabe’nin.
Gecelerden birinde bir düş değdi kraliçenin gözüne. Yakıp yıkıp harap edecekti karnındaki yavru tüm evini, bildiğini, bilmediğini.
Kraliçe anlattı kocasına gözlerinin seçtiğini. Kralın içine bir korkudur düştü, dedi: “Bırakmalıdır bu çocuğu göğün dahi bilmediği bir ıssızın inine.”
Doğar doğmaz bebek Paris’i bıraktı İda Dağı’nın eteğine Troya’nın asilzadesi. Geçti günler, aylar, yıllar. Büyüdü, yetişti Paris. Geçirdi günlerini dağın eteğinde, tomurcukları arasında. Habersiz salınırken bir gün ağaçların altında ışıdı ağaçlığın öte yanı. Beliriverdi tanrıların habercisi, yanında üç dünya güzeli.
Yanaşırken Paris’in yanına tanrıların en seçilmişleri gözüne çarptı terkedilmiş prensin bir altın tanesi.
Selamladı Paris’i yolların efendisi, başladı anlatmaya meramını. Göreviydi prensin bu güzellerden birini seçmesi. Aklı almadı önce Paris’in nedir, niyedir? Bakakaldı en güzellere bir süre, kamaştı gözleri ışığın karşısında.
Üç tanrıça dizilmişti çobanın karşısında. Bir baştaki başladı anlatmaya:
“Ben ki Zeus’un aklından doğma, meydanların sahibi savaşların efendisi… Tüm bilgeliklerin tek varisi, gök gözlü Athena’yım. Eğer ki sen ölümlü, verirsen benim adımı sözümdür ki bahşederim sana akla karayı, aklına gelebilecek her türlü dehayı, galibiyetlerini tüm meydanların…”
Dalgalanırken tanrıçanın kömür saçları rüzgârda, ışıldarken gök gözleri döndü Paris’e yönünü güzellerden bir diğeri.
Buğday teni parladı dalların arasından yolunu bulup da süzülen ışıkla. Dökülürken lüle saçları omuzlarına sert yüzünde bir tebessüm belirdi tanrıçanın. Yumuşadı gözleri başladı anlatmaya:
“Ben ki Olimpos’un kraliçesi, tanrıçaların en yücesi, evlerin, evliliklerin, bereketin efendisi… Vaadimdir sana ey çoban, seçersen ki beni senindir krallıkların en yücesi.”
Aklı karışmıştı Paris’in bunca güzel, bunca vergi karşısında. Sonradan üçüncü tanrıça çıktı ortaya. Altın saçları incilerle bezeli, görülmemiş daha evvel alemde ondan güzeli. Gözlerinde bir ateştir yanıyordu tanrıçanın, al yanakları birer kiraz. Açtı ağzını başladı anlatmaya:
“Ben ki hanımı evrendeki tüm güzelliklerin, aşkın sevginin, şehvetin… Yoktur benim karşımda değeri ne kralın ne de zaferin. Açılır yollar, çiçek açar tomurcuklar, erir kar, diner yağmur bir dokunuşuyla benim elimin. Yoktur bu koca evrende benden yücesi, eğer başını beni görünce her birisi. Benim vaadimdir sana güzellerin en güzeli, aşkların en çiçeklisi…
Paris büyülenmişti Aphrodite’nin karşısında, ağzı bir karış açık. Haberci sordu: “Söyle bakalım çoban, kimdir gönlünün yanaştığı?” Son bir kez daha çevirdi hepsini Paris aklında, vardı karara.
“Tamam,” dedi “yaptım seçimimi.”
“Güzellerin en güzeli Aphrodite’dir elmanın tek sahibesi.”
Gözleri parladı tanrıçanın, atıverdi bir zafer kahkahası, aldı elinden Paris’in altın elmayı. Öfkelense de diğer tanrıçalar yoktu başka çaresi, seçmişti çoban aşkların en çiçeklisini.