ÇIĞ DERGİSİ
NAZAN ARISOY ÖZEL RÖPORTAJI
Onu tanıyan herkesin ortak bir cümlesi var. Nazan Arısoy’un kelimeleri bir yere dokunur. Kimi zaman bir kadının iç sesi olur kimi zaman yitik bir aşkın izini sürer ama mutlaka bir yerlerde bizi yakalar. Yazdığı 15 kitap, senaryolar, danışmanlık çalışmaları derken, o kelimeleriyle hayatın tam merkezinden konuşan bir isim haline geldi.
Nazan Arısoy’un dünyasında edebiyat, sadece cümle kurmak değil; anlamak, hissetmek ve iyileşmek demek. Bazen bir karakterin gözünden bazen de kendi iç sesinden yola çıkarak bizi kendi içimize döndürmeyi başarıyor. Yeni geliştirmiş olduğu “Edebiyoterapi” türü sayesinde edebiyatın iyileştirici yönünü keşfedip psikoloji tabanlı eserlere de imza atıyor.
Bu söyleşide onun yazma tutkusunun köklerine indik, ilham kaynaklarına kulak verdik, en çok da yaşamla ve insanla kurduğu o derin bağa tanıklık ettik. Hazırsanız, kaleminin ardındaki o içten dünyaya birlikte yol alalım.
Nurgül Kayhan:
Okuyuculardan aldığınız en unutulmaz geri dönüş neydi?
Nazan Arısoy:
Beni en çok mutlu eden ilk geri bildirim “Charles Bukowski- Zaman Unutturmaz, Uyuşturur” kitabımla ilgiliydi. Bukowski’nin hayatı tam bir dram hikâyesi… Altı yaşındayken babasının gelenekselleştirdiği her gece dayağına yönelik kurtulmak için bir yol düşündüğü kısmı yazmıştım. Okuyucularımdan biri sosyal medya üzerinden bana ulaşıp tam olarak şöyle dedi: “ Nazan hocam ne yaptınız siz? Elimi o kitabın içine sokup banyoda dizlerinin üzerine çökmüş ustura kayışıyla dayak yiyen o küçük Bukowski’nin elini tutup kitabın içinden çekip çıkartmak istedim. Ah hocam ah!” Bu cümleleri okuduktan sonra “Evet, başardım,” dedim. İyi anlatabilmenin gururu vardı. Sonra “Beni Seveceksin” ve “Yağmur’dan Sonra Deniz” ve en çok da Nazım ve Piraye’yi anlattığım kitaptan çok dokunaklı geri bildirim aldım.


Nurgül Kayhan:
Kitaplarınızda karakterlerin iç yolculuğu dikkat çekiyor. Kendi hayatınızda böyle bir dönüşüm sürecinden geçtiniz mi?
Nazan Arısoy:
Kim geçmez ki? Elbette… Ben biraz yoktan var ettim kendimi. Eksiklerimi fazlalığa dönüştürmek benim için yaşama panoramik bir açıdan bakmakla mümkün oldu. Benim yarattığım karakterler bu yüzden tüm zorluklara rağmen umut vaat eden, “Başarabilirsin, vazgeçme,” diyen karakterler. Her sabah uyandığımda rutinimin içinde daima kahvemi içerken söylediğim bir cümlem var: “Hadi bakalım, yeniden başlıyoruz!” Güneş her sabah doğuyorsa ve biz her gece ölüp sabah yeniden yaşama dönüyorsak, yeniden başladığımızın farkında olmalıyız.


Nurgül Kayhan:
“Cemal Süreya Aşk Günü Doğdu” kitabınızda şiirle romanı buluşturuyorsunuz. Şiir sizin için ne ifade ediyor?
Nazan Arısoy:
Şiir dünya edebiyatında herkesin yazamayacağını düşündüğüm kıymetli eserdir. Roman yazarlarının binlerce kelime ile duygu ve düşünceleri, olayları anlatma şansı var. Şairler en az kelimeyle en çok duygu ve düşünceyi anlatmayı başaran bana göre kutsal insanlardır. Şair olmak kolay değil. Cemal Süreya konusuna gelince; şunu bildirmek isterim bazı insanlar yazar, bazı insanlar yaşar. Cemal Süreya, aşkı iyi yazan ama yaşarken aşk dediğini ve kendini inciten bir adam.
Nurgül Kayhan:
“Kadın Kafası” ve “Yağmur’dan Sonra Deniz” gibi projelerde kadının sesi nasıl bir yer buldu sizce?
Nazan Arısoy:
“Kadın Kafası” senaryom bir tiyatro oyunundan esinlenme ile yaratıldı. Sevgili dostum İrfan Kangı’nın kaleme aldığı tiyatro oyununu beyaz perdeye uyarladık. Birbirinden farklı kadın kimliğinin hayattan beklentilerinin ve karşılaştıklarının, kabullendikleri ve ne kadar itiraz etseler de yaşamında izin verdiklerinin etkilerini anlatan bir eser. “Yağmur’dan Sonra Deniz” yazmış olduğum bir roman. Yağmur ve Deniz’in emsalsiz aşk hikâyesi gibi görünse de alt atmosfer başka. Şiddete maruz kalıp kabullenen kadınların hepsinin cahil kalmış, eğitimsiz ve çaresiz olmadığını açıkça beyan eden bir hikâye. Yağmur, ünlü akademisyen ve kültürlü, eğitimli bir kadın. Kocası da ünlü ve entelektüel bir doktor ama Yağmur kıskançlıklar, kompleksler yüzünden defalarca hastanelik olasıya kadar dayak yiyen ve yaşamı sürdüren bir kadın. Bile bile uçurum kıyısından düşmeyi, ölmeyi bekledi yıllarca, ta ki iyi niyetinden acımasızca vurulasıya kadar… Kadının öğrenilmiş çaresizliği kabullenmesinin eğitim ve kültür ile ilgili olmadığını öğretiyor. Hayatın gerçekliklerine karşı susanların sesi oluyor.

Nurgül Kayhan:
Yazarlık dışında sanat yönetmenliği ve eğitmenlik yapıyorsunuz. Bu alanlar yazarlığınızı nasıl besliyor?
Nazan Arısoy:
Hayatı geniş bir yelpazeden yaşamayı seven biriyim. Çok yönlü olmayı seçmiyorum öyle doğdum öyle gelişiyorum. Her açıdan bakabilmek bu özelliğimle gelişti. Her renk bana başka başka değerler katıyor. O yüzden televizyon programımın adı “Nazan Arısoy ile Rengârenk” oldu. Yaşam, çok renkten oluşan eşsiz bir tablo… Her renk yaratılanlar için var, öyleyse neden deneyimlemeyelim ki? Birbirini çok besleyen işlerim var ama farkındaysanız alt taban hep insan psikolojisi. İnsana dair her şeye karşı merak benimkisi…
Nurgül Kayhan:
Aşkın tanımını bir ilişki danışmanı mı, bir yazar mı daha iyi yapar sizce?
Yaşayan yaşadığı aşka göre iyi bir tanım çıkartabilir. Kimine göre acı veren korkulması gereken bir şeydir. Kimine göre yaşanması umut edilen görkemli bir rüya. Aşkı kimlikle, meslekle tanımlamak mümkün değil. Herkesin aşkı anlama anlamlandırma şekli parmak izi gibi biriciktir. Aşkı diğer duygulardan ayrı tutmam çünkü aşk, öfke, neşe, hüzün ve heyecan gibi sıradan bir duygu. Öfke kadar görülebilir, hissedilir olduğu için kimyasalların etkisiyle başka bir anlam yüklüyor insan. Bakın, duygular sonsuz değildir. Öfke ya da neşe, sonsuza kadar aynı dozda sürdürülebilir mi? İmkânsız ama aşkın sonsuza kadar sürmesini beklemek… Hayalden çıkıp emek harcamak gerekir. Sevgiyi kutsallaştırmak sürdürmek gerekir. Aşkın kimyasalları hedonik adaptasyon sonrası zaten normal sınırlara gelecek. İşte o değişim dönüşüm sırasında verdiğiniz emek, inanç ve güvenle, paylaşımla ilişki sürer ya da biter yani tılsım yok olur ya da görkemli bir hal alır. Bu size kalmış. Evlilik aşkı öldürmez yani… Bu durumda katil kişinin kendisidir. Rekabet, beklenti ve bencillik aşkı çabuk tüketir ve sevgiye dönüşmesini engeller.
Nurgül Kayhan:
Kitaplarınızda hep bir “şifa” izi var. Peki, siz yazarken hangi yaranızı sarmaya çalışıyorsunuz?
Sardığım yaraların izini yazıyorum. Yarasız insan mı var? Ne demiş Sezen Aksu: Yaralı, herkes yaralı” ve sonra eklemiş “Acıdan geçmeyen şarkılar biraz eksiktir.” İnsan deneyimlemediği konuları kurgulayabilir bu edebi bir yetenektir ama acının, kederin, aşkın rengi ancak empati ile mümkündür. Aslında ben yazarlık eğitimi alan öğrencilerime ilk olarak: “Eğer gerçek bir yazar olmak istiyorsanız önce insan olun yani empati yeteneğinizi geliştirin,” derim çünkü bir katilin anılarını yazmak için katil olmak, fahişenin yaşamını anlatmak için de fahişelik deneyimine ihtiyaç yoktur. Dünyasını anlamak, karakterini düşünce ve duygu dünyasını keşfetme arzusunda olmak yeterlidir. Bana şifası nedir edebi yaşamın: “Sahip olduklarıma şükretme, sahip olmak istediklerimi elde edebileceğime dair umut ve inanç geliştirme,” diyebilirim.


Nurgül Kayhan:
Ruhsal dünyanızı en iyi anlatan kitap karakteriniz hangisi ve neden?
Nazan Arısoy:
Hepsinden biraz var… Piraye’de oldum. Yağmur’da, Deniz ve Ahsen de… Dedim ya empati… Elbette benzer yaşanmışlıklar… Bire bir olmasa da duygudaşlık, figürler karakterler ve kurgusu farklı olsa da yaşamımda deneyimlediklerim…
Nurgül Kayhan:
Yazılarınızda “kadının öz gücüne” vurgu sık. Sizce modern kadının en büyük yalnızlığı nedir?
Nazan Arısoy:
Kendini yalnız olunca daha güçlü olacağına inandırması… Her şeyi tek başına başarabileceğine olan inancıdır… Feministler ve birçok kadın bu açıklamama kızabilir. Tamam, kızsınlar: yalnız yaratılmamız gerekmediği için evrende milyonlarca canlıyla bir arada yaşıyoruz. Kendisinin insan olduğunu unutup ‘insanları sevmiyorum, hayvanlar benim dostum,” diyenlere de kızıyorum. Duygusal deneyimlerden kaçan kadın, yanlış yapar. Hayatına ihanet eder. Carl Gustav Jung bize: “Deneyimlemekten korktuğunuz hayatı siz yaşamıyorsunuz demektir, yaşayanlara eşlik ediyorsunuz,” der. Bırakın yük yüklenip kadınlığınızı silmeyi, solgunlaştırmayı… Zaman ve duygular geçicidir. Geçer gider… Tanrı insana hedonik adaptasyon ve unutma yetisini bağışlamış. Düşünsenize çok sevdiğiniz birini kaybettiniz; ilk gün yaşanan kederle bir yıl sonra yaşanan keder aynı mı? Böylelikle unutmuş olmuyorsunuz, kabullenip yolunuza devam etmiş oluyorsunuz. Gereksiz gurur yapmak, diğer kadınlarla kendini kıyaslamak, rakip görmek ve daha fazlasını beklerken yalnız kalmak diyorum… Buna ihtiyacınız var mı gerçekten? Bir de kendini tanımadan ne istediğini ne istemediğini bilmeden yaşamı, insanları anlamaya çalışmak, etiketler yargılar ve geçmiş silahlarıyla geleceği kurşuna dizmek var… Yapmayın bunları…
Nurgül Kayhan:
Bir karakteri yazarken ona hayat vermek mi zor, onu vedaya hazırlamak mı?


Nazan Arısoy:
İkisi de zor değil… Karakterin hayatını yaşar gibi hissetmek yani “EMPATİ” her şeyi çözer…
Nurgül Kayhan:
Romanla senaryo arasında, ruhsal derinlik bakımından en çok hangisinde zorlanıyorsunuz?
Nazan Arısoy:
Romanda okura hikâyenin içindeki kurgu sahneleri mekânları yaratma fırsatı verirsiniz. Senaryo öyle değildir. Göstermek gerekir. Tüm detaylarıyla mekânın nasıl görüneceğini yazmak gerekir. Karakterin duruşunu romanda başka anlatırsınız senaryoda rolü üstlenen oyuncuya yol göstermek gerekir. Detayı fazla ve az kelimeyle anlatmak icap eder. Zorluk burada…
Nurgül Kayhan:
Eğer bir kitabınız sadece bir ses olarak dinlenseydi görsel olmasa da hangi duygunun baskın olmasını isterdiniz?
Nazan Arısoy:
Sadece bir duygu ile özdeşleştiremedim ama söyleyeceğim bir cümlem var. “Cinsiyetleri boş ver, insan olmayı, insan olarak yaşamayı sağla” vurgusu olabilir. İnsan olmayı başaran tüm ilişkilerde başarılı olur. Pes etme! Unutma! Her gün, yeniden başlıyoruz!
Nurgül Kayhan:
Aşka dair çok yazdınız… Hiç yazmaya cesaret edemediğiniz bir aşk hikâyeniz oldu mu?
Nazan Arısoy:
Hayır, olmadı… Yaşarken cesaret gösterilen tüm aşklar anlatılmaya değer.
Nurgül Kayhan:
Edebiyat dışında tutkuyla bağlı olduğunuz başka alanlar var mı?

Nazan Arısoy:
Elbette… Eğitim… Gelişmek, geliştirmek ve değer katmak önemli. Resim ve seramik… Seramik hayatıma yeni katıldı ama çok zamanımı kaplıyor. Yazmak kadar şifa verici…
Nurgül Kayhan:
Bugüne dek öğrendiğiniz en değerli yaşam dersi nedir?
Nazan Arısoy:
Dünyadan ve diğer insanlardan önce kendine doğru bir yolculuğa çık, kendini tanı. Kendi merkezinde sağlam dur ve yörüngendekileri oldukları gibi kabullen yaşamlarına uyumlan. Kimsenin yaşamında cıva olma. Cıva, kalıbına göre şekil alan bir metal elementidir. Kimsenin kalıbını kabullenmek zorunda olmayan insan, bunun farkında yaşamlara eşlik etmeli. Bir de sakın “Nasıl yapıyorlar bunu, hiç anlamıyorum…” cümlesiyle kimseyi yargılama, eleştirme çünkü evren sen ölmeden önce o beğenmediğin durumların nasıl da yaşanabileceğini sana gösterir.