Sessizliğin sanatı
Bazen bir kelimenin yerini hiçbir şey tutmaz.Ama bazen hiçlik bir kelimeden daha çok şey söyler. Uzun zamandır aklımı kurcalayan bir şey bu sessizlik. Günlük hayatın içindeki gürültüye, sürekli konuşma ve açıklama zorunluluğuna karşı sessiz kalmak. Eskiden sessizlik bana biraz boşluk gibi gelirdi, eksiklik gibi. Şimdi ise onun bir tür anlatma biçimi olduğunu fark ediyorum. Sessizlik yalnızca bir duraksama değil bazen bir isyan bazen bir kabul bazen de içten içe fısıldayan bir sanat dili.
Bu yazımda sessizliğin peşinden gitmek istiyorum. Konuşulmayanın sanattaki, edebiyattaki ve düşüncedeki yerini anlamaya çalışacağım. Belki de en çok, neden konuşmamayı seçtiğimizi sormak için yazacağım. Çünkü bazen en derin anlam, söylemediklerimizin içinde gizlidir.
Wittgenstein’ın bir cümlesine takıldım kaldım. “Üzerine konuşulamayan hakkında susmalı.” İlk okuduğumda bu cümle biraz kaçamak biraz da kibirli gelmişti. Bilmiyorsan sus, demenin akademik hali gibi. Ama sonra fark ettim ki mesele cehalet değilmiş. Bazen kelimeler bir sınır gibi ne kadar uğraşırsan uğraş, bazı şeyler onların içine sığmıyor.
Heidegger de buna benzer bir yerden yaklaşıyor aslında. Ona göre düşünmek, sürekli konuşmak ya da bir şeyler üretmek değildir. Bazen yalnızca susarak, durarak, bekleyerek de düşünülebilir. Hatta belki en derin düşünce tam da orada, hiçbir şey söylenmeyen yerde başlıyordur.
Sessizlik, boşluk değil, tam aksine dolu bir alan. Kimi zaman söylenemeyenin kimi zaman söylenmek istenmeyenin, hatta bazen söylenmesine gerek olmayanın alanı. Düşünsenize, en çok ne zaman sustuk? En yoğun duyguların içindeyken. Birinin gidişi, birinin gelişi, birinin gözlerimize bakıp da hiçbir şey söylememesi… Belki de sessizlik, anlamın en yoğun biçimidir.
Edebiyatta sessizlik ise bana her zaman sözcüklerin arasındaki o küçük, görünmez boşlukları hatırlatır, o boşluklar da satır aralarında, karakterlerin suskunluklarında gizlenenleri. Mesela Samuel Beckett’in Godot’yu Beklerken adlı oyununu okurken oradaki konuşmalar kadar suskunlukların da ne kadar anlam yüklü olduğunu fark ettim. Karakterler ne çok şey söylüyor ne çok şey söylemekten kaçınıyor! Bu suskunluk, sanki kelimelerden daha yüksek bir sesle konuşuyor.
Sait Faik’in hikâyelerinde de aynı sessizlik var. İnsanlar bazen konuşmaz, anlatmaz, sadece yaşarlar. Ve o suskunluk, bazen söylenenlerin bile önüne geçer. Kimi zaman en güzel anlatım, en derin duygu konuşulmayanlardadır.
Edebiyatta sessizlik, sadece anlatının içinde bir duraklama değil, bazen en çok anlatanın ta kendisidir. Çünkü bazen konuşmamak, en derini yazarak anlatmaktır.
Sanatta sessizlik denince aklımıza ilk John Cage’in ünlü eseri 4’33” gelir. Üç bölümden oluşan bu eser boyunca sanatçı hiçbir nota çalmıyor, sadece sessizliği dinlememizi istiyor. Bu, bana sessizlik de bir ses olabilir mi, diye sormamı sağladı.
Sinema dünyasına baktığımızda Andrey Tarkovsky’nin filmlerinde sessizlik, bazen bir karakter kadar güçlü. Ağır ve uzun sahneleriyle sessizliği zamanın bir parçası haline getiriyor. Onun filmlerinde sessizlik, yalnızlık ve varoluşun derinliğini hissettiriyor. İzleyici sessizliği duyuyor, düşünceleriyle yüzleşiyor.
Resim sanatında ise Edward Hopper’ın tablolarına bakıyorum hep. O sessiz şehir sokakları, boş kafeler, yalnız figürler. Tabloya baktığınızda hemen hissediyorsunuz. Burada anlatılmayan çok şey var. Sessizlik, resmin içinde var olan bir karakter gibi.
Sessizlik bazen sadece bir duraklama değil bazen güçlü bir direniş biçimidir. Aslında konuşmamak, bir karşı duruş olabilir. Hele ki zorla susturulanların sessizliği… Politik baskılar altında, sansür gören toplumlarda sessizlik hem bir korunma hem de bir protesto aracıdır.
Susan Sontag’ın dediği gibi, “Bazen açıklamak, yok etmektir.” Bu yüzden bazen en güçlü yanıt, susmaktır. Susmak, bazen söylenmeyeni korumaktır bazen ise sözcüklerin yetersiz kaldığı yerde durmaktır.
Kendi deneyimlerimden biliyorum ki bazı anlarda konuşmak yetmez. O anlarda sessizlik en derin anlatım oluyor. Bize sessizliği öğreten de aslında hayatın kendisi değil mi? Kayıplar, vedalar, bekleyişler… Sessizlik, bazen bir teslimiyet gibi gelse de tam tersine kendi varlığımızı, kendi özgürlüğümüzü savunma biçimi olduğunu düşünüyorum. Bir eksiklik değil, tam tersine bir anlatı biçimidir. Ve bir şeyi de anladım ki belki de en derin anlam, kelimelerle değil de kelimelerin yokluğuyla daha anlam kazanıyor.
Konuşulmayanın içinde saklı kalanlar, sessizliğin içinde yankılanır. Ve bazen, en çok duyulan ses, susanların sesi olur.