DOĞANCAN PINAR/TİYATRODA YÖNTEMLER VE ÖZGÜNLÜK ARAYIŞI

Tiyatroda Yöntemler ve Özgünlük Arayışı

Tiyatro, insanlık tarihinin en eski sanat alanlarından biridir. Tarihin sayfalarını çevirdiğimizde görüyoruz ki Antik Yunan’dan günümüze kadar pek çok düşünür, sanatçı, oyuncu ve eğitmen tiyatroya şekil vermiş; onu tanımlamaya, aktarmaya ve kurallara bağlamaya çalışmıştır. Aristoteles’in Poetika’sı tiyatronun ilk kuramsal temellerini atarken yüzyıllar sonra Stanislavski, Brecht, Grotowski, Artaud… gibi isimler tiyatroya farklı bakış açıları kazandırmıştır. Her biri kendi döneminin sosyal, kültürel ve estetik ihtiyaçlarına yanıt vermek üzere çeşitli yöntemler geliştirmiş ve kendi düşüncelerini daha önce özenle atılmış tiyatro sanatı temelleri ile karıştırmıştır.

Örneğin Stanislavski’nin “duygusal bellek” (emotionalmemory) tekniği, oyuncunun geçmişte yaşadığı kişisel anıları hatırlayarak sahnede duyguyu yeniden üretmesini amaçlar. Oyuncu, geçmişte yaşadığı gerçek bir acıyı hatırlayarak sahnede üzülür ya da mutlu bir anısını hatırlayarak mutluluk hissini çağırır. Bu yöntem, 20. yüzyılda dünyanın pek çok yerinde yaygın olarak kabul görmüş ve hâlâ pek çok oyunculuk eğitiminde de öğretilmeye devam etmektedir.

 Fakat burada kritik bir soru ortaya çıkar: Oyunculuk, sadece geçmişe dönüp hatıralar aracılığıyla mı var olabilir? Yoksa oyuncunun hayal gücü, empatisi, sahnedeki “an”ı deneyimleme becerisi (… ) geçmiş yaşanmışlıklarından daha mı önemlidir?

Hiç kuşkusuz “duygusal bellek” ve diğer farklı yöntemler, tiyatroya disiplin kazandırmış ve oyunculara sahnede tutarlılık sağlamıştır. Bir oyuncu sahnede ‘kaybolduğunda’ bu teknikler ona bir “kurtarıcı el” gibi yol göstermiştir. Ancak tiyatro, sadece teknikten ibaret değildir. Tiyatro, aynı zamanda duyguların, hayal gücünün, bedensel enerjinin ve anlık yaratıcılığın sanatı olarak nefes alır ve almalıdır.

Buz dağının görünmeyen yüzüne baktığımızda bir sanat dalının kalıplara oturtulması, zamanla onun en büyük düşmanı da olabilir. Çünkü kalıp, aynılaşmayı ve mekanikleşmeyi beraberinde getirir. Eğer her oyuncu sadece geçmiş anılarına başvurarak oynamaya kalkarsa farklı oyunlarda ortaya çıkan sahneler giderek birbirine benzer; oyuncu özgünlüğünü yitirir. Bunun yanı sıra sürekli geçmiş acılarını kurcalayan bir oyuncu hem ruhsal açıdan yorulur hem de sahnede her zaman aynı yoğunluğu bulamayabilir.

Oyunlarını çok sevdiğim oyun yazarı ve yönetmen olan Brecht’in bu noktadaki yaklaşımı dikkate değerdir. Brecht, oyuncunun sahnede duyguyu birebir yaşamasından çok, seyirciye o duyguyu göstermesini ister. Yani oyuncu, kendi içsel dramına gömülmek yerine, duyguyu toplumsal bir bağlama oturtarak seyirciye aktarır. Böylece tiyatro bir katarsis aracı olmaktan çıkar, bir düşünce ve beraberinde yansıtılan duygular farkındalık alanına dönüşür. Bu sayede seyirci, o duyguların içinde kendini bulur ve sanatçının özgünlüğü bu noktada bizlere göz kırpmaya başlar. Peki, özgünlük bu noktada nerede başlar?

Tiyatroda özgünlük, “oyuncunun ve yönetmenin kendi yolunu bulabilmesinde başlar” desek yanlış bir tanım yapmış olmayız. Yöntemler elbette birer araçtır ama amaç olmamalıdır. Bir oyuncu sahnede ağlayacaksa, illa geçmişteki bir acısını hatırlamak zorunda değildir. Bazen bir jest, bir müzik, bir partnerin bakışı ya da sadece sahnenin ruhu bile o duyguyu yaratabilir; bu sebeple oyuncunun oyun sırasında geçmişindeki bir anıyı düşünmesi yerine anda kalması oldukça mühimdir. Çünkü duygular da kişisel bir anıdan değil, karakterin hayal dünyasından, içinde bulunduğu oyunun atmosferinden ya da seyircinin tepkisinden yeniden doğabilir. ‘Anda kalabilmek’ özgünlüğün yolunu aydınlatan en güçlü ışık olabilir.

Özgünlüğün kaybolması tehlikesi, işte tam da burada başlar: Yöntemlere körü körüne bağlanmak, oyuncuyu otomatik bir makineye dönüştürür. Halbuki tiyatro canlıdır, her gece yeniden doğar. Her temsil, hem aynı hem de bambaşkadır. Oyuncu, yönetmen ve seyirci arasındaki ilişkiyi tek bir teknikle tanımlamak mümkün değildir.

Tarih boyunca tiyatroya yön vermiş yöntemler büyük önem taşır; onlar tiyatro sanatını geliştirmiş, oyunculuğu bir meslek disiplini haline getirmiştir. Ancak hiçbir yöntem mutlak değildir. Asıl mesele, bu teknikleri ezberlenmiş kalıplar gibi değil, birer araç kutusu gibi görmekte yatar.

Tiyatroda özgünlük çok kıymetli, ama yöntemlere de farklı bir yaklaşımda bulunarak tamamen hiçe sayamayız. Yöntemlerin bir avantajı da oyuncuya “zemin” sağlamasıdır. Çünkü özgürlük bazen oyuncuyu boşlukta bırakır. Hiçbir yönlendirme olmadan, “Hadi sahnede özgün ol” demek, deneyimsiz bir oyuncu için kaos yaratabilir. O yüzden yöntemler, bir tür “iskele” gibidir. Bir binayı yaparken iskelenin olması inşaatı kolaylaştırır, ama sonunda o iskelenin kaldırılması gerekir. İşte tiyatro yöntemleri de böyle görülmeli: Gerektiğinde destek olur ama nihai yaratım özgürlükle tamamlanır.

Bir oyuncu sahnede bazen duygusal belleğe başvurabilir bazen hayal gücünü çalıştırabilir bazen sadece nefes ve bedenini kullanabilir. Bir yönetmen de tek bir yönteme saplanmak yerine, oyunun ruhuna en uygun yaklaşımı seçmelidir. Böylece bir temsil nefes almaya devam eder. Bana göre tiyatro, kurallarla başlayan ama özgünlükle yaşayan bir sanattır.

Ve belki de tiyatronun en güzel yanı, her sanatçının kendi “yöntemini” yeniden keşfetme hakkına sahip olmasıdır.