ZÜBEYDE SEVEN TURAN/ NAZIM HİKMET’İN DURU DİL IRMAĞI

NAZIM HİKMET RAN’ın DURU DİL IRMAĞI


“Türküler söylendikçe Türk diliyle

Seni seviyorum gülüm dendikçe Türk diliyle
Türk diliyle gülünüp

Türk diliyle ağıtlar yakıldıkça…”


“Dilimin sözleri değerli taşlara benzer. Ben bir kuyumcu yamağıyım. Bu aydınlık taşları birbirine çarparak işitilmemiş sesler çıkarmak istiyorum. Onları öyle bir dizeyim istiyorum ki gözlerimiz en güzel türküyü dinler gibi olsunlar.”

İnsanın var oluşunun bir zorunluluğu değil midir dil? Düşüncenin temeli, besleyeni geliştirenidir de aynı zamanda. Dil, insanla var olmuş ve insanın toplumsallaşması yine dille gerçekleşmiştir. Nazım Hikmet, yazılı ve sözlü diliyle olduğu gibi, dil konusundaki kalıcı söylemleriyle de bir fener görevi yapmıştır çağına, çağının yaratıcılarına. Bunu yaparken kendi sanat anlayışını temellendirip kuramsal ve yaratımsal anlamda estetikçi olma niteliği kazanmıştır. Yaşadığı çağı yaratımsal ve estetiksel anlamda değerlendirmiştir
O’na göre, bir yapıtın biçemiyle, o yapıtın bildirimi arasında diyalektik bir bağlantı vardır. Nazım Hikmet, sanatta yaratıcı yöntem ile sanatın yapısı arasındaki diyalektik ilişkiye geçerken toplumcu gerçekçiliğin bir biçim sorunu değil, bir dünya görüşü olduğunu vurgulayarak; “İçerik toplumcuysa eğer, varsın milyonlarca biçim olsun, böylelikle insanca, en insanca, en insancıl ve çok karmaşık idealler çok daha iyi verilebilir,” demiştir. Burada, biçimin içerikten görece bağımsızlığını ortaya koyarak, toplumcu gerçekçiliğin tek biçimliliğe indirgenemeyeceğini vurgulamaktadır. Sanatın yapısında asıl belirleyici öğenin içerik
olduğunu da ortaya koymaktadır. Böylelikle içerik ile biçim arasındaki gerçek diyalektik ilişkiyi açıklamaktadır. Bunun için, “Öyle içerikler vardır ki onlarda kafiye istemez, konuşma dili ve ahengi ve imkanları yeter; bazı içerikler de vardır ki kafiye ister, kafiye de çeşit çeşit olabilir, kafiye imkânları da hudutsuzdur ve bazı içerikler vardır ki daha soyut bir dil ister.” diyen, Nazım Hikmet için, dünyanın sanatsal olarak dönüştürülmesinde başlıca çıkış noktası, sanatçının bu savaşım içindeki dünya görüşüdür. Bu sav, “toplumculuk”tur. Ona göre bir sanatçı, bilinçli olarak taraf tutmalıdır. Halkının ve insanlığın; mutluluk ve barış uğraşının içinde yer almalı, bu uğurda kavga vermelidir. “Bir köylü toprağını ve öküzünü, bir marangoz tahtasını ve rendesini nasıl severse ben de Türk dilini öyle seviyorum, ” diyen ustanın diline bakarken, genel anlamda dil kavramında dolaştım. Bu sevgiyle yola çıkan Nazım Hikmet, yazına eski yazıyla başlamış, sonradan Türkçe’yi benimseyip dilinin en büyük ustası olmuştur. Dahası bu anlamda
uluslararası düzeyde ünlenmiştir. Usta’ya göre dil, “durmadan doğuran bir anadır.” Onun dilini dahası dile bakışını anlamaya çalışırken Türkçe’nin geçirdiği evrimlere bakılmalı önce. Bunu yaparken bana yine Usta’nın ışıltılı sözceleri yol gösterecektir. Onun söylemleri denli, dili yaşamsal kılan örneklemelerine tutunmadan nasıl anlatılır Türkçe? Nazım Hikmet, Türk şiir geleneğinde 1920’den başlayarak bir devrim yaratmıştır. Kemikleşmiş bir Osmanlıca tümce yapısı yoktur onun düzyazılarında bile. Şiir dilinde
uyguladığı, dizimsel alan dışına konumlanma işlemlerini düzyazıya kolaylıkla aktarır. “Yalnız konuştuğumuz dili yazmayacağız, konuşmamızı esas olarak alacağız, fakat bu temelin üstüne biz yeniden bir dil yaratacağız.” görüşünü, daha 1929 yılından başlayarak uygulamıştır. 1940 ile 1950 yılları arasındaki oyunlarından “Yolcu”da devrik tümce türü giderek artıyor. “Ferhad ile Şirin” içinde anlatım yine şiir gibi. Devrik tümceler de öylesine yerleştirilmiş. Bu yapıtta, Türkçe coşkusunu Ferhad’a söyletir usta: “Sen, konuştuğun dil gibi, Türkçe gibi güzelsin, Şirin…”.“ Osmanlı döneminde, bir din devleti olmanın da getirisiyle, dilimiz Arap ve Fars dillerinin yoğun olarak kuşatması altına girmiştir. O dönemlerde tükenme noktasındayken bile dilimiz halk ozanları aracılığıyla yok edilmeye direnmiştir. Daha sonraları, Osmanlı’nın Batı’yla ilişkilerinin yoğunlaşması sürecinde, bu kez batı dillerinin kuşatması altında kalmıştır Türkçe. Ancak Kurtuluş Savaşı sonrası dilimizi yabancı dillerin kuşatmasından kurtarma savaşımı başlamıştır. Ulusal kimliğin temeli dilimiz, kuşatılmışlıktan ve yüklerinden ancak dil devrimiyle kurtulmuştur.
Nazım Hikmet: “Biz ise, dilimizi yeni yeni işlemeye başladık. Osmanlı denen nesne, Osmanlı İmparatorluğu ile beraber yıkıldı ve şimdi Türkçe’yi işlemeye başladık.” demiştir. Dilde arılığın ve Dil Devriminin savunuculuğunu başta Nazım Hikmet Ran olmak üzere yine yazın emekçileri yapmıştır. Aynı dönemin insanları ve dile emek veren bir sorumlu yurttaşlarıdırlar da aynı zamanda. Bu süreçte: “Dünyanın en iyi insanlarından olan Türk halkının ve dünyanın en güzel dillerinden biri ve belki de en başta gelenlerinden olan Türk dilinin yabancı diyarlarda tanınmasına vesile olabilmek, ömrümün en büyük sevinci ve şerefi olur.” diyen Nâzım Hikmet, Türkçe’nin bugününe gelinirken geçirdiği en önemli aşama olan dil devriminin ateşli, inanmış, sevdalı bir savunucusu olarak sürdürmüştür şairliğini, yazarlığını… Dil Devrimi’nin ilk yıllarında dilinin sevdalısı şair ve yurttaş Nazım Hikmet: “Türkçe bir dönüm yerindedir. Er geç bu dönümü dönecektir. Dilimizin temizliğe, güneşli su gibi ışıklığa doğru akışının önüne geçilemez. Dönüm yerleri köpüklü olur, bulanık olur… Dönüm yerinde su dalgalıdır… Dilimiz de dönümünü dönerken köpüklenecek, bulanacak, dalgalanacak… Bu köpüklenmeden, bu bulanmadan tiksinenler, korkanlar olacaktır. Onlar ağır kokulu, durgun, ışıksız sularda yüzmeye alışmışlardır. Dilimiz dibinin derinliklerini karıştırarak suyun yüzüne birçok sözler çıkardı. Dilimizin bugün içine girdiği dönüm yeri, konuşma diliyle yazı dili arasındaki derin ayrılığı kaldıracak; yalnız, ikisini de temizleyerek, ışıklandırarak bu işi yapacaktır… Ben, kendi payıma, ne yeni sözlerden korkuyorum, ne de birçoklarını yadırgıyorum. Becerikli bir yapıcı, kurulan yeni yapıda, onların birçoğunu yadırgatmadan kullanabilir. İş becerikli olmakta. Dil yürüyor… Yürüyenin önünde
durulmaz…” sözleriyle bu konuda özel ve genel anlamda oluşan aykırı düşüncelerin yolunu kesmiştir. Nazım’ın dilediği dönüm noktası geçilmiş ve Türkçe onun şiirlerinde ışımıştır. Bu ışıltı salt bizim topraklarımızda kalmamış, başka uluslara taşarak; dilimizi 72 dilde tanıtmıştır. Söz ettiğimiz aydınlıkla ve durulukla; gerçeğe ve sanata ulaşarak, ekinin taşlarını yerine oturtmayı başarmıştır. Bu çabasıyla döneminin ve kendi döneminden sonra yetişen yazın emekçilerine de örnek olmuştur. Sözün burasında yine onun: “Geniş konuşma dilimizden yazı dilimize sokacağımız her yeni söz, aşıntıya, silikliğe, alışkanlığın boyasızlığına, ölülüğüne karşı dikilmiş bir yapıdır.” söylemine başvurmalıyız. Günümüzde yükselen değerlerin en hızlı tükettiği şeylerden biri yazık ki dildir. Çevremize özenle baktığımızda, iş yeri adları, markalar, etiketler ve iletişim araçlarıyla dilimiz giderek kirletilmiştir. Şimdilerde ise bütün bunlara, çıkara odaklanmış siyasi kararların kirli kuşatması da eklenmiştir. Yazık ki günümüzde Türkçe yeniden kirletilmeye, dahası hızla bizim olmayan sözcüklerle kuşatılmaya başlanılmıştır. Bu kuşatmanın dilde varsıllık olduğu yanıltmacasının gölgesindeki nice insan, bunun karanlığın gölgesi olduğunun ayrımına varacak mıdır?
Varacak da, yine Nazım’ın, “Her yazıcı elinden geleni yapsa taşlı tarla ayıklanırdı. O ayıklandı mı, ondan sonra dil toprağımızın verimliliği artardı… İyice ayıklanmış, sürülmüş, nadas edilmiş tarlaya dilediğimizi daha kolaylıkla ekebilirdik.” Dileğini duyacak mıdır? Yaşananlar, kirlenmeler ve kuşatılmışlıklar karşısında duruşunu saptamaya çalıştığımız düşünceleriyle onun dile bakışını görebilmek de olanaklı… Nazım, kendine değil halkına; dahası insana döndü yüzünü ve yüreğini. Bu çalışmada Nazım’ın dilinden söz
ederken Türkçe’ye, Türkçe’den söz ederken Nazım’ın diline başvurmadan yapılan bir çalışmanın eksikli olacağının bilincindeyim. Bundan ötürü de Nazım ve Türkçe arasındaki bağı yine onun söylemleriyle anlatmayı, anlatırken diliyle dilimi varsıllaştırmayı seçtim. Çünkü Nazım Hikmet’in dil ırmağında yüzmeye soyunurken, bir çağlayanın önünde buluyor insan kendini. Savrula savrula bir okyanusun derinlerine çekiliyor giderek… Oralarda tutunduğum dal yine ustanın dizeleriydi elbette… Duruşuyla, sözceleriyle, şiirdeki sesiyle ve dile verdiği emekle; dün olduğu gibi günümüz yazın dünyasına ışımayı sürdürüyor Nazım Hikmet, sürdürecek de…
Bir kokumluk toprağı çok gördüğümüz Türkçe’nin ustası koca ozana selâm olsun!

USTA’YA

Nazım Hikmet’e

Cananı özler can
Bu ülkeyi kuşatır özlemin
Dizelerin hasret kokar bilirim
Bir kokumluk toprağına uzanamadığın
Yol vermez dağlarım, ışığın ustasına hey
El salla bulutlardan
Kuzey rüzgârlarıyla selâm yolla ülkeme
Bir tutam güneşine türküler yak da
Ölüme uçsa da kuşların
Dönme yurduna…
Sonsuza dek açık kalsa da gözlerin
Işığa göz kırpsa da karanlık
Yakıp kavursa da sevdan
Dönme Koca Usta
Sonsuzluğunda yaşa…
Bırak! Hasretinle yansın dizelerim
Ateşini gör yangınlarımın
Uzaktan izle kuklaları
Kaç iklim değişti sensizliğinde
Kaç ekran lekelendi
Vatanseverlik adına ulusallaştı yalan
Uçurtmaların ipleri dolandı bulutlara
Dönme Koca Reis
Tayfalar ihanette kaptana…