Babalar ve Kızları Romanı İncelemesi
Postmodernizm; modernizmden sonra gelen, yerine göre onu eleştiren, yerine göre onu tamamlayan
bir düşünce hareketidir. II.Dünya Savaşı’nın ardından önce Amerika’da sonra Avrupa’da çıkıp yayılmıştır. Bu hareketin başlamasında Virginia Woolf’un büyük bir etkisi vardır. Ve ona göre gerçeklik dışta değil, insanın içindedir. Ona göre bu gerçeklik insanın duyguları, düşünceleri ve hayalleridir. İnsan da bu hayallerin, duyguların peşinden gitmez mi? Gider ve gitmeye de devam etmeli, sabretmeli ve
vazgeçmemelidir. “Babalar ve Kızları” romanı da bizlere bu mesajı vermektedir. Hayallerinin peşinden
giden bir kız ve kızın yaşadıklarının olağanüstü, sıradışı; fakat bir o kadar da hayatın içinden olması
romanın ne kadar etkileyici bir üsluba sahip olduğunun kanıtıdır. Yazarımız Selda Uygur’un ne kadar
yetenekli, kültürlü ve birikimli biri olduğu yazdığı her kelimede, hissettiği her cümlede belli olmuyor
mu? “Babalar ve Kızları” romanında baş kahramanın isminin hiçbir şekilde söylenmemesi, baş kahramanın zorlayıcı, trajik, üzüntülü; fakat birçok güzelliği içinde barındıran bir hayata sahip olması bu
romanın güzel yönlerinden biridir. Daha birçok güzel yönü var; ama bu daha başlangıç. Başroldeki
roman kişimizin kadın olmaktan kaçması; ama bir o kadar da kadın olmayı merak etmesi, babasının
ölümden sonra psikolojik sorunlar yaşaması ve bu sorunun sebebinin bir türlü anlaşılamaması
veyahut yorumunun okuyucuya bırakılması, baba-kız ilişkisinin güzel döneminde, babasının
sorunlarından dolayı, zedelenmesi, annesinin kendi içinde kocasından korkması, çocuklarını koruma
çabası, dedesinin kadınlara olan düşkünlüğü, babaannesinin yalan söyleyen, kıskanç biri olup kocasını
mı yoksa kocasından kıskandığı kadınları mı sevdiğini anlayamaması… Söylemek istediğim o kadar
çok düşünce, duygu ve hayal var ki… Biz şimdi romanın incelenmesine ve romandaki postmodernist
tekniklere ve özelliklere bakmaya geçelim. “Babalar ve Kızları” romanı; “Zorba, ’88 Yazında Ne Oldu, ’88
Bitti Ama Sezen Aksu Bitmedi, Zosima Dede, Bana İsmimi Veren Kosta’nın Anlattıklarıdır, Ben Aşkı
Kitaplardan Öğrendim, Rüya-Zaman, Zorba’nın Kimsesizliği, Aşk Zamanı, Şaman, Deli Aslında
Kim, Alvur, Onca Sessizlik Varken, Deprem Karanlıklardan Gelen Sesten Doğmuş” olmak üzere on dört
bölümden oluşmaktadır. Postmodernist romanlarda olay değil karakterlerin yaşadıkları duygusal
buhranlar önemlidir ve yoruma, düşünceye açıktır. Bu düşünceler ve yorumlar okurdan okura
değişmektedir. Düşüncelerin ve yorumların kişiden kişiye göre değişiklik göstermesi, o eserdeki
ilginçliğin biraz da merakın artmasını ve okurun esere rağbet etmesini sağlar. Postmodernist
romanlarda yazar, tek bir düşünceye veya olaya yer vermez. Postmodernist romanlarda çok yönlü
bakış açısı vardır. Bu da romanı her yönden zengin kılmaktadır. Bu tür romanlarda psikoloji, tarih, sinema, tiyatro gibi birçok bilim ve sanat dalından yararlanılmaktadır. Yazarımız Selda
Uygur’un romanında da birçok örnek vardır. Romanı okumaya başladığım ilk günlerde kendi kendime
şu soruları sordum: ‘Gerçekten insanlar mutlular mı, hayatları kusursuz mu, insanların hayatlarında
her şey yolunda mı? Hayallerin peşinden gitmek mi; yoksa gerçekleri kabul edip hayata devam
etmek mi? Kendi kendime sorduğum bu soruları sadece romanı okurken değil; belki de her gün
defalarca soruyorum kendime. Eminim sizler de bu soruları soruyorsunuz. Okuduğumuz kitap, belki de
hepimizin bu sorularına cevap vermek için yazılmıştır. Romanın başlangıcında baş karakter, kendisiyle
ilgili hayatındaki dönüm noktalarından birini anlatır. Romanın başlangıcı dememin sebebi
postmodernist romanlarda belli bir giriş-gelişme-sonuç bölümü yoktur. Baş karakterimizin hayatında
daha birçok dönüm noktası olacaktır. Bunlardan ilki bebekken yaşadığı boğulma olayıdır. Bebekken
ölümden dönmüştür. Emekleye emekleye tırmanıp küvete dalmış, boğulma tehlikesi
geçirmiştir. Babaannesi bebeği kurtarmıştır. Daha o zamanlar ölümün farkındadır aslında. Bebek olsa
da hissetmiştir. Mucize eseri kurtulmuştur. Postmodernist romanlarda karakterin özellikleri doğrudan
anlatılmaz, okuyucuya sezdirilir. Okuyucuya yorum yaptırmak için belirlenen bir yöntemdir. Bu
romanlarda da ölüm, yabancılaşma gibi temalar ön plandadır. Babalar ve Kızları’nda ise
psikolojik buhranlar, ölüm, sorgulama, aşk ve aşkı arama ön plandadır. Sorgulamaktan kastım ölümü
sorgulamak, ölümü anlamak ve tanımaktır. Baş karakter de bunu yapmakta belki de bu sayede
mutluluğu, aşkı aramaktadır. Baş karakterin annesinin ona söylediği söz çok etkileyiciydi. Bahsettiğim kısım romanda şöyle geçmektedir: ‘Annem sonradan doğruladı: ‘Denizleri seversin, deniz
gibisin, daha sonra hiç suyun dibindeki kadar mutlu görmedim seni.’ Birine deniz gibisin demek ne
kadar etkileyici söz böyle. Bir insana hem deniz gibi huzur veriyorsun hem mutlu görmedim seni
demek o kadar ilginç geliyor ki bana… Daha da ilginci ileride yaşayacaklarıdır. Baş karakterin ailesinin
yaşadıkları bir o kadar hayatın dışında bir o kadar da gerçek… Bu gerçeklerin içinde
yaşıyoruz hepimiz. Baş karakterin ölümün ne olduğunu bilmeyip bir o kadar da ölümü kabul
etmesi, kendisine katil demesi… Kendisine katil demesi romanın sekizinci sayfasında şöyle
anlatılmaktadır: ‘Babaannem bismillah deyip sıvamış kolunu, küvetin dibindeki beni
yakalamış. Küçük, kaygan bir balık gibi çırpınmışım ellerinde, az önce bana gülen çocuğun üzerine
doğru yuttuğum tüm suları çıkarmışım. Çocuk yine gülmüş. Babaannem beni ölümden alıp
kurtarmış. Yıllar sonra ise ben babaannemi öldürmüşüm. O zaman kendimi mi öldürmüşüm? ‘
Burada da postmodernist ve modernist romanlarda sıkça rastladığımız iç konuşma(iç monolog)
tekniği kullanılmıştır. Aslında bu bölümde geriye dönüş tekniği de kullanılmıştır. Biraz da bu metinde
bilinç akışı tekniğinin etkilerini görüyoruz. Çünkü altı aylık bir bebekken yaşadığı bir anısını
anlatmıştır. Bu sorulardan çok sonra şu cümleler dökülmektedir baş karakterin ağzından: ‘Ya annem
ne olacak? Babam onu üzer. Bir ölüyle dans edebilen birini kimse üzemez. Sana babaannemin nasıl
öldürüldüğünü anlatacağım.’ Baş karakterimiz, rüyalarından geleceği görebilmekte, gelecekten
haber verebilmekte, ölülerle konuşabilmektedir. Romanda bu durum ilk olarak şöyle anlatılır:
‘…Ama azaptan her gece rüyasında ölülerle konuşan, ölülerden konuşan, ölülerden haber taşıma
cezasına çarptırılan ben ve benim katil olup olmadığımın kararını verecek olan sen varsın. Bir de
rüyam ilk kez gerçekleştiğinde; yani geçmişle gelecek arasında bağ kurabildiğimde dokuz
yaşındaydım.’Adile Naşit ölecek bu akşam’ dedim. Daha sonra o akşam Adile Naşit’in ölüm haberini
duymuşlardır.Zorba baş karakterin baba tarafından dedesidir ve romandaki en ilginç ve çok yönlü bir
şekilde yorumlanabilecek karakterlerdendir. Asıl adı İshak Zorba’ymış. Ama herkes ona Zorba
dermiş. Baş karakterin dedesiyle yaşadığı trajik bir olay ömrü boyunca uykusuz kalmasına biraz dalar
gibi olduğunda ise ölüler tarafından kuşatılmasına sebep olmuştur. Trajik olay ise Zorba’nın torunu
için koç kesmesi, torunun alnına da kan sürmesiydi. Zorba’nın eşi tarafından kıskanılmasına etki eden
olay torunu tarafından şu şekilde anlatılmaktadır:’…dedem ekranda görünen her güzel kadına
usulca yaklaşıp onların yanaklarından makas almış ardından dudaklarını cama yapıştırıp, ’Şu
güzelliklere bak’ deyip onları öpmüş.’ Bu olaydan sonra Zorba’nın eşi daha çok kıskanmaya başlamış
ve bu kıskançlık zihnine çok büyük bir oyun oynamıştır. Yazarımız Selda Uygur’un kıskançlıkla ilgili
bilgisini konuşturduğu daha önce de okuyup incelemiş olduğum “Türk Romanından Örneklerle
Edebiyat ve Kıskançlık” kitabında da kıskançlık duygusunun bireyi nasıl olumsuz etkilediği
anlatılmıştır. “Babalar ve Kızları” romanında da bu etki yansıtılmıştır. Yazarımızın kıskançlıkla ilgisi
açıklaması şu şekildedir: ‘Kıskançlığın zihne oynadığı en büyük oyun, zamanla öznenin yer
değiştirmesidir. Kıskanan kıskandığını öyle çok düşünür öyle çok kuruntu yapar ki
kıskanılan zamanla kıskananın ikinci benliği haline dönüşür .Kıskançlık sona erdiğinde eski bir
sevgiliye veda edilir gibi kişinin içinde bir boşluk yaratır. Yeni bir kıskançlık öznesiyle tanışılıncaya
kadar da bu boşluk devam eder. Aradan uzun zamanlar geçince de, ‘Vaktinde ben onu mu
kıskanmışım’ şeklinde hayretlere düşülür. Aslında kıskanılan kişinin hiç de kıskanılacak bir şeyi
olmadığına karar verilir.’ Yazarımız Selda Uygur romanda üzerine düşünülmesi gereken o kadar çok
söz söylemiştir ki bunlardan biri de şudur: ‘Bir ölüyü ikinci kez öldüremezdim.’ Bizlere bu söz insana
‘Ölüm iki kez olur mu olmaz mı veyahut da bir kişi birini iki kez öldürebilir mi? ‘ sorularını
sorgulatıyor ve üzerine düşünmemizi sağlıyor. Postmodernist ve modernist romanlar okuru düşünmeye
ve sorgulamaya iter. Roman kişilerinin neredeyse hepsi bir arayış içindedir. Ve bu yolculuklarına bizleri
de ortak etmişlerdir. Bu yolculukların hepsi birbirinden ayrı gibi görünse de eninde sonunda bir yerde
kesişmektedir. Bu baş karakterin,dedesinin,annesinin,babasının,ablasının,babaannesinin,varlığına
inandığı ölümün, ardında onu bekleyen ölülerin, aradığı aşkın yolculuğudur. Baş karakterin ismi
bilinmemektedir. Romanda verilmemiştir. Postmodernist romanlarda genelde baş karakter
kimdir, bilinmezdir. Ve bu bilinmezlik postmodernist romanı diğerlerinden farklı kılar. Zorba, torunu
doğduktan sonra değişmiş. Diğer kadınları gözü görmez olmuş. Bunun sebebini şöyle
anlatabilirim. Erkeklerde salgılanan o hormon, baba olduktan sonra düşer. Bu düşüşün yüzde 34
olduğu belirlenmiştir. Daha çok oksitosin, dopamin gibi hormonlar salgılanmaya başlar. Bir baba
bebeğine sarıldığında onu kokladığında onu sevdiğinde bu hormonlar devreye girer. Zorba’nın
durumu da tam olarak budur. Bundan sonrası şöyle anlatılmaktadır: ’Annem, ‘Seni ilk gördüğünde
boynunu kokladı,kısık,kanlı,yeşil gözleri şehlalaştı,deden başka bir adama dönüştü’ diye anlattı bu
aşk halini.’ Zorba,çok hastalanmış ve bu anlarda da torununu aramış yanında. Dedesi torununu çok
seviyormuş ve ona son anlarında bunları diyordu: ‘Ellerin dünya nimeti, bunu hiç unutma olur mu?’
dedi. Dedem ne acayip konuşuyordu. ‘Kayıp gideceğim birazdan, sahip olduğum her şeyi ama en
çok seni bırakıp gitmek zor geliyor.Sen benim için gidemediğim denizler oldun,bozkır akşamlarımın
iyot kokususun,meleğim…’ Zorba’nın nefesi kesiliyordu ve torununa son cümlelerini söylüyordu.Ve
bu cümleler baş karakterimizin hayatının dönüm noktası olmuştur.Zorba’nın son cümleleri,son
nefesini vermek üzere olduğu an dedikleri: ‘Seni bekleyen bir aşk var.Bir aşk… Tüm yaşamın
boyunca onu arayacaksın,boynunu kokladığında kokusunu tanıyacaksın… çocukluğunun geçtiği
sokağa git, bu çok önemli, sakın unutma! Sokağın sonunda yeniden karşılaşacağız.’
Zorba, torununun boynunu son kez kokladı ve öldü. Bir şeyleri fark etti, düşündü, aşkı araması
gerekiyordu; yoksa dedesini göremeyecekti. Aşkı araması ve bulduğunda da aşkının boynunu
koklaması gerekiyordu. Baş karakterimiz tam bir kitap, film, dizi, sinema ve edebiyat tutkunuydu. Bana
öyle geliyor ki bu baş karakter ve romanın yazarı Selda Uygur arasında aşırı bir benzerlik vardı. Bu
romanda otobiyografik izler olduğunu söyleyebiliriz. Belki de romanın baş karakteri, yazarımızın ta
kendisiydi. Belki romanın yazarı da baş karakter gibi Dostoyevski’nin ‘Karamazov Kardeşler’ Felibeli
Ahmet Hilmi’nin ‘A’mak-ı Hayal’ Kerime Nadir’in ‘Hıçkırık’ romanlarını okumuştur ve Karamazov Kardeşleri
okuduğunda Karamazov kelimesinin ne kadar tuhaf geldiğini fark etmiştir. Zorba’nın ölümü oğluna
yani Alvur’u çok değiştirmişti. Bu değişim ailenin bir süreliğine mutsuzluğa gömülmesine neden olur. Bu
mutsuzluk, korku ömürleri boyunca hayatlarını etkileyecektir. Belki bu roman da Rus edebiyatının
büyük yazarlarından Ivan Sergeyeviç Turgenyev’in en meşhur ve önemli eseri Babalar ve Oğullar’ın
farklı bir versiyonudur.Çünkü orada da bir ölüm,topluma bir şeyleri anlatma ve gösterme yani
okuyucuya yorum yaptırma,çok yönlü bakış açısı kazandırma gibi amaçlar vardır.Aralarında
benzerlikler de var diyebiliriz; fakat yaşanılan buhranlar, olaylar birbirinden farklıdır. Bu farklılıklar
onları birbirinden ayırmakta ve aradaki kuşak farkı da bu durumu etkilemektedir. Baş karakterin aşkı
bulma çabası başlıyordu bir yandan da babası delirmek üzereydi. Bir yandan Uğur Tütüneker’e
Neuchatel’e attığı iki golün ardından âşık olmuştu. Ve bu aşkı babasıyla geçirdiği son mutlu an’dı. Bu
mutlu an’ı örtecek kötü bir an yaşanacaktı. Alvur, tescilli deli olacaktı. Bu durum romanda şöyle
anlatılmaktadır: ‘Aile meclisinin toplandığı gün doktora gitme bahsi açılınca mutfaktan kaptığı en
sivri bıçakla topluluğa saldırdı. Önüne geçmeye çalışan dayımı avcundan yaraladı, hızını alamayıp sokak
kapısına yığılan ayakkabı kalabalığını geçmeye çalışarak canını kurtarmaya çalışanlara cam vazo
fırlattı…Ablamın koluna cam vazonun bir parçası isabet etmişti…Babam tüm kızgınlığını ve gizli
görevini unutarak kızını kucakladığı gibi hastaneye koştu. Alvur’un ilk hastaneye yatışı böyle oldu.’
Postmodernist romanlarda olaylar tek bir şekilde yani bütünlük sağlayacak yönde değil parçalı
şekilde verilir. Okurdaki merak unsuru, romanın sürükleyiciliği bu şekilde arttırılır. Alvur’un delirmesinin
birçok sebebi olabilirdi. Bunları kendim şöyle yorumluyorum: ’Romanda okuduğum kadarıyla
Alvur’un babası, Alvur’u baskılayıp bazı tutkularına engel oldu. Ve bu da onun içinde ukde kaldı. Bir
bireyin tutkularına engel olunması, baskılanması psikolojik bir şiddettir. Çünkü siz kişiyi
kısıtlarsınız, istediklerini yapmasına izin vermezsiniz, mutsuz edersiniz engellemiş
olursunuz, önündeki kapıyı kapatmış olursunuz. Belki de Alvur, sevmediği birisiyle zorla evlendi yani bu sayede eşini sevemedi belki de boynunu kokladığı, aşık olduğu bir kadın vardı veyahut da hep bu
kadını aradı, bulduğunu sandı veya bulamadı. Babasıyla arası pek iyi değildi. Bir yanı eksik
büyüdü. Bu eksiklik illa ki babasının ölmesi değildir. Yanında olmaması, sevgisini göstermemesi, baskı
kurması da olabilir. Böyle baskıyla, sevgisizlikle büyüyen çocuklar özgüvensiz, çekingen insanlar
olarak hayatlarına devam ederler veyahut da ilerleyen zamanlarda Alvur gibi psikolojik sorunlar
yaşayabilir.İlla ki eksiklikten diyemem,beyninin ona oynadığı bir oyun da olabilir…’ Baş
karakterimizin büyümesi,babası Alvur’u görmek için hastaneye gitmesi ve Alvur’u ziyaret etmesi
sonucunda olmuştur.Bu olay da hayatının dönüm noktalarından biri olmuştur. Baş karakterimiz, o
günden sonra ayaklara bakamaz olduğunu söylemiştir. Doktoru son kez görmeye gittiler. Orada doktorun odasını ararken bir çocuğun görmemesi gereken şok odasını görmüştür. Postmodernist romanlardaki
karakterler diğer romanlardan farklıdır. Bu romanlarda karakter genellikle kendini
soyutlayan, herkesten farklı ve hayatını etkileyen bir özelliğe sahiptir. Alvur’un yaşadığı
değişim ve gördüğü tedavi onun ağzından şöyle aktarılmıştır: ‘Bunun içine kafamı sokup
düşüncelerimi sildiler,çok acıttı.’ Alvur yaşadığı acıyı,defalarca delirse de unutmayacaktır.Baş
karakterimiz,babasının üstündeki ‘Eros’ yazısına odaklanmış ve bu sayede aşkı bulmanın ilk adımını
atmıştır.Belki de bu vesileyle aşkı aramış,bulduğunu sanmış,aşkının boynunu koklama isteğiyle yanıp
tutuşmuş ve Zorba’ya ulaşmak için çabalamıştır. Bu çabası ilk olarak Tarık Abi olmuştur. Tarık Abi, en
yakın arkadaşının abisiydi. Onu şöyle anlatmıştır. Daha sonra öleceğini bilmeden tabii: ‘…Basketbol
takımındaki Tarık Abi ayakkabımı havada yakalayıp sessiz bir prens gibi ayağıma
giydirdi, düşmesin diye de bilekten bağlama bölümünü sıkıca tutturdu…Gerçekten de dirseğim
yaralanmıştı, kolumun üzerine düşmüştüm. Kolum kocaman görünüyordu, diğer kolumu Tarık
Abi’nin boynuna attım, beni kucaklayınca kafamı bir an boynuna gömdüm, denizle karışık yosun
kokuyordu. Gözlerimi kapadım. Futbol maçında başına güneş geçmiş, duşa girdiği anda da ölmüş…’
Ve bu Zorba’dan sonraki en büyük acısı olmuştu kızımızın. Ölümün varlığını kavramıştı. Ölümle ilgili
şöyle bir söz söylemiştir: ’Ölüm başımızın üzerinde dolaşan yaz bulutları gibiydi. Biz uçuyor sansak
da varlığı gerçekti.’ Baş karakterimizin önemli işleri vardı ve bunların en önemlisi de Karamazovlar’ın
şifresini çözüp ölülerine ulaşmaktı.Ve dedesinin notlarını okumaya başlamıştı o günden sonra.O
notları okumak ona Karamazov’un şifresini çözmek gibi geliyordu. Onunla buluşmak, ona çok iyi
geliyordu ve biraz da olsa hayatın gerçeklerinden sıyrılıyordu. Herkesten uzak olup dedesiyle dertleşmek
istiyordu; belki de notlar sayesinde yalnızlığı azıcık da olsa gidiyordu. Babasının ikinci kez delirdiğini
rüyasında görmüştü. Yine ve yine rüyalar…Rüyasında gördüğü her şey gerçek çıkıyordu. Ve gerçekten
Alvur delirmişti tam anlamıyla. Ailesine bir felaketi yaşatmıştı. Psikolojik sorunları ve kafa sesi
yüzünden ailesine zarar vermişti. Bu zarar hiçbir zaman kapanmayacak ve unutulmayacaktı. Artık
annesi de geleceği gördüğünü ve okuması gerektiğine inanıyordu. Ama baş karakterimiz farkında
olmadan, kendine eziyet ediyordu. Göğüslerini saklıyor, demirden kambur korsesi takıyordu ki kambur
değildi. Kendi kendini belki de ölüme sürüklüyordu. Ölümü hayattaki tek gerçek olarak görse de bir o
kadar ailesine ve hayata bağlıydı. Gece uyanıp su içer ve ailesine kızdığında kimseyle
konuşmayıp divanda uyuyormuş. Belki uyumaktan korkuyordu; belki kimseye anlatıp sihri bozmak
istemiyordu. Postmodernist romanların karakter özellikleri diğer karakterlerden farklıdır. Psikolojik
sorunları vardır: Geleceği görmek, sanrılar görmek, gelecekten haber vermek, ölülerle konuşmak gibi
özellikleri vardır. Bu özellikler de onları farklı kılar. Bu romanda belki biraz Turgut Özben biraz Bazarov
etkisi vardır. Karakterin annesi günümüzün güçlü kadınları gibi denizin gücüne ve sonsuzluğuna
inanan kadınlardandı. ’Mavi su bütün kötülükleri alıp götürür, yalanlarla dolu dünyamızı aydınlatır.’
Gerçekten de öyleydi. Mavi huzurdu, yalansız bir dünyanın güzelliklerinden biriydi. Baş karakterimizin
cesaretli ve atılgan olmasının ilk adımlarını görmekteydi. Denizde yaşadıkları felakette kendisiyle
neredeyse aynı kiloda olan kuzeni Sera’yı kucaklamış ve kurtarmıştı. Annesi kızının büyüdüğünü
anlamıştı; fakat zaten kızı yaşadıklarından, hissettiklerinden dolayı büyümüştü küçücük
yaşında. Önemli olan insanın yaşının değil aklının, ruhunun, düşüncelerinin büyümesiydi. Baş karakterin
babaannesi belki de yaşı büyüyen aklı, ruhu, düşüncesi büyümeyen insanlardandı. Ve yavaş yavaş baş
karakter de annesiyle babasının çok uzak ilişkilerini fark edecek ve daha çok büyüyecek, aşkı aramaya
devam edecekti. Bu aramayı da kitaplardan yapacaktı. Sorularının cevabını Ana Britannica ciltlerinde
aramıştı. Ama onun asıl ilgisi yönetmenlerle yazarlardı. Bu sorular ve hayatı sayesinde aslında
sayesinde demek ne kadar doğru bilmiyorum ama okuma-araştırma aşkına tutulmuştu.’1939’daki
gazetelere nasıl ulaşabilirim?’ sorusunu neden sormuştu, merak ediyorum. Taksim’deki Atatürk
Kitaplığı’nda olduğunu öğrenmişti baş karakterimiz. Kitap okurken aklından şu düşünceler geçmişti:
‘Orada dönüp duruyorsak benim burada ne işim vardı? Bulamıyordum. Bu aşk meselesinin önemini
de kavrayamıyordum. Bir başkası içimdeki tuhaflığı hafifletemezdi. O, benim içimi ne bilecekti? Aşkı
bulmak üzerime bir yük gibi binmişti. Ya bir kadına âşık olacaksam? Neden sıra sıra tanıdığım
erkekleri tanıyordum? Kuralı yoksa aşkın, niye kendi cinsimden birini sevemiyordum? ‘ Baş
karakterin söylediği bu sözlerde, postmodernist ve modernist romanlar vazgeçilmezi olan
tekniklerinden bilinç akışı tekniği kullanılmıştır. Bu teknikte mantık sırası yoktur. Kişi veya anlatıcı
aklından geçenleri direkt söyler. Baş karakter, babası Alvur’a ona acayip ama bana göre isabetli bir
tabirden söz etmişti. Tam da onu anlatan bir tabirdi. O tabir de Kötülük Çiçekleri’ydi. Kıskanç biraz
bencil; fakat bir o kadar da çocuklara meyve suyu dağıtacak, büyük kızına zarar verse bile hastaneye
götürecek kadar merhametli bir çiçek gizlemişti içinde. Zorba’nın yoruma açık, romanın önemli
karakterlerden biri olduğunu söylemiştim. Zorba kimsesizdi. Annesi onları dayılarına
bırakmıştı. Edebiyat okumak, yazar olmak isteyen biriydi. Fakat hayalleri yıkılmıştı. Kendi içinde
kimsesizdi. Duygularını belli etmeyen, duygulu, hassas biriydi. Kendi kendisinin annesi, babası, doktoru ve
hastası olmuştu. Belki kadınlara düşkünlüğü, şakalar yapması, sürekli gülmesi bu yaşadıklarındandır. Bu
şekilde gizliyordur içindeki çocuğu. Bu tarz insanlar, kendilerinden korkan, duygularının açığa
çıkmasından korkan, merhamete, anne sevgisine ihtiyacı olan insanlardır. Her ne kadar anneleri
sevgisini göstermese bile bunu isterler. İçlerinde hala o çocuk vardır. Baş karakterimizin aşkı arama
çabası devam etmektedir. ’Senin gibisi yok bu dünyada’ diyebileceği, boynunu koklayacağı, sokağın
sonuna kadar korkmadan yürüyebileceği birisini aramaktadır. Aslında gerçek olan ve dokunabileceği
birine âşık olması gerekirken TRT 2’de izlediği Charlie Chaplin’in ‘Mavi Sakal’ filminde izlediği Mavi Sakal’a
âşık olmuştu. Mavi Sakal, korku filmleri kadar ürkütücü ama bir o kadar çekici bir adammış. İlginç bir
yönü üç kız kardeşten biriyle evlenince ortaya çıkmış. O yönü bir sürü ölü kadınları tavanlara asması
ve onları o odada tutmak. Aşk olacaksa, acılı ve kanlı olmalı… Kişi gerekiyorsa celladına âşık
olabilmeliydi bu durumda. Belki de bu aşk hikayesinden sonra aşka bakış açısı değişecekti. Acı, keder ve
yara baş karakterimizin haz noktası ve âşık olabilme şekli olacaktı. Arap Abdül ile yaptığı bisiklet
yarışması, yaşadıkları acılar, duydukları hazzı unutamayacak ve sürekli kafasında
canlandıracaktı. Daha sonra ondan da ayrılacaktı. Arap Abdül memleketine gidecekti. Gece yarısı
giderken ona, ‘Seni seviyorum’ deyişini belli belirsiz duymuştu. İki yıl sonra onun da boynunu
koklamıştı. Tıpkı Tarık Abi’yi kokladığı gibi. Ama onu çocukluğunun geçtiği sokağa götürememişti
çünkü o gerçek aşkı değildi. Gerçek aşkını daha sonra bulacağını düşünüyordu; ama kavuşacak mıydı?
Gördüğü bir rüyasında geçenleri şöyle aktarayım: ’Gelin olmuşum. Otuzlarımın sonunda. Öyle kötü ki
gelinliğim, korsesi belimi acıtıyor. Gelinler ince görünür diye diye korsenin arkasındaki bağcıklarla
sıkıyorlar belimi…Nefes alamıyorum. Göğüslerim şişiyor. Korsenin üzerinden taşıp alt dudağıma
doğru patlıyor.’ Bu sözler bana bir romandan uyarlama “Camdaki Kız” dizisinin sahnesini
hatırlattı. Hikmet Sarkaç’ı. Aşkı arama çabası hala devam etmekteydi. Bir anlık aşk sandığı kitap
okuyan bakkalın çırağı İshak’ın da boynunu koklamıştı. Ondan da sonuç alamamıştı; fakat dedesi ve
dedesinin arkadaşı hakkında birçok şey öğrenmişti. Onu bekleyen ölü sayısı dörde ulaşmıştı. Hamdi
Narmanlı isimli biri de baş karakterimizin altı aylıkken yaşadığı anıyı kitabının sekizinci sayısında
bahsetmişti. “Alvur’un Sesle Konuşmasının Tıpkı Metindir” bölümünde. Alvur kendi kafa sesiyle
konuşmaktadır. Ve bu konuşmalarda da diyalog ve iç diyalog teknikleri kullanılmıştır. Belki de kafa
sesinin emirleri yüzünden delirmiştir. Öldürme isteği uyanmıştır içinde. Baş karakterimiz yaşadığı bu
hikayelerden dolayı biraz da dedesinin etkisiyle edebiyat okumaya ve yazar olmaya karar
vermişti. Belki istemesinin bir sebebi de dedesinin yapamadığını yapmaktı. Okuma tutkusundan
vazgeçemiyordu. Belki yazarımız Selda Uygur da bu yüzden yazar, akademisyen ve edebiyatçı
olmuştur. Okuma tutkusu baskın gelmiştir yüreğine. Daha sonra evlerini değiştiren baş karakterimizi
daha ne sürprizler bekliyordu? Baş karakterimiz yazlıkta Ercan isimli babası imam olan, baba-oğul
çatışmasının baş karakteri olan, kitap okumayı seven bir gençle tanıştı. Ve bu tanışma onu bekleyen
ölü sayısının beş olacağının işaretiydi. Ercan, ona yürümeyi, korkulan iskelenin en ucuna yürümeyi
teklif etmişti. Ercan onu herkesin yapmayacağı bir şeyi yapmıştı. O da kızın ayağının altından
öpmekti. O anda kızımız da onun boynunu koklamıştı. Tam bir yıl sonra buluşmak için
sözleşmişlerdi. Ercan kızı anlayabilmek için kitap okuyordu. Onunla sokaklarda yürümek
isterken, Gölcük’te yaşanan depremde Ercan’ı kaybetti. Hiçbir zaman ona kavuşamamıştı. Daha sonra
ne olmuştur, bilemiyorum ama baş karakterimizin ilginç bir o kadar da etkileyici biri olduğu kesindir.